Gönül Dünyamızın Üç Kapısı; AĞIZ, GÖZLER ve KULAKLAR

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Dünyada milyarlarca insanın; farklı ırklar, renkler, diller ve çeşitli ayrımları olsa da âhiretteki insanın hâli, ikili bir ayrım olacak. Bu hâl; ya mükâfat görüp cennet olacak veya mücâzat görüp cehennem olacak. Bu kesin gerçek; insanın dünyada yaşarken, her iki sonucu da hesaba katarak hareket etmesini ve buna hazırlıklı olması gerektiğini bildirmektedir.

Allah Teâlâ; insana, sayılamayacak kadar çeşitli nimetler vermiş. Her verdiği nimetten dolayı da muhakkak bir hesap sorulacağını bildirmiş. İnsanı âhiretteki bu keskin ayrıma; verilen bu nimetler ile yapılan amellerin, Allah Teâlâ’nın belirlediği sınırlara riâyet edip etmemesi götürmektedir.

Her yerin bir kapısı olduğu gibi, insan vücuduna da dışarıdan gelecek belli şeyler için giriş kapıları konulmuş.

Bu kapıların ilki ve önemlisi, doğum ânından itibaren faal duruma geçen ve diğer kapıların da bir nevî anası mevkiinde olan ağzımız. Bu kapının; diğer bahsedeceğimiz kapılardan farklı olarak, iki fonksiyonu mevcut.

Bir tanesi; vücuda giren gıdâ tarzı şeylerin kontrolünü yapmak.

Diğeri ise, insanın çevresi ile diyalog kurabilmesini sağlayan konuşma fiilini yerine getirmek ve kontrol etmek.

Ağzımıza ilk gelen misafir anne sütü; bu ilk kapıdan içeri giriyor, vücudu besliyor, büyütüyor ve vücut âzâlarının gelişimini sağlıyor. Bu ilk kapı öylesine mühim bir vazife îfâ ediyor ki, şayet bu kapıdan yanlış veya şüpheli bir şey geçerse, vücudun diğer âzâları da bu yanlış alınan misafirin karakteri ile şekilleniyor. Bu kapıdan giren gıdâ; şayet helâl ve temiz değilse, vücudun diğer âzâları da ona göre hareket ediyorlar. Zira helâl ve temiz olan şeyler; kendisi gibi helâl ve temiz olanı cezbederken, kirli olanlar da kendisi gibi haram ve kirli olanları câzip hâle getiriyor.

Bu kapı, diğer kapıların âdeta giriş kapısı niteliğinde olduğu için, bu kapıdan haram ve şüpheli gıdâ girmişse; bu gıdânın tesiri ile diğer kapıların hassâsiyeti de ona göre ayarlanıyor ve kendilerine gelen misafiri, bu hassâsiyete göre karşılıyor ve içeriye davet ediyorlar.

Bu hususta Ubeydullah Ahrâr -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyuruyor

“Mâneviyat yolunda işin temeli, gıdâya dikkattir. Buna çok ehemmiyet vermek zarurîdir. Zira insanın bedenine giren şeylerin tesiri, onun zâhirinde görülür. Gördüğünüz bütün bu zevksizlik ve perişanlıklar, çoğu zaman şüpheli gıdâlar yemekten kaynaklanır.” (Reşâhat, s. 639)

Gönül dünyamızın ikinci kapısı, gözlerimizdir. Doğduktan sonra; onlarla görmeye ve çevremizdeki dünyayı keşfetmeye başlasak da belli bir müddet, çevremizdeki cisimleri, kişileri ve hâdiseleri, tam mânâsı ile idrâk edemiyoruz. Zamanla, idrâkimiz güçleniyor ve bizim dışımızdaki dünyayı, hâdiseleri ve kişileri temyiz edebiliyoruz, onların bize fayda mı sağladığı yoksa zarar mı verdiğini ayırt edebiliyoruz.

