ISLAH EDEN SADAKA

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İNFAK ARZUSU

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- anlatır:

“Vaktiyle bir adam;

«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.

Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu.

Ertesi gün belde halkı;

«–(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.» dedi.

Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu.

Ertesi gün halk;

«–(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka yine sadaka vereceğim.» dedi.

(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu.

Ertesi gün halk;

«–(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.» dedi.

(Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama;

«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir.

Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır.

Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14)

HİSSELER

•Niyet, amelden üstündür.

Gönlündeki hâlisâne ve samimî niyetle tasaddukta bulunan kişi; zâhiren verilmemesi gereken yerlere verdiği hâlde, Allah onu isabet ettirmiştir.

Bu hikmet ve hakikatin bir benzerini de, Sâmi Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin şu hâtırasında görmekteyiz:

Bir Anadolu yolculukları esnasında, bir kişi otomobilin önüne çıkarak Hazret-i Pîr’den sigara parası ister.

Bazı yol arkadaşlarının muhalefetlerine rağmen, Sâmi Efendi Hazretleri;

“–Mademki istiyor vermek lâzım!” diyerek hiç düşünmeden etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı uzatıverir. Sevinçle parayı alan fakir, bir anda niyetini değiştirip;

“–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım.” diyerek oradan ayrılır.

Buradaki hikmet şudur ki;

Paranın kaderi, geldiği yere nisbetle gerçekleşir.

•Helâlden kazanıldıysa, helâle ve infâka doğru gider.

•Haramdan geldiyse, şerre ve harama harcanır. İnfak nasîb olmaz.

•Kazancın menşei karışık ise, gittiği yer de öyle karışık olur.

Şu kıssa, bu hakikatin en güzel ifadesidir.

Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî -rahmetullâhi aleyh-’e, ticaretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sorar.

O da;

“–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” buyurur.

Üstâdının yanından ayrılan talebe, yolu üzerinde dilenmekte olan bir âmâ görür. Gönlü ona ısınır. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verir. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ sevinçle hemen oradan ayrılır.

Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı, pek neşeli bir sûrette başka bir âmâ ile konuşurken görür. Âmâ hem de öylesine neşelidir ki, yanındaki arkadaşı ile aralarındaki konuşma, bu sebeple uzak mesafeden dahî rahatlıkla duyulacak derecede yüksek perdeden gerçekleşmektedir. Talebe de gayr-i ihtiyârî şu cümlelere kulak misafiri olur:

“–Biliyor musun, dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de hiç vakit kaybetmeden meyhâneye gidip bir güzel demlendim…”

Duyduğu bu ifadeler talebenin çok canını sıkar. Doğruca Ebû Abbâs Hazretleri’nin huzûruna varır. Hâdiseyi tam arz edecektir ki, Ebû Abbâs Hazretleri onun konuşmasına fırsat dahî vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzatıp, önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi vermesini tembihler.

Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi derhal îfâ etmek üzere oradan ayrılır. Kendisine tembihlendiği gibi, karşısına çıkan ilk kişiye o akçeyi verir. Ancak içini kemiren büyük bir merakla, o şahsı takibe koyulur. Adamcağız, biraz ilerideki bir harâbeye girer. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkarıp yere bırakır. Tam oradan ayrılacaktır ki, talebe önüne geçip sorar:

“–Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın ölü keklik de neyin nesidir?”

Adamcağız, kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce heyecandan kekeleyerek şunları söyler:

“–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk-çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Bu ızdırap içinde kıvranırken; senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor;

«Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!» diye niyâz ediyordum ki, sen karşıma çıkıp o bir akçeyi verdin. Ben de Rabbim’e şükrederek, yenilemeyecek durumda olan o kekliği bu mezbeleliğe bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin bir akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım…”

Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhâl Ebû Abbâs Hazretleri’nin yanına gelir. Hazret-i Pîr, yine talebesinin bir şey söylemesine mahal vermeden şöyle buyurur:

“–Evlâdım! Demek ki sen, kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de verdiğin muhtaca dikkat ettiğin hâlde, zekâtın şaraba gitti.

Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukabil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesi de, onun helâlliğinden kaynaklanmaktadır…”

Bu hâlin mânen îzâhı sadedinde şu hadîs-i kudsîdeki hakikati hatırlayabiliriz:

“Kulum, Bana en çok kendisine emrettiğim farzları îfâ ederek yaklaşır. Farzlara ilâveten işlediği nâfile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder; nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben, âdeta onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den ne isterse mutlaka veririm, Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)

Ârif zâtlar;

“Sen çıkınca aradan, kalır seni yaratan.” buyurmuşlardır.

İradesini Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine râm eyleyen gönüllerin tasaddukları da, Hak Teâlâ tarafından isâbetli bir şekilde yerini bulur.

Meselenin mânevî tarafı böyledir. Fakat zâhirî tarafında dikkat lâzımdır:

ZEKÂTTA «TAHARRλ ŞARTTIR.

