MÜ’MİN ve GIDÂ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Rabbimiz buyuruyor:

“Muhakkak ki Allah; îmân edip, sâlih amel işleyenleri, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir.

Kâfirler ise dünyada zevklerini yaşamak ister, hayvanlar gibi yerler. İşte onların barınağı ateştir.” (Muhammed, 12)

Bursevî merhum Rûhu’l-Beyan tefsirinde bu âyet-i kerîmeyi şu rivâyetlerle îzah etmiş:

Kuşeyrî -rahimehullah- şöyle der:

“Hayvanlar, nereden bulduklarına aldırmadan önlerine geleni yerler. Kâfir de böyledir. Yediğinin haramdan mı, helâlden mi olduğuna bakmaz. Aynı şekilde hayvanlar, hiç öğün tanımadan devamlı yerler. Kâfirler de öyle oburdurlar. Hazret-i Peygamber bir hadîs-i şerifte şöyle buyurmuştur:

«Kâfir yedi mideye yer, mü’min ise tek bir mideye yer.» (Müslim, Eşribe, 186) Hayvan, yerken gaflet içerisindedir. Kim yerken Rabbini unutursa, onun yemesi hayvanın yemesi gibidir.”

Haddâdî de şunları söylemiştir:

“Mü’minle kâfirin yemesi arasındaki fark şudur:

Mü’minin yemesinde şu üç şey mutlaka bulunur:

•İstemekten çekinmek,

•Edepli davranmak,

•Bir sebebe bağlı olarak yemek.

Kâfir ise arzusu için ister, şehveti için yer; yaşantısı gaflet içindedir.”

“Mü’min ihtiyaç için azıklanır, münafık süslenir ve ihtiyaç fazlasını alır. Kâfir ise faydalanır, vermez.” denilmiştir.

Özetle denilebilir ki:

Kâfirlerin karınları ve şehvetleri dışında bir kaygıları yoktur. Âhiret tarafını hiç mühimsemezler. Onlar günlerini küfürle ve günahlarla telef ederler. Dünyada hayvanlar gibi yiyip içerler. Mü’minler ise, Allah yolunda tâatle çalışırlar. Riyâzat ve mücâhede ile meşgul olurlar. Öyleyse Allâh’ın onlara üst derecede cennetler ihsân etmesi şüphe götürmez bir gerçektir. Hazret-i Peygamber’in şu sözünün sırrı burada kendini göstermektedir:

“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim, Zühd, 1)

Mü’min; dünyanın zindan, nimetlerinin geçici olduğunu bilince, nefsini Allâh’a tâate hapseder. Sonu da devamlı olan nimetler ve cennetler olur. Kâfir âhireti inkâr ettiği için dünyada zevk ve safâ ile vakit geçirir. Ona da âhirette hapis ve cehennemden, zakkum yemekten başka bir şey kalmaz. Büyükler çok az bir gıdâya kanaat ederlermiş. Allah’tan, bizleri korumasını ve gözetmesini isteriz.

Yakında Ramazan ayı ve Kadir gecesini arayışla taçlanacak bir ibâdet mevsimine gireceğiz. Kandillerle kapımızı çalacak olan üç ayları güzel değerlendirmenin en mühim şartı da oruç ibâdetine diğer zamanlardan daha fazla sarılmamız.

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- zaten oruç ile arasını çok fazla açmazmış. Sene boyunca en az ayda üç gün oruç tutmayı hiç terk etmez ve ashâbına tavsiye edermiş. Kendisi pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya gayret edermiş. Üç aylar geldiği zaman, bazen hiç ara vermeyecek zannedilecek kadar oruca rağbet edermiş.

Oruç; yeme içmeyi, tiryakilik sebebiyle ve zevk almak için kullandığımız, yaptığımız her şeyi durduran bir irade idmanı gibi. Bu mevsime girerken; «Zevk nedir, mü’minin zevk duygusuyla irtibatı nasıl olmalıdır?» diye, nörobiyoloji ilminin verileri açısından da bir bakalım.

Allah Teâlâ insanın yaratılışına, kendi bedenî hayatını ve iyi durumunu korumayı sağlayan birtakım duygular koymuş. Hiçbirimiz ne kadar meşgul olsak da yemek yemeyi unutup açlıktan ölmüyoruz. Çünkü açlıkta stres hormonları salgılanıyor, kendimizi sıkıntılı hissediyoruz. Bir şeyler yediğimiz zaman bu sıkıntının geçeceğini de biliyoruz. Çünkü her yemek yememizde beynimizin iç kısmındaki bazı özel hücreler; «Aferin, iyi yaptın!» der gibi, serotonin, dopamin gibi haz veren ve kendinizi iyi hissettiren nörotransmitterleri salgılıyor.

