«DOKUNULMAZ ÇİZGİLERİMİZ»

 Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Müslümanın mukaddesleri vardır. Dokunulmaz kıymetleri vardır… Onlara kendisi hürmet ettiği gibi, elinden geldiğince kimseye de el sürdürmez. Bir müslüman; mukaddesâtına, hiç kimsenin elini ve dilini uzatmasına izin vermez. Bu onun îman salâbetinin ve takvâsının bir tezâhürüdür.

Yüce Mevlâ bakın ne buyuruyor:

“…Her kim Allâh’ın şiarlarına / alâmetlerine / hükümlerine tâzim gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)

İslâm düşmanları; alay, istihzâ ve iftirâ gibi çirkin yollarla mü’minlerin mukaddesâtına saldırmayı âdet edinmiştir.

Günümüzde de yaşıyoruz:

•Çirkin karikatürler çizdiriliyor, yetmiyor bina duvarlarına yansıtılıyor.

•Oryantalistler, ateistler ve deistler İslâm hakkında, Aziz Peygamberimiz ve yüce Kitâbımız hakkında ileri geri konuşuyorlar.

•Birtakım modernistler ve tarihselciler de onlardan geri kalmıyor. Kur’ân-ı Kerim’den bahsederken asla bir mü’minin ağzına almayacağı ifadeler kullanan ilâhiyatçılarla da tanıştı Türkiye…

Peki bir müslümanın bu hakaretler, bu istihzâ ve istihfaf dolu davranış ve sözler karşısında tavrı ne olmalıdır?

Bir müslümanın böyle bir şeye tevessül etmesi mümkün olmadığı gibi böyle bir fiilin işlendiği yerde tepkisiz kalması da mümkün değildir.

Bırakın Kur’ân-ı Kerîm’e hakaret edilmesini -hâşâ-, dil uzatılmasını; şerîatımızın herhangi bir hükmüne karşı lâkayt, lâubâlî davranılan bir ortamda bir müslümanın cevapsız, tepkisiz olarak bulunması ve sessiz kalması mümkün değildir.

Fakat bir müslümanın her şeye gücü yetmeyebilir.

Şu hadîs-i şerif de bize üç dereceli bir ölçü veriyor:

“Sizden her kim bir kötülük görürse;

•Onu eliyle düzeltsin;

•Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin;

•Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu, îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Demek ki mü’min tepkisiz kalmayacak. Bu cevâbî karşılık; imkân varsa, öncelikle fiilen ona mâni olmakla olur.

Şerîatın kabul etmediği, reddettiği, uygun görmediği bir kötülüğü değiştirebilecek iktidara sahipseniz, buna engel olabilecek seviyede bir yetkiniz varsa o yetkinizi kullanmanız gerekiyor.

Doğrudan sizin sahanızda zaten böyle alay, istihzâ gibi şenaatlere izin vermezsiniz. Kanunlarınızı, kaidelerinizi koyar gerekli müeyyideyi uygularsınız.

Bir baba evlâtlarına, bir müessese sahibi çalışanlarına doğrudan müdahale etme imkânına sahiptir.

Fakat sahanız dışında bile olsa, mü’minin kuvveti fiilen durdurmaya yetebilir. Meselâ cennetmekân padişahlarımız; bazen sadece bir ferman ile Avrupa’nın teşebbüs edeceği bir edepsizliği durdurmuşlardı.

“Eğer buna gücü yetmezse…” buyruğu çeşitli hâlleri ifade eder:

Karşılaşılan kötülük müdahale sahamızın dışında ise; ona ancak telkin, tavsiye ve protesto yoluyla yani «dilimizle engel olma gayreti» gösterebiliriz.

Günümüzde sivil tepki denilen; toplantı ve yürüyüş, afiş asma, faks çekme, e-posta ve benzeri yollarla da protestolar yapılabilmektedir. İki milyara yakın müslüman gerçekten tepkisini ortaya koyabilse, dünyanın herhangi bir yerinde bir edepsizin İslâm’ın bir kıymetine dil uzatmasına imkân olmazdı. Fakat müslümanların dağınıklığı, eğitimsizliği ve nice dertlerle meşgul bulunması bu imkânı zayıflatıyor.

Rasûlullah Efendimiz üçüncü dereceye işaret etmiş:

“Eğer diliyle mâni olamıyorsa o zaman ona kalbi ile tepkisini koysun.”

Kalben buğz!.. Tasvip etmediğini, kabullenmediğini, asla râzı olmadığını kalbiyle ifade etmek. Yüz çevirmek, uzaklaşmak, kalkıp gitmek.

O çirkin fiile kalp ile duyulan tepki de îmânın en asgarî noktasıdır. Bundan aşağısı olmaz. Kalben de buğzedememek, seyirci kalmak, hiçbir şey olmamış gibi tepkisiz, sessiz kalmak; bunlar, îmânın zerresiyle bile te’lif edilemez.

