FÂTİHA, SIRRI AÇTI!

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Şeyh Hamîd-i Velî, 1349’da Aksaray’da doğdu. İlk eğitimini babasından aldıktan sonra; zâhirî ve bâtınî ilmini artırmak için Şam, Tebriz ve Erdebil’e gitti. Safeviyye tarîkatı şeyhi Alâeddin Erdebîlî’ye intisâb etti, seyr u sülûkünü tamamladı. İlim ve irfanda derinleşti. Daha sonra Bursa’ya göç etti. Bursa’da ilmini ve irfânını dikkat çekici şekilde ifşâ etmemeyi ve irşad faaliyetlerini sessiz bir şekilde yapmayı tercih etti. Somun ekmek satarak geçimini temin etti. Bu sebeple Somuncu Baba ismiyle anıldı. Ulu Cami’nin açılışında bizzat padişah tarafından halka hitap etmesi istendi. Böylelikle ilimdeki birikimi ve irfandaki derinliği fark edildi. Kendisine devlet erkânı ve halk büyük teveccüh göstermeye başladı. Bu teveccüh günden güne artınca, Bursa’dan ayrılmaya karar verdi. Önce hacca gitti, hac dönüşünde de Aksaray’a yerleşti. Aksaray’da da halkı irşadla ve insan yetiştirmekle meşgul oldu. En meşhur talebesi, Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’dir. Hamîdüddîn Aksarâyî Hazretleri, 1412’de vefat etti. Kabri, Aksaray’dadır.

*

Ulu Cami’nin açılışının yapılacağı cuma günü Yıldırım Bâyezîd Han; halka, damadı Emir Buhârî’nin hitap etmesini istedi. Emir Buhârî ise Sultan’ın kulağına, Somuncu Baba diye mâruf Şeyh Hamîd-i Velî’nin ismini fısıldadı. Bunun üzerine Sultan, Somuncu Baba’nın halka hitap etmesini irade buyurdu. Vaziyeti anlayan Somuncu Baba, Emir Sultan’a;

“–Emîr’im ne yaptın? Bizi ifşâ ettin!” diyerek sitem etti. Ardından halka hitap edeceği yere yöneldi. Somuncu Baba;

“–Bazı âlimlerin, Fâtiha-i Şerîf’in tefsirinde müşkilâtı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsirini yapalım.” dedikten sonra Fâtiha Sûresi’nin yedi farklı tefsirini yaptı. Herkesin basit bir ekmek satıcısı zannettiği bu zât; aslında ilim ve irfanda engin bir okyanus, keşfi açık bir zâttı. Bunu fark eden halk, hayranlıkla Somuncu Baba’nın hitâbını dinledi. Hele Molla Fenârî, bu hitap karşısında hayretten hayrete düştü. Zira Somuncu Baba, Molla Fenârî’nin Fâtiha Sûresi’ndeki müşküllerinin hepsinin cevabını vermişti. Yine Molla Fenârî;

“–Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemaatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yoktu.” demekten kendini alamadı.

Namazın ardından; kapılarda bekleşip bu büyük Allah dostunun elini öpmek, duâsını almak isteyenler, muratlarına vâsıl oldu.

ÇALDIRAN’DAKİ GELİN ALAYI

Şemsi Ahmed Paşa, Bolu’da doğdu. Enderun’da yetişti. Osmanlı’nın devlet kademelerinde muhtelif vazifeler îfâ etti. Şam, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyliği yaptı.

Üsküdar’da, Şam’da ve memleketi Bolu’da inşâ ettirdiği ilim ve hayır müesseseleri sadaka-i câriyesi oldu.

Edebî ve ilmî yönüyle de öne çıkan Şemsi Paşa; Türkçe, Arapça ve Farsça dillerde manzum ve mensur eserler kaleme aldı.

Şemsi Paşa, 5 Mart 1580’de vefat etti. Kabri, Üsküdar’da kendi adını taşıyan külliyenin hazîresindedir.

*

İran şâhı, II. Selim’in tahta çıkmasını tebrik etmek için Edirne’ye Şah Kulu adında bir elçi gönderdi. Şah Kulu, büyük bir hediye kervanı ile Edirne’ye yaklaşırken; Padişah’ın emri ile Şemsi Paşa da tertipli ve güzel giyinmiş küçük bir birlik ile onu karşılamaya şehrin dışına çıktı. Şah Kulu, Osmanlı askerinin ihtişamını çekemeyip Şemsi Paşa’ya;

“–Uzaktan askerinizi gelin alayına benzettim…” deyince Şemsi Paşa;

“–Evet, haklısınız. Çaldıran’da da gelin almaya gelen bu askerdi.” diye cevap verdi.

Paşa, bu sözleriyle 1514’te Safevî ordusunun bozguna uğratıldığı Çaldıran Muharebesi’nde Şah İsmail’in hanımının esir alınmasını kastetmişti.

YABANCI DİL ÖĞRENİRKEN DİKKAT!..

Mehmed Ârif Bey, 29 Mart 1845’te Erzurum’da doğdu. Tahsilini Erzurum’da tamamladı. Arapça, Farsça, coğrafya ve hesap okudu. Mülâzımlık ve sorgu hâkimliği yaptı. Uzun bir müddet Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın başkâtipliğini yaptı. Mısır’da ve Avrupa’da bulundu.

Azimli, sebatkâr, liyâkatli, mütevâzı, dindar, iyi huylu olmasıyla öne çıkan Mehmed Ârif Bey, 14 Temmuz 1897’de İstanbul Heybeliada’da vefat etti. Kabri, Merkez Efendi Dergâhı hazîresindedir. (Ali AKYILDIZ, “Mehmed Ârif Bey”, DİA)

*

Mehmet Ârif Bey, şerh ettiği «Bin Bir Hadis» kitabında şu anekdota yer verir:

“Mısır’da evlâdını Firerler nâmındaki ecnebî mektebinde tahsil ettirmek hevesinde bulunan, fakat Hıristiyanlığı aşılarlar korkusuyla bu işe teşebbüste tereddüt eden ahbaplarımdan bir zât, bir gün Firer Mektebi’nin müdürünü celb ile (çağırarak);

«–Diyânete müteallık (Hıristiyanlıkla alâkalı) bir söz söylenmemek şartıyla, oğullarımı tahsil için sizin mektebinize vereceğim.» diye teklifini yapar; şartın kābil-i tatbik (uygulanabilir) olup olmadığına dair birçok mübâhaseden (karşılıklı konuşmadan) sonra mösyö müdür şu neticede karar kılar:

«–Mektebin kurulması gayesine aykırı hareket etmek, bizim için mümkün değildir. Biz, mutlak Hıristiyanlığın neşri (yayılması) uğrunda bu kadar külfeti (sıkıntıyı, zahmeti) ihtiyâr eylemişizdir (seçmişizdir). Çocuklara sarâhaten (açıktan), delâleten (ispatlarla), remzen-işâreten, fiilen, kavlen (sözle)… Nasıl mümkün olursa o sûretle Hıristiyanlık telkin etmek vazîfe-i esâsiyemiz (ana vazifemizin) iktizâsındadır (gereğidir). Bunun hilâfında (tersinde) hareket elimizden gelmez. Şu kadar ki, mektepteki hocalardan dinle alâkası olmayan feylesof meşrep birisi vardır. Sizinle olan hukukumuza binâen, maksadınızın tervîci (gayenize destek olmak) için onu tayin edeyim de gelip evinizde çocuğunuza ders göstersin.»

İşte bu kıssadan alınacak ders: Yabancı dil öğrenmekte yabancı milletin dîni ile aşılanmamaya, onları yürekten sevmemeye ve onların zararlı âdetlerini taklit etmemeye dikkat etmektir.” (Binbaşı Numan KURTULMUŞ, Âmentü Şerhi, s. 263)

ŞAHSİYETLİ BİR İSLÂM ÂLİMİ

Bekir Hâki Efendi, 1882’de Dağıstan’ın Karabağ şehrinde doğdu. İlk tahsilini Karabağ’da aldı. 1900’de ailesiyle birlikte önce Van’a oradan da Tokat/Zile’ye bağlı Tevfikiye köyüne hicret etti. Tokat müftüsü Osman Efendi’den icâzet aldı. 1912’de ilim tahsiline İstanbul/Süleymaniye’deki Yoğurtçuoğlu Medresesi’nde devam etti. Aynı sene icâzet aldı. 1914’ten itibaren müderrislik, avukatlık, müsevvidlik, Eminönü müftülüğü ve İstanbul müftülüğü yaptı.

Bekir Hâki Efendi, güçlü bir ilmî hâfızaya sahipti. Kütüb-i Sitte, Müsned ve Muvattâ gibi hadis kitapları başucu eserleriydi. Ehl-i beyte son derece muhabbetli ve hürmetkârdı. Mahviyet içinde yaşadı. Âdeta toprak gibi mütevâzı olmak gayesindeydi. İkinci ismini de bu gayeye muvâfık olarak seçmişti.

Bekir Hâki YENER, 4 Mart 1975 tarihinde vefat etti. Kabri, Edirnekapı’dadır.

*

Bir gün İstanbul (askerî) valisi General Refik TULGA ve yanında yüksek rütbeli iki subay, birlikte İstanbul müftüsü Bekir Hâki Efendi’yi makamında ziyarete gelirler. Refik TULGA, Hocamıza dönerek;

“–Hocam, emir verin de ezan Türkçe okunsun!” der. Hoca Efendi de;

“–Biz burada kendi başımıza buyruk değiliz. Diyanet riyâsetimiz var. Onlardan böyle bir emir almadıkça biz kendiliğimizden herhangi bir şey yapamayız.” der. Vali diretir;

“–Siz pekâlâ emir verirsiniz. Ben de emrediyorum. Ezan Türkçe okunsun!” Merhum Hoca Efendi, o derin gözleriyle valinin yüzüne mânâlı mânâlı bakar ve o nur sakalını eliyle tutarak;

“–Oğlum, ben bu yaştan sonra gâvur olamam!” der. Vali;

“–Ezanı Türkçe okutmak gâvurluk mudur?” diye ısrar edince şu karşılığı alır:

“–Oğlum, onu sen bilemezsin; o bizim sahamızdır, onu biz biliriz.”

Böyle bir durum karşısında, bir diktacının başvuracağı tek çare tehdittir. Vali de bunu yapmakta gecikmez:

“–Öyleyse, siz de bu makamda daha fazla kalamazsınız!” deyince, Hocamızın verdiği cevap, îman ve şahsiyet sahibi her İslâm âliminin vereceği cevap olmuştur:

“–Oğlum, anam beni bu makamda doğurmadı. Zaten biz hizmet edeceğimize inandığımız müddetçe burada kalırız. Aksi hâlde gideriz…”

Tabiî netice malûm… Bir hafta sonra Hoca, müftülükten alınır. (Eyüp Sait TOKATLI, Tohum Dergisi, Mayıs 1975, sa. 87, s. 37)