Gözlerimiz, Allah Teâlâ’nın bize verdiği müstesnâ bir nimet. Onunla görüyor, onunla idrâk ediyor ve hayatımızı idâme ettiriyoruz. Onlar olmadığı zaman ne içinde bulunduğumuz dünyayı ne de verilen nimetleri tam mânâsı ile müşâhede edebiliyoruz. Allah Teâlâ; insanoğluna, verdiği her nimeti iyiliğe, güzelliğe ve hayra dair şeylerde kullanmasını emrediyor. Nimetler; yaratılış maksadına uygun kullanılmadığı zaman nimet olmaktan çıkıp, maalesef bizim aleyhimize birer musîbet hâline gelebiliyor.

Yaşadığımız çağ, maalesef göz medeniyetinin hâkim olduğu bir çağ. Çevremizdeki her şey, âdeta gözümüze hitap ediyor. Aldığımız herhangi bir mamulün; zararı veya faydasından ziyade, onun güzel mi yoksa çirkin mi olduğuna, gösterişli olup olmadığına bakıyoruz. Vitrinler, mağazalar ve elimizdeki teknolojik âletler, bu medeniyetin ürünlerini gönül dünyamızın bu kapısına sürekli hücum ettiriyorlar.

Gözümüz enteresan bir âzâmız. Zira; o kapıdan giren görüntü direkt kalbe, dolayısıyla gönül dünyamıza yerleşmiş oluyor ve beden o yöne doğru akıp gidiyor. Göz kapısından içeriye giren misafir; şayet iyilik ve güzelliğe dair bir görüntüyse, kalbi iyiliğe ve güzelliğe sevk ediyor. Böylece vücudun diğer âzâları ve bedenin hareketi de ona göre şekilleniyor. Ancak; görüntü menfî ise, kalp de ona doğru akıyor ve nihayetinde, bedenin hareketi de menfî oluyor.

Gönül dünyamızın üçüncü kapısı ise kulaklarımızdır. Bu kapı da diğer iki kapı gibi ehemmiyetli bir kapıdır. Nasıl ki ağzımızdan ve gözümüzden haram ve şüpheli şeylerin geçmemesi gerekiyorsa, kulağımızdan da haram ve şüpheli şeylerin geçmemesine dikkat etmemiz gerekiyor. Mânevî iklimimizin bahçıvanlarından Hazret-i Mevlânâ bu hususta;

“…insan kulaktan beslenir.” buyurmuşlar. Nasıl ki; ağzımızdan giren gıdâlar bedeni besliyorsa, kulaktan giren sesler de rûhumuzu ve mâneviyâtımızı beslemektedir.

Kulaktan beslenmek isteyenler; gönül dünyalarına gıdâ verecek ilâhî kelâmı ve Allah Teâlâ’nın kusursuz olarak yarattığı kâinâtın, her biri ayrı ibret vesikası olan mahlûkātın seslerini ve yaptıkları vazife esnasındaki âhenge kulak vermeli; kuşların, böceklerin, çiçeklerin ve suların şırıltısında yüce Yaratıcı’nın kudretini ve azametini dinlemeliler.

İnsanın dünyaya geliş gayesi; yiyip içmek, konup göçmek, zevk etmek, dem sürmek, servet toplamak değildir. Dünyaya geliş gayesi; yüce Yaratan’a en iyi kul olabilmek için gayret etmek ve Rabbimiz’in rızâsını kazanmaktır. Bunun için bedenimize giren her şeyin «tıyb» (helâl ve temiz) olması gerekir. Ağızdan giren lokma helâl olmalı, gözden giren görüntü helâl olmalı, kulaktan giren söz helâl olmalıdır ki gönül dünyamız münevver ve mutahhar olabilsin.

Allah Teâlâ verdiği nimetlerin helâl ve temiz olanlarından faydalanarak helâl ve temiz ameller yapabilmeyi bizlere nasip eylesin.

Âmîn…