Ancak maalesef üzülerek ifade etmeliyim; her gün Allâh’ın dînine, Allâh’ın âyetlerine, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetlerine ve hadislerine karşı bir hayat tarzı dikte ettirilen televizyonları, internet ekranlarını müslümanlar tepkisiz bir şekilde seyrediyor. Tartışma programı adı altında ortaya dökülen ehl-i sünnete muhalif onca lâkırdı, yüz binlerce müslüman tarafından seyrediliyor. O kanal e-posta yağmuruna tutulmuyor. Açıklama yapmak zorunda kalmıyor.

Müslüman buralarda tepkisini ortaya koymalı. Allâh’ın dîni ile bağdaşmayan bir kanalı seyretmediği gibi onu seyredenleri de uyarmalı.

Böyle gazete ve dergileri almamalı. Onlara maddî ve mânevî katkıda bulunmamalı.

Bir müslüman; Allâh’ın dînine ters, Allâh’ın reddettiği, kabul etmediği her türlü ortamı reddetmekle mükelleftir. Tepkisiz kalamaz. Bu; isterse oturma odasında televizyon seyrederken olsun, isterse fakültede ders dinlerken olsun uygun bir şekilde tepkisini ortaya koymalı.

Bu tepkinin asgarî seviyesi de o ortamı terk etmek.

Terk etmezse ne olur? Îmânının gerektirdiği asgarî tepkiyi dahî göstermezse ne olur? İşte âyet:

“O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki:

Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (mevzuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın!

Yoksa siz de onlar gibi olursunuz!

Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (en-Nisâ, 140)

Yani Allâh’ın lânetinin indiği o ortamda nefes alıp vermemeli müslüman.

Çeşitli siyâsî baskı zamanlarında, birtakım mecburiyetler dolayısıyla, o mekânı terk edemeyen insanlar olabilir. Bu kişilerin «ne kadar mecbur olduklarını» gözden geçirmeleri gerekir. Âhirette;

“Niçin zâlimlerin, kâfirlerin, fâsıkların arasında kaldınız? Hicret etseydiniz ya?” (Bkz. en-Nisâ, 97) suâline verebilecekleri, esaslı cevapları var mı, bunu düşünmelidirler.

Fakat kendilerini zarûrette görüyorlarsa, onlar da en azından kalbî buğz hâlini muhafaza etmek mecburiyetindedir.

Fakat televizyon seyretmenin, gazete okumanın hangi mecburiyeti olabilir? Ekseriyâ müslümanlar, böyle bir tepki vermelerinin ne kadar mühim olduğunu bilmedikleri için bu hataya düşüyorlar. Hattâ belki de; «Ne diyor bu adam yahu?» diye dinlemeye başlayıp, cehâlet sebebiyle dinlediklerine hak verir hâle de dönüşebiliyorlar.

Evet; bir müslüman evine soktuğu gazeteden de, dergiden de, açtığı kanaldan da, televizyondan da sorumludur.

Son zamanlarda bir de şöyle bir itiraz seslendirilir oldu:

İslâm’ın şiarlarını, temel hakikatlerini; kürsülerde, ekranlarda «akademik olarak» tartışmak, ölçmek, biçmek hür ve serbest olmalıymış. Hattâ kimse protesto da etmemeliymiş. Çünkü bu protestolar, linç oluyormuş.

Biz ilim ve fikir hürriyetine en yüksek derecede sahip bir medeniyete sahibiz. Tarihimizde amelî ve îtikādî olarak farklı mezheblerin bulunabilmesi de bunun şâhididir. Âlimler; risâlelerinde, eserlerinde ve münâzaralarında içtihâda açık meselelerde farklı görüşleri hür bir şekilde serdetmişler ve müdafaa etmişlerdir.

Ancak, hiçbir zaman istihzâ, düşük seviyeli ifadeler, akîdeyi kökten red mânâsına gelecek aşırı te’viller bu hürriyetten istifade edememiştir. Bir fikrin hürmet görmesi için, zarûriyyât-ı dîniyyeye hürmetkâr olması şarttır. Aksi takdirde o bir «fikir» değil, «küfr»dür. Böyle bir kişi artık «İslâm âlimi» midir ki, İslâm âlimlerine tanınan fikir hürriyetinden istifade ettirilsin?

Her şeyden önce edep gelir.

Ehl-i diller arasında aradım, kıldım talep,
Her hüner makbul imiş; illâ edep illâ edep.

Gezdim Halep’i Şam’ı, eyledim ilmi talep,
İlim en gerideymiş; illâ edep illâ edep.

Okuyucularımızın aklına şu sual gelebilir:

Biz dinlenecek hoca ile dinlenmemesi gereken hocayı nasıl ayırt edeceğiz?

Ehl-i sünnet hocalar kimlerdir? Onları nasıl tanıyabiliriz?

Bu sual ilk asırdan itibaren ümmeti meşgul etmiştir.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- Hazretleri bu hususta şu tavsiyede bulunuyor:

“Elbette bu ilim, dindir. Dîninizi kimden aldığınıza iyi bakın!”

Çünkü din tahsili başka bir bilginin tahsiline benzemez. Din tahsilinde meydana gelebilecek yanlışlar ve yozlaşmalar çok vahim sonuçlar doğurur eğer dikkat edilmezse.

