Tarihî ve İktisâdî İrtibatlarıyla; FAZLASINI İNFAK

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Rasûlullah Efendimiz, kurban etleri hakkında şöyle buyurdu:

“Ben (azık istemek maksadıyla gelen fakirler sebebiyle) size kurban etlerini saklamanızı yasaklamıştım; artık kurban etlerini saklayabilirsiniz.” (İbn-i Mâce, Edâhî, 16; Tirmizî, Edâhî, 94)

Siyer-i Nebî’den bu manzara; İslâm’ın, elindekini paylaşma / infak hususunda şartlara göre artan ve normale dönen esnek bir tâlimat düzeninin bulunduğunu bildiriyor.

Biz ise farz olan mâlî ibâdeti zekâttan ibaret sanıyoruz. Zekâtın nisab miktarına ulaşma, üzerinden yıl geçme, nâmî mallardan olma gibi şartlarını da düşündüğümüzde; konfor içinde yaşayan birçok kişinin zekât ibâdeti açısından mükellef bile olmaması gibi bir vaziyet ortaya çıkabiliyor.

Şöyle düşünelim: Yüksek gelirli bir aile; lüks içinde yaşıyor, yıl içinde biriktirdikleriyle tatile gidiyorlar, arabalarının modelini yükseltiyorlar, ev, yazlık taksiti, oğlan-kız evlendirmek derken ömürlerinin sonuna geliyorlar. Neredeyse zaten hiç «zengin» olmuyorlar. Fakat infâk etmeden, zengin bir hayat sürüyorlar.

Mahir İZ Hocadan nakledilen;

“Fakirlerin havelân-ı havli beklemeye sabrı yok, siz yıl geçme şartı aranmaksızın elinize geçtiğinde maaşınızın zekâtını verin!” tavsiyesi, böyle durumlar için güzel bir çözüm. Peygamberimiz’in kurbanda sergilediği «ihtiyaç ânında yükselen infak ayarları» prensibiyle de mutâbık.

İstatistik ve iktisâdın birleştiği noktada, ülkelerin zenginliğini ölçüyorlar: Gayr-i sâfî millî hâsıla veya kısaca millî gelir. Bir ülkenin bütün üretimlerinin, bütün servetlerinin kişi başına bölünmesi. ABD bu noktada en zengin ülkelerden biri. 50.000 doların üzerinde. Fakat oradan şu korona günlerinde şöyle haberler geliyor:

Günlük 4000 küsur kişinin ölmesinin ardında yatan bir sebep de, birçok vatandaşın, tedavi masraflarından korktuğu için hastahâneye gidememeleri…

Dünyanın en zengin ülkesinde, gönüller bu kadar fakir…

Amerikan sistemini tenkit üzerine yıllardır belgeli filmler çeken Michael Moore’un, ABD sağlık sistemini tenkit eden çalışmasını seyretmiştim. Türkiye’deki gibi herkesin yararlanabileceği bir sağlık sisteminin Amerika’da da kurulmasını teklif edenler olmuş. Fakat önüne daima «komünistleşme korkusu» konmuş. Sosyal dayanışma ile komünizm aynı şey değil hâlbuki.

Biz müslümanların dînimizin infak hususundaki emirlerini daraltan anlayışımız da son bir asırda böyle bir komünizm korkusundan beslenmiş olabilir. Çünkü 1945 sonrası dünyada, biz «ehven-i şerreyn» olarak kapitalistlerin müttefiki olma tercihinde bulunduk. Bunun siyasete ve topluma yansıması, küçük Amerika olma rüyası, Avrupa Birliği tam üyeliği arzusu vb. şekilde devam etti.

Komünizm ve kapitalizmin kavgası, her ikisini de biraz birbirine benzetti. Dünün komünist ülkeleri bugün kapitalistlerden farksız hâle geldi. Dünün kapitalistleri de sosyal devleti en azından kendi vatandaşları için kuvvetlendirmek mecburiyetinde kaldılar. Avrupa ülkeleri gibi. Fakat onlar da bu imkânları, sadece kendi vatandaşlarına tahsis etmek istiyorlar. Mültecîlerden, bu konforu bozacaklar diye nefret ediyorlar.

Ya biz?

Mâzîye baktığımızda, gerek İslâm’ın sâfiyetle yaşandığı devirlerde, gerek Anadolu’nun ahîlik, fütüvvet temellerinde içtimâî dayanışma çok yüksek bir seviyede karşımıza çıkıyor.

Ahînin;

•Eli açık yani cömert olmalı.

•Kapısı açık yani misafirperver olmalı,

•Sofrası açık olmalı; yemek yedirmeli, açları yahut misafirleri doyurmalı.

Hepsi cömertliğe, paylaşmaya ve dayanışmaya çıkan noktalar.

Hattâ ideal bir ahî, günlük 18 dirhemden fazla para biriktirmemeli. Derhâl infâk etmeli. Kazanca dair bir sınır değil, biriktirmeye dair gönüllü bir hudut.

Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın îkaz ettiği, fakat önünü alamadığı büyük fitnelerin tecrübesi; İslâm dünyasında fütüvvet / zühd / tasavvuf adlarıyla iktisâdî sahada böyle bir gönüllü tavrı yaşatmış.

Vakıf medeniyetimiz, mahalle kültürümüz ve hayırseverlik anlayışımız; komünistçe bir baskıyla değil, mâneviyâtın getirdiği fedâkârlık, merhamet ve sevap arzusuyla, toplumdaki paylaşma duygusunu artırmış.