Beynin ödül mekanizması; hâfıza ve davranışları kontrol eden bölümleriyle bağlantılı olduğu için, tekrar aynı mutluluğu yaşamak için ne yapmanız gerektiğini hatırlıyorsunuz. Yani; «Açlık nasıl gideriliyordu?» diye düşünmenize gerek kalmıyor. Bütün bedeniniz yemeğe hazırlanıyor. Ağzınızda tükürük bezleri, midenizde hazım sıvıları salgılanıyor. Buraya kadarı normal bir işleyiş sayılabilir. Ama beyindeki ödül merkezi bizi birçok zaman ihtiyaçtan fazla yemeye veya ihtiyaç olmayan şeyleri alışkanlık hâline getirmeye de yönlendirebiliyor.

Zamanımızda «bağımlılık» tabir edilen zevk tiryakiliği, en büyük problemlerden biri olmuş ve birçoğunun da kaynağı olmaya başlamış durumda. Psikolojik bozukluklardan tutun da çevre felâketlerine kadar birçok problem; insanoğlunun beyin kimyasını dalgalandıracak ve onu biraz avutacak, oyalayacak şeylere olan tutkunluğundan kaynaklanıyor.

Zevk düşkünü bir nesil yetişti+rdiğiniz zaman, hemen her şeyin bağımlısı ile karşılaşabiliyorsunuz. İnternet bağımlılığı artık birçok alt başlık ile inceleniyor: İnternette kumar bağımlılığı, sosyal medya bağımlılığı, online alışveriş, pornografi, oyun, eğlence…

Bir yandan küresel ısınmadan, kaynakların israfından bahsediyoruz; «Peki, bunun sebebi nedir?» diye düşünüyor muyuz? Gelecek nesillerin temel ihtiyaçlarına asırlarca yetebilecek olan enerji; «Beyinde dopamin salgılansın.» diye hızla tüketiliyor. Asıl ziyan olan ise; ömür sermayesi, akıl, ruh ve beden sıhhati.

Bir yandan kuraklıktan şikâyet ediyoruz. Bir yandan da psikoaktif maddelerin yetiştirilmesi ve îmal edilmesi için tonlarca enerji, su ve emek harcanıyor. Bunlardan alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler aklı giderdiği için başka birçok büyük problemi de tetikliyor. Üstelik zamanımızda kolayca üretilen kimyevî zehirler de uyuşturucu olarak çok hızlı bir tahribat yapıyor.

İnsanın zevk arayışı için lüzumsuz yere tükettiği psikoaktif maddeler arasına şekerli gıdâları bile dâhil edenler var. İhtiyaçtan fazla olarak, sırf beyin kimyasını etkilemek için yenilen şekerlemeler de zamanla vücutta insülin salınımında dengesizliklere yol açıp metabolik sendrom denilen hastalıkları tetikliyor ve yaşlılık çağının hayat kalitesini bozuyor.

Meselâ; ülkemizde, yetmiş bin hastanın böbrek nakli için beklediğini, çok daha fazlasının çok sıkıntılı bir işlem olan hemodiyalizle hayatını sürdürdüğünü biliyor musunuz?

Ne yazık ki böbrek tahribatının önemli bir sebebi «Tip 2 diyabet hastalığı». Böbreklerin tahribatı aynı zamanda hipertansiyon ve buna bağlı olarak kalp krizi, felç gibi tehlikeli tabloları da tetikliyor. Kısaca metabolik sendrom denilen bu tablonun da önemli bir sebebi; yeme içmeyi fıtrî bir ihtiyaçtan öte, sıkıntıyı gideren bir zevkli faaliyet hâlinde görmenin sonucu.

Elbette yaşa bağlı olarak organların eskisi kadar iyi çalışamaması biraz da fânîliğin tabiî neticesi. Ama günümüzde metabolik sendrom hastalıkları çok erken yaşlara inmiş durumda. Buna bir çare bulmak için, zevk duygusunun bizi kendine esir etmesine engel olmak gerekiyor.