Tâ o zaman da böyle tehlikeler var mıymış? Evet, o zaman da münafık var; müslüman olduğu hâlde, eski dîninin birtakım görüşlerini buraya taşımaya çalışanı var; siyâsî veya îtikādî fırkalara kapılanları var. Bizzat dîni tahrif için uğraşan, hadis uyduran veya fitne fesat karıştıran zındık ve yahudi tipler de var. Yahut sırf ahlâkî zaafı sebebiyle, kibri sebebiyle, hatasını kabullenmeyip inat edeni var.

Bu sebeple;

“Aman kardeşim! Ben ilminden istifade ederim. Bana ne?!. Adam iyi bir adammış kötü bir adammış beni alâkadar etmez!” deme lüksümüz yok.

Tabiî ki;

Burada isim isim bir liste verecek değiliz. Çünkü bugünkü bilgilerimiz dâhilinde o listeye yazacağımız ismin yarınını yine bilemeyiz. Bugün o listeye giren kişi de yarın tevbe eder, hâlini ve fikrini ıslah eder, yine liste hatalı olmuş olur.

Bu sebeple, biz prensipleri söyleriz.

Biz ehl-i sünnet ve’l-cemâati ana hatları ile bildiğimizde; bu hatları, bu çizgileri muhafaza eden hocalarımızın peşinden gitmeye gayret ederiz.

Usûl ve erkân çerçevesinde Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya gayret eden, sünnet-i seniyyeyi yaşamaya ve yaşatmaya gayret eden âlimlerimiz başımızın tâcıdır.

Biliyorsunuz delil hiyerarşisinde;

•Kur’ân-ı Kerim,

•Sünnet-i seniyye ve

•İcmâ dediğimiz temel delillerimiz sonra da

•Kitap ve Sünnet’te hükmü bulunan birtakım meselelere kıyasla, hakkında hüküm bulunmayan mevzularda İçtihad diye adlandırdığımız bir müessesse var.

Ehl-i sünnet bir âlim,

•Kur’ân ve Sünnet’i temel esaslar olarak kabul eder.

“Kur’ân tarihseldir.” veya; “Kur’ân bize yeter! Hadisler bizi bağlamaz.” gibi sözler, ehl-i sünnet âlimlerinden asla sâdır olmaz.

Yine ehl-i sünnet bir âlim, icmâ ile sâbit hükümlere ters içtihadlarda bulunmaz. Meselâ başörtüsü; Kur’ân, Sünnet ve İcmâ ile sâbittir. Fakat biri çıkıp;

“Kur’ân’da başı örtme emri yok!” diye lâkırdı edebiliyor. Ehl-i sünnet bir âlimin böyle bir içtihâdı olmaz. Bir âlim, sünnete ve icmâa muhalefet edip de;

“Kadınlar mâzeret hâllerinde namaz kılabilir.” demez.

Ehl-i sünnet bir âlim, sahih bir hadîs-i şerîfi;

“Anlamıyorum! Benim aklıma uymuyor!” diye reddetmeye girişmez. Onu anlamaya gayret eder.

Peki böyle görüşler nereden çıktı? Hür fikirlerin mahsûlü mü bunlar?

Hayır!

Oryantalistlerin İslâm dünyasında özellikle de din ilimleri tahsil edenleri nasıl yoldan çıkardıkları anlatılıyor. Diyorlar ki:

“Biz Osmanlı medreselerine geldik. Birtakım uçuk kaçık fikirler ortaya attık. Ama medreselerdeki ne talebeler ne hocalar bize asla itibar etmediler.

«–Biz dînî geleneğimizde, bugünkü anlayışımızda böyle ifadeleri kabul edemeyiz!» dediler.

Fakat Mısır’a gittik. Orada bazılarını iknâ etmeye muvaffak olduk ve böylece artık eski âlimlerin çizgisinden ayrılan, yeni düşünceler ortaya koyan bir zümre meydana geldi.”

Diğer taraftan şu hatırlatmayı da yapalım:

«Modernistlerden muhafaza olalım.» derken, ayarı çok aşırı kısarak, kendi câmiamızdaki iyi niyetli tertemiz hocalarımızı da, gerçekten içtihâdî olan görüş farklılıklarından dolayı yahut hakikî kriterlerle uydurma olduğu tespit edilmiş bir rivâyete uydurma dedikleri için ve benzeri sebeplerle çizgi dışıymış gibi göstermek de kesinlikle doğru olmaz.

Meselâ;

Dört mezhebin dördü de haktır, fakat bazı meselelerde birbirlerinin hatalı içtihadda bulunduğunu iddia etmiş olurlar. Lâkin birbirlerini -hâşâ- dalâlette görmezler. Bir ehl-i sünnet âlimini de sapık yerine koyup incitmek asla doğru olmaz. Büyük bir kul hakkı olur.

Cenâb-ı Hak, îmânımızı kuvvetlendirsin. Dînimizi sağlam şahsiyetlerden güzel bir şekilde öğrenmemizi nasip buyursun. Dünyanın diğer ucunda dahî İslâm’ın bir değerinin istihfaf edilmesine müsaade etmeyen bir îman kuvvetini ümmet-i Muhammed’e tekrar ihsan eylesin…