Fânî Dünyanın Hulâsası SADECE BİR AKŞAM veya KUŞLUK VAKTİ
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Hayat;
İnsan için beyaz bir kundakla başlıyor. Bahar gibi bezeniyor. Çabuk geçen bir yaz ve güzün ardından kış geliyor. O demde;
Ölüm;
İnsanı tahta bir kundakta beyaz bir kefen içinde alıp götürüyor.
Şair ne güzel demiş:
Ana rahminden geldik pazara,
Bir kefen aldık döndük mezara… (Yûnus Emre)
Her şey;
Bir akşam kadar ya da kuşluk vakti kadar bir bölüm içinde yaşanıyor aslında. O kadarcık vaktin adına yüz yıl da denilse, bin yıl da denilse, yine aynı, hepsi sadece bir akşam veya kuşluk vakti.
Lâkin yolun başında;
O kısacık vakti çok çok uzun zannettirecek türlü türlü zaman ifadeleri kullanmak aldatıcı oluyor. Ömürler bu aldanışın içinde uzun görünüyor. O görüntüde gafil insan, nice felsefeler uyduruyor, nice mantıklar üretiyor, nice romanlar yazıyor. Nice kaçışların, nice sapmaların, nice zanların, nice tuzakların içine düşüyor.
Yolun sonunda ise;
Vaktin kısalığını gören her göz, bin yıl yaşamış olsa da ötelere bakarak diyor ki:
‒Bu hayat, fânî!
‒Bir akşamlık an!
‒Kuşluk vakti kadar bir an!
‒Sadece bir saat!
‒Tamamı bir an!
İşte ilâhî tescili:
“Altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi?
O demişti ki:
‒Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!
Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu:
‒Ne kadar kaldın?
O da;
‒Bir gün veya bir günden daha az kaldım, dedi.
Allah, buyurdu:
‒Hayır, yüz sene kaldın. (Üstelik bunca seneye rağmen) yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Eşeğine de bak! (Böyle yapmamız) seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. Şimdi sen (ölen eşeğinden arta kalan) kemiklere de bak, onları nasıl bir araya getiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?
Bütün bunlar kendisine apaçık belli olunca (o kimse) şöyle dedi:
‒Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kādirdir.” (el-Bakara, 259)
Aynı tecellî, üç yüz küsur sene mağarada uykuda kalmış olan Ashâb-ı Kehf misalinde de yaşandı. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Biz o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık). (el-Kehf ,11)
(Sonra yine) Biz, birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri sordu:
‒Ne kadar kaldınız?
‒Bir gün, ya da bir günden az, dediler.” (el-Kehf, 19)
Fânîliğin tezâhürü bu.
Kezâ;
Kıyâmet görüldüğü vakitte ise, fânîliğin ifadesi şu olacak:
“Ancak bir akşam, yahut bir kuşluk vakti kadar…” (en-Nâziât, 46)
Karşılarında azâbı görenlere göre ise bu dünya hayatı daha kısa:
“Gündüzün sadece bir saati kadar…” (el-Ahkāf, 35)
Ölmeden idrâk edenlere ne mutlu!
Şuurlu bir idrâk için Hazret-i Mevlânâ’nın nasihat ve îkazları ne kadar mânidar:
“Kendine gel ey yolcu! Kendine gel! Akşam oldu; ömür güneşi batmak üzere…
Gücün kuvvetin varken; şu iki günceğizde olsun cömertlikte bulun, hayırlı ameller işle…
Elde kalan bu kadarcık tohumu, yani ömrünün geriye kalan son senelerini güzelce ek ve güzelce tasadduk et de; şu iki nefeslik ömürden uzun bir ömür elde edesin…
Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al da, fitilini düzelt, çabucak yağını koy, yani sâlih ameller işleyerek son günlerini kulluk ve ibâdetle geçir, gönül kandilini uyandır!
Aklını başına al da; bu işi yarına bırakma. Nice yarınlar geldi geçti. Hemen tövbe ve istiğfar ile işe başla ki, ekin mevsimi ve iyilik günleri büsbütün geçmesin.
Öğüdümü dinle, beden güçlü bir bağdır. Bizi iyilikten alıkor. Hak yolunda sana engel olur. Yenileşmek, kendini tamir etmek istiyorsan, eskiyi çıkar at; bedene ait isteklerden vazgeç; rûhânî zevkleri ve mânevî heyecanları ara.
Özellikle;
Dedikodulardan, mânâsız sözlerden dilini tut. Paran varsa, onları yoksullara vermek için avucunu aç. Beden hasisliğinden vazgeç, cömertliği ortaya koy.
Şehvetleri, nefsin istediği ve zevkli bulduğu şeyleri terk etmek de, bir çeşit cömertliktir. Şehvete yakasını kaptıran, şehvete dalan kimse bir daha kurtulamaz.
Cömertlik, cennet selvisinin bir dalıdır. Böyle bir dalı elden kaçırana yazıklar olsun.
Nefsin isteklerini terk etmek, sapasağlam bir kulptur. Bu kulp, rûhu göklere çeker çıkarır.
Ey doğru yolda olan kişi! Cömertlik dalı, seni yücelere çeke çeke aslına götürür.
Ey Hak âşığı!
Sen güzellik Yûsuf’usun. Bu dünya da bir kuyu gibidir. Allâh’ın takdirine şikâyet etmeden boyun eğmek, sabretmek ise seni kuyudan çıkaracak, kurtaracak iptir.
Ey dünya kuyusuna düşmüş olan Yûsuf!
İp uzandı, onu iki elinle sıkıca tut. İpten gafil olma ve yakalamışken bırakma; çünkü ömür tükendi, akşam oldu.
Allâh’a hamd olsun ki, bu ipi sarkıttılar. Fazlı, keremi, rahmet ve mağfireti birlikte ihsan ettiler.
Bu ipe yapış da, yeni bir can âlemi gör. O âlem; kirlenmemiş, fesâda uğramamış ruhlar âlemidir. O âlem; ehline apaçık, ehli olmayana da gizlidir.
Unutma;
Bu yokluk âlemi, yani evveli ve sonu yok olan bu dünya, var gibi görünmektedir. Gerçekten de var olan, sonsuz olan öbür âlem ise, yok gibi görünmekte ve gizli bulunmaktadır.”
Bundan dolayı;
Yani imtihan perdelerindeki görüntüde dünyanın varlık, âhiretin yokluk zannedilmesine aldanılmasın diye Hazret-i Allah buyurur:
“Dünya hayatı;
Gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık, sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çer çöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.” (el-Kehf, 45)
“Bilin ki dünya hayatı;
Ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur.
Âhirette ise;
(Hem) çetin bir azap vardır, (hem de) orada Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.
(Bu gerçeği görüp de anlayın ki),
Dünya hayatı, aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (el-Hadîd, 20)
Hâl böyleyken;
Dünyaya dalmak, dert dolu gafletten ibarettir. Sonsuz bilgilerin penceresi önünde gaflet perdesine takılanlar, ebediyet ufuklarını asla fark edemez ve bu fânînin iç yüzünü / derûnî hakikatlerini bilemezler. Çünkü;
“Onlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü / ancak dış yönünü bilirler. (Çünkü) onlar, âhiretten tamamen gafildirler.” (er-Rûm, 7)
Onlar anlamazlar:
وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلٰى دَارِ السَّلَامِۜ
وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
“Allah, (herkesi) selâm yurduna davet ediyor. Sonra (davet edilenlerden) dilediği kimseleri (yani davetine icâbet edenleri) doğru yola iletiyor.” (Yûnus, 25)
Dâvet-i Mevlâ herkese.
Fakat sırât-ı müstakîm üzre hidâyet, o davete icâbet edenlere. İcâbet etmeyenlere ise doğru yolu nasîb etmiyor yüce Allah. Ayrıca onlara dair Hazret-i Peygamber’e ve tabiî olarak bizlere tembihte bulunuyor:
“(Ey Rasûlüm), Sen Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme!” (en-Necm, 29)
Zira;
Allah’tan yüz çevirmiş olup tek istediği dünyada keyfetmek olan kimselerin karakteri; tuhaflıklar girdabındadır, aymazlık içindedir. O karakter, menfaatine uyduğunda kulluk etse bile, hiçbir vakit nefs putunu elinden bırakmaz. Bu sebeple, ilâhî beyan, ona kurtuluş vizesi değil hüsran yazmıştır:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allâh’a yalnız bir yönden kulluk eder.