Daralan ve genişleyen infak emirleri cetvelinde, bunun karşılığı şu âyet-i kerîme:

“(Ey Rasûlüm!) Sana;

«–Ne kadarını infâk edeceğiz?» diye soruyorlar…

De ki:

«–İhtiyaç fazlasını!..»” (el-Bakara, 219)

Rasûlullah Efendimiz’in hayatı boyunca bu emri yaşadığı anlaşılıyor. Hattâ son günlerinde, bir dînar parasının derhâl infâk edilmesini emretmesi ve geciktiğini fark edince tekrar tekrar emredip huzura ermesi, bunun son âna kadar tatbikatının şâhidi.

Daralma ve genişleme, yazının başındaki hadîs-i şerifte görüleceği üzere, müslümanların toplam refahı ile ölçülmekte. Komşun aç ise, sen de en azından fazlaca tok olmayacaksın.

Bazen toplum olarak yaşarız:

Ocaklara ateş düşmüşse, bir hâin pusuda şehidler vermişsek yahut bir depremde, âfette kardeşlerimiz ölmüşse, önceden plânlanmış bazı eğlence programları memleket çapında iptal edilir.

Bu da kardeşliğin bir tezâhürüdür. Ahîlik, «ahî, uhuvvet, ihvan» kelimeleriyle aynı kökten geliyor. Cömert mânâsında «akı», yiğit mânâsında «ağa» gibi bir köke istinâd ettiğini söyleyenler de var.

Ahîlerin bir özelliği de fütüvvet. Yiğitlik, delikanlılık, dürüstlük, korkusuzluk, adâleti korumak. Haçlı seferleri, Moğol istîlâsı ve Timur gāilesi gibi zamanlarda, âhiler âdeta bir sivil savunma teşkilâtı gibi devreye giriyor ve âsâyişi deruhte ediyor.

Hak dostları, zamanlarının ihtiyaçlarına göre bir irşad yoluna müyesser kılınırlar.

Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri’nin faaliyetlerine bu noktadan nazar edilirse, kendisinin «ağniyâ-i şâkirîn» zümresini ihyâ ve irşad ettiğini müşâhede ediyoruz. Onlara «riyâzat içinde yaşamak ve fazlasını infâk etmek» şuurunu kazandırdığını görüyoruz.

O devri düşünelim: Medreseler ve dergâhlar kapanmış. Yeni açılabilen az sayıda Kur’ân kursları ise geçmişte sahip olduğu vakıf ve benzeri imkânlardan mahrum. Var olan imkânlar da mağsup. Zaten masonların elindeki idare bu işlere hâlâ gönülsüz. Hademe-i hayrat üç kuruşa muhtaç. Zamanın profesörleri olan müderrisler, evlerine kapanmış birer işsiz vaziyetinde. Ülke maddeten de aç mânen de aç!..

Böyle bir zamanda bir şeyler yapabilmek için, tek çare helâlinden kazanıp hayrâta infâk edecek hayırseverler… Kalkınmaya çalışan ve serbest teşebbüsleri güçlendiren ülkede, fabrikalar ve ticaret müesseseleri belki de mekteplerden, camilerden daha hür. Dergâhların yerini muhasebe odaları alıyor. Mağazaların arka odalarında ders görüşmeleri gerçekleşiyor.

Kaderin cilvesi; Nakşibendîlik, tarihte de «Hâcegân Yolu» olarak adlandırılır. Hâce, hoca kelimesinin bir mânâsı da tüccardır. Ahîlikten hâcegâna tasavvufî bir bağ…

Hamdolsun «ağniyâ-i şâki­rîn»in varlığı nisbetinde, hizmetlerin mekân ve imkân tarafı gerçekleşiyor. İmkânsızlık ve mekânsızlık probleminden kurtulan ehl-i ilim ve erbâb-ı hizmet, faaliyetlerine daha bir gayret ve gönül huzuruyla devam ediyor.

Günümüzde değişen şartlar altında yine dünyada ve yurdumuzda müslümanların ahîlik rûhuna ihtiyacı var. Kültür emperyalizminde en güçlü devrini yaşayan batı yüzünden, kapitalizm iliklerimize işledi.

•Tatmin olmaz arzuların tek çaresi yine riyâzat.

•Paylaşım adâletindeki bozulan terazinin tek çaresi yine infak.

•Zenginlikle şımaran müslümanların tek freni yine sadelik ve tevâzu, yine fazlasını elden çıkarmak.

•Git gide artıp duran sözde ihtiyaçların hududu yine dünyayı fânî, âhireti ebedî bilme şuuru.

•Nefsânî hazlara iptilânın hâl çaresi yine gerçek mânevî lezzetler.

Hâsılı;

Mîrâsın en ince teferruâtını bildiren, aile hukukuyla, tesettürle alâkalı meselelerde tek tek akrabalık derecelerini sayan Kur’ân-ı Kerim; infâkın asgarî hudutlarına ve şartlarına temas etmeyip bu sahayı Sünnet-i Seniyye’ye bırakmış.

Fakat yardımseverlikteki âzamî en üst hudutları, yani;

•Kendini muhtaç duruma düşürmeyecek derecede (Bkz. el-İsrâ, 26-29) infak ehli olmayı,

•Malını cennet karşılığı Allâh’a satıp (Bkz. et-Tevbe, 111),

•Hayratta yarışanlardan olmayı (Bkz. el-Mü’minûn, 61) ve

•Darlıkta dahî ihsan etmeyi (Bkz. Âl-i İmrân, 134) defalarca zikretmekte.

Ezcümle:

Damarlarımızdaki ahîlik / fetâlık rûhunun ve meşrebimizdeki asgarî hudutlara sığmayan engin gönüllülüğü kalplere nakşetme gayesinin bir tezâhürü olarak, «fazlasını infak şuuru» kıyâmete kadar yaşamalı, yaşatılmalı…