Biz müslümanlar için hayatın başlıca zevki; vazifeleri yerine getirmenin huzuru ve bunu nasip ettiği için Allâh’a şükretmenin, güzelce kulluk yapmanın mânevî lezzetinden ibaret olmalı. Bunun yanında bize emânet edilmiş olan vücudumuzun sıhhatini muhafaza edecek kadar faydalı gıdâlardan ihtiyacımızı almak da yetmeli. Yetişkin insana yakışan da budur zaten.

İslâm dîninin bütün emir ve hükümleri aslında; bizi çocuksu hâllerden kurtarıp yetişkin, olgun bir insan olmaya doğru götürüyor. Malûmdur ki çocuklar; hep zevk aldıkları şeyleri yapmak, tadını beğendikleri şeyleri yemek isterler. Ama anneler ve eğiticiler çocuğu bile o hâlde bırakmak istemez;

“Hep oyun, eğlence olmaz; biraz da eğitim, terbiye, vazifelere alışma lâzım!” derler.

“Sadece süt içmek, şeker, tatlı yemek olmaz. Faydalı yemeklerden yedikten sonra bir dilim tatlı yiyebilirsin.” diye ölçü koyarlar.

Yetişkinliğin özelliği ise hayatın çoğunu vazifelerin başında geçirmektir. Yetişkin insan; yemek yerken ihtiyacı olan gıdâyı almak için yer, yemelidir.

Eğlenmeyi, hoşça zaman geçirmeyi hayatın gayesi hâline getirmez. Sadece biraz dinlenmek, rahatlamak, kendini tekrar istekli hissetmek için; -meşrû dairede- keyif aldığı şeylerden istifade eder. Keyif alırken bile; ailesine karşı vazifesini yapmaya, çoluk çocuğuna zaman ayırmaya ve böylece onların terbiyesi için bağ kurmaya niyet eder. Böylece ondan da sevap alır.

Eskiden bizim Anadolu insanımız günlük yemek olarak; sebze ile bakliyattan yapılan ve lezzetinden ziyade gıdâsı için yenen ucuz ve mütevâzı yemekleri yerdi. Börek, tatlı gibi daha leziz yemekleri, -daha ziyade- misafirlerine ikram etmek için yapar ve onlardan misafirleriyle birlikte ancak birkaç dilim yerdi. Asıl, ikram etmekten memnuniyet duyulurdu ve bu gönül huzuru yeterdi. Günümüzde olduğu gibi; her gün, her öğünde lezzeti hoşa giden yemekler yenmez, dışarıdan yemekler sipariş edilmezdi.

Hattâ bugün fırınlarda satılan beyaz undan mamûl ekmeğin adı francaladır. Bizim ekmeğimiz; elenmemiş undan, ekşi mayadan yapılan tandır ekmeğidir. O ekmeği; ayrana veya tarhana çorbasına doğrayıp yeseniz, sizi gün boyu tok tutar. Çünkü buğdayın kepeğindeki gıdâlı maddeler ekşi maya ile faydalı hâle gelir.

Böyle mütevâzı bir lezzete sahip olan gıdâlar yavaş hazmedilip, kana yavaş karıştığı için çabuk acıktırmaz. Çoğu batıdan gelen tariflerle ve hammaddelerle îmal edilmekte olan şekerlemeler, meşrubatlar ve hamur işleri ise hızlı kana karıştığı için beyinde serotonin üretimini artırıp daha fazlasını yemeye teşvik eder.

Mesele beden sıhhatinden de öte, asıl dünya görüşü ve ruh dengesi ile alâkalı. İnsanın kaderinde hastalık çekmek varsa irsî olarak da hastalığa yatkın olabilir. Onun da ecri, mükâfatı vardır. Ama insan; bir yandan zevk peşinde koşup, bir yandan hastalıklarla boğuşurken, şu kısa hayatını nasıl değerlendirebilecek? Üstelik ya zevkten gevşemiş veya endişe ve sıkıntılarla gönül huzuru bozulmuş, bunları dert etmekten asıl vazifelerini düşünemeyecek hâle gelmiş ise…

Batı medeniyeti güya ileri ve modern görüntüsünün ardında; insanı böyle önce hasta edip sonra sıhhat peşinde koşturup bir kısır döngü içine hapseden bir maddî külfet kafesi. Bizler bu kafese mahkûm deney fareleri olmak istemiyorsak kendi medeniyetimize dönmeliyiz.

Oruç tutarken; bizi beyin kimyasına bağlı zevklere karşı daha dayanıklı hâle getirip, vazifesini yapmanın huzurlu zevkine alıştıran bu ibâdeti emrettiği için Rabbimiz’e şükredelim.