Şöyle ki:
Eğer kendisine bir iyilik / bir hayır dokunursa buna pek memnun olur,
Şayet bir musîbete uğrarsa / başına bir kötülük gelirse / hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaşırsa çehresi değişir / suratı bozulur / yüz çevirir / gerisin geri dönüverir.
O;
Dünyayı da kaybetmiştir, âhireti de.
İşte bu;
Apaçık hüsranın ta kendisidir.” (el-Hacc, 11)
Hüsran sebebi;
Bir yönden kulluk…
Bu;
Çıkarcı bir memnuniyet ekseninde yüce Allâh’ın değil kendi nefsinin râzı edilmesine yönelik bir kulluk şekli. Hoşuna giden iyilikler, imkânlar, güzellikler, makamlar, mevkiler ve mazhariyetler ile keyiflenen, heyhat, hoşuna gitmeyen imtihanlara, çilelere, sıkıntılara, fedâkârlıklara ve mes’ûliyetlere karşı da suratı bozulan, çehresi değişen bir kulluk şekli. Menfaatperest bir karakterin kulluk şekli. Cennete değil hüsrana götüren bir kulluk şekli…
Kezâ;
Süslü lâkırdılara göz boyayan bir kulluk şekli…
Aslında kulluktan başka bir şey bu.
Yüce hakikat âşikâr:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri Sen’in hoşuna gider. Hattâ kalbindekine (güya) Allâh’ı şâhit tutar. Hâlbuki o, hasımların en yamanıdır / amansız bir düşmandır.”
Zaten;
“(Sen’in yanından) ayrılınca, yeryüzünde ortalığı fesâda vermek, ekinleri tahrip etmek ve nesilleri bozmak için çalışır. (Oysa) Allah, bozgunculuğu sevmez.”
“Ona;
‒Allah’tan kork, denilince, benlik ve gurur, kendisini daha da günaha sürükler. Artık böylesinin hakkından cehennem gelir. O ne kötü yerdir!” (el-Bakara, 204-206)
Öyle kötü bir yer ki, ne tevbe kapısı var ne de geri dönüş imkânı. Orada dünyadaki fırsatların hiçbiri yok. O gün münkirlere şöyle denilir:
“‒Siz, dünyadaki hayatınızda, (bütün) güzelliklerinizi bitirdiniz, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı, alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız.” (el-Ahkāf, 20)
Gaflet uykusuna yenik düşenlerin hâli bu.
Peki;
Hikmet uyanıklığı içinde olanları hâli, özellikleri ve nasipleri nice?
Bunun da cevabı çok net:
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini fedâ eder. Allah, (o fedâkâr) kullarına çok şefkatlidir.” (el-Bakara, 207)
Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi;
“Dünya için harcanan ömür, biter gider; Hakk’ın kendi tarafına doğru çağırıp götürdüğü kişi, ne mutlu kişidir!
Sayılı nefeslerle verilmiş olan ömrü Hak yolunda harcar isen, o ömür sonsuz olur, bitmez tükenmez!”
Hâsılı;
İnsanın bir ömür kaçmaya çalıştığı fakat yine pençesine düştüğü ölüm, bu fânî hayatın en acı köprüsüdür. Onu güzelleştiren yegâne hakikat ise, ancak îmânın tadıdır. O tat, nice acıları lezzete dönüştüren ilâhî bir diriliktir. O tadın tecellîsi hakkında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Üç özellik vardır ki, bunların kendisinde bulunduğu kimse, îmânın tadını tadar:
•Allâh’ı ve Rasûlü’nü herkesten (ve her şeyden) fazla sevmek,
•Sevdiğini Allah için sevmek,
•Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, Îmân, 9, 14, İkrah, 1, Edeb, 42; Müslim, Îmân, 67. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân, 10)
Yâ Rab,
Nasîb et!
Âmîn…