Fıkıh kaidesi olarak, elbette bir mü’min zekâtını vereceği kişinin, zekât verilecek 8 gruptan biri olup olmadığını araştırmak ve tespit etmek mecburiyetindedir.

Hattâ, araştırmadan verilse ve verilen kişinin bu sekiz grup kişiden olmadığı anlaşılsa, zekâtı tekrar vermek îcâb eder.

O sekiz grubu bildiren âyet-i kerîme şöyledir:

“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak,

•Fakirlere,

•Yoksullara / düşkünlere,

•(Zekât toplayan) memurlara,

•Gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara,

•(Hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere,

•(Meşrû yoldan borçlanmış) borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur.

Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (et-Tevbe, 60)

Sadaka, infak ve hayırlarda durum daha geniştir.

Bu kıssada anlatılmak istenen husus, samimiyetin Allah katındaki makbuliyeti ve dönüştürücülüğüdür.

Zekât ve sadakaları verirken, infakta bulunurken dikkat edilmesi gereken mühim bir husus da, zarâfet ve inceliktir.

İNCİTMEDEN VERMEK

Zekât, sadaka ve infak; kulu, Cenâb-ı Hakk’a kulu yaklaştıran ibâdetlerdir. Bu ibâdetleri îfâ ederken de hassâsiyet ve îtinâ göstermek lâzımdır.

Veren, dâimâ, alana bir teşekkür edâsı içerisinde ikrâm etmelidir. Verirken alanı asla istihfâf etmemeli, verdikten sonra da kesinlikle başa kakmamalıdır. Bilhassa muhtaç olup da istemek mecburiyetinde kalan muhtaçları; «Daha yeni verdik, bugün git yarın gel!» gibi çirkin sözlerle azarlamaktan sakınmak gerekir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ
مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَٓا اَذًىۜ

“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 263)

Çünkü bunlar, sadakaları Allah katında iptal eden çirkin davranışlardır. (Bkz. el-Bakara, 264)

Veren kişi unutmamalıdır ki; «Sadakaları Allah alır.» (et-Tevbe 104)

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan önce Allâh’ın (kudret) eline geçer. (Yani muhtaca verilen sadakaları önce Allah alır, sonra fukaraya devreder.)” (Münâvî, Künûzü’l-Hakāyık, s. 34)

İşte bu hakikati gönülden hisseden Hak dostları, infâkın îtina ve zarâfetle edâ edilmesi gerektiğini hatırlatmışlardır.

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri de şöyle buyurur:

“İnfak hususunda aslında veren kimsenin alan kimseye karşı büyük bir teşekkür edâsı içinde olması gerekir. Çünkü veren, alan kimse vesilesiyle dünya ve âhiretteki birçok iptilâ, musibet ve sıkıntılardan kurtulmuş olacaktır; hepsinden daha mühimi Allâh’ın rızâsını kazanacaktır.”

Nitekim sahâbe-i kirâm efendilerimiz, infâk ederken, muhataplarına bir teşekkür ve minnet yükü yüklemeyerek şöyle diyorlardı:

“…Biz sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz, çok çetin ve belâlı bir günde (kıyâmet gününde) Rabbimiz’den (O’nun gazabına uğramaktan) korkarız.” (el-İnsân, 9-10)

İnfak bu zarâfetle edâ edildiğinde kulu Allâh’a yaklaştıran rûhâniyet dolu, feyizli bir ibâdet olur. Cenâb-ı Hak; merhametli, cömert ve infak sahibi kullarına sonsuz keremiyle mukabelede bulunur ve yardım eder. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Siz, cömerde ta‘n etmeyin. Cömert eğer sürçerse, Allah onu (mecâzî olarak) elinden tutup kaldırır.” (Heysemî, VI, 282)

Bir de bu kıssa, mazeretin olmamasını ifade eder:

•Bahane yok!..

Hayırlı işlerin önünde, nefs ve şeytan tarafından birçok bahane ve mazeret üretilir.

Meselâ tasadduk etmesi gereken kişi;

“Herkes zengin, şimdi fakir mi kaldı. Allah versin. Herkes gibi çalışsın o da kazansın!” der!

“Ne mâlûm gayr-i meşrû yere harcamayacağı?” der.

“Dilenmek günah değil mi? Ben bu isteyene verince, onu teşvik etmiş olmayacak mıyım?” der.

Bunların hepsi sûret-i haktan görünse de, cimriliğe bahane olur. Bu sebeple Musa Efendi Hazretleri, istismâr etmesi ihtimali bulunan sâiller hakkında dahî;

“–Az da olsa vermek, fakat nefsin cimriliğine mağlûp düşmemek lâzım…” buyururdu.

Kıssadaki zât;

“Nefsimin hiçbir bahanesini dinlemeyeceğim, tasaddukta bulunacağım, inanıyorum ki, Cenâb-ı Hak, onu yerine ulaştıracak!” diye azmedince, yüce Allah, hem kabul buyurdu hem de isabet ettirdi.

İnfak sadece paradan yapılmaz. Bu tefekkürle, mazeretleri bertaraf etmenin misallerini şöyle genişletebiliriz:

ÜMİTVAR OLMAK

Talebe okutması gereken bir âlim, nefsinin mazeretlerine inanırsa;

“–Şimdi ilmin tâlibi mi kaldı? Vefâlı talebe mi kaldı?” der, ümitsizliğe kapılır, bedbin bir şekilde hizmetten geri kalır.

Şâzelî meşâyıhından Derkāvî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Üstâdım beni bir kabîleye gönderiyordu. Ona dedim ki:

«‒Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım…»

Bana üstâdımın cevabı şöyle oldu:

«‒Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Yani kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin.)»”

Yine emr-i bi’l-mârufta bulunması gereken kişi;

“–Bu zamanda kim dinler ki?!.” der, köşesine çekilir.

Bu kıssa, böylelerine;

“–Sen azmet ve gerçekleştir! Bahanelere sığınma! Niyetinin samimiyeti, amelini isabet ettirecektir!” mesajını vermektedir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim bize Ashâb-ı Sebt’i misal verir. Onlara Cenâb-ı Hak cumartesi günü avlanmayı yasaklamıştı.

•İçlerinden bir grup bu yasağı çiğniyordu.

•Bir grup onları ikaz ediyor, nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getiriyordu.

•Üçüncü bir grup ise, yasağı çiğneyenlerden ümit kesmişti. Onları ikaz etmenin bir faydası olmadığını düşünerek, tebliğ vazifesini terk etmişti.

Helâk geldiğinde, sadece yasağı çiğneyenlere değil, onları ikaz etmeyenlere de isabet etti. Sadece tebliğ vazifesini yerine getirenler kurtuldu.

Demek ki;

“Faydası yok!” diyerek hakkı tavsiye vazifesini terk etmeye ruhsat yoktur.

Necip Fazıl bu mânâyı şiirin diliyle şöyle ifade eder:

Tohum saç! Bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylân, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

Asr-ı saâdette de Peygamber Efendimiz; bin bir meşakkat ve zorluk karşısında ümitsizliğe düşmemiş, sabır ve azimle gayret ederek muvaffak olmuştur.

Mekke devrinde büyük zulümler karşısında altı senede ancak 40 kişi müslüman oldu. Fakat müslümanların azmi devam etti. Bu azimle hicrette takrîben 190 aile hicret etti. Medine’deki ilk nüfus sayımında 1.500 kişi tespit edildi. Bu gayretler neticesinde İslâm öyle yayıldı ki, Vedâ Haccı’na 120.000 kişi iştirâk etti. Gelemeyenler de hesaba katılırsa, müslümanların sayısı 150.000’e vardı. Demek ki on yıl içinde Medine’ye gelen 1 kişi, 100 kişi oldu.

Tevfîk Allah’tandır. Bereketi verecek Cenâb-ı Hak’tır. Müslüman dâimâ nikbindir, ümitvardır. Asla bedbin ve ümitsiz değildir. Çünkü o dâimâ bilir ki gücü verecek Cenâb-ı Hak’tır.

Unutmamalıdır ki;

Gayretlerimizde ihlâs ve takvâmız arttıkça, Cenâb-ı Hak da yardımını artırmaktadır. Bedir zaferinde böyle olmuştur. 1.000, 2.000 ve 3.000 melekle te’yîd-i ilâhî gelmiştir.

•Günahkâra değil, günaha husûmet

Kıssadan alacağımız bir ders de, günaha olan nefret ve düşmanlığı, günahkâra taşıtmamaktır.

Bir mü’min, Allâh’ın yasakladığı bir şeyi elbette nefretle karşılayacaktır.

Ayrıca, günahkârlarla ihtilât, fâsıklarla beraberlik, kişiyi helâke sürükler.

Bu sebeple, müttakî mü’minler, günahkârlardan uzak dururlar.

وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۖ

“…Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın!..” (el-Mâide, 2) tâlimâtı sebebiyle de, günahlardan vazgeçmeyen kişileri desteklememek lâzımdır.

Ancak; onlara tebliğ, emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi devam etmektedir.

Hidâyet ve rahmet üslûbu gereği, muhataba şefkat ile yaklaşmak da tebliğin tesirini artırır. Problemini çözdüğünüz, derdiyle dertlendiğiniz kişi, sizindir. Yani sizin söylediklerinizin, onun menfaatine olduğunu daha iyi idrâk edecek, peşin hüküm gibi mâniaları aradan kaldıracaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Hak dostları, günahkârlara da şefkat ile yaklaşarak onların hidâyet ve ıslahlarına vesile olmuşlardır.

Bu hâlin güzel bir misâlini Abbâd bin Şurahbîl -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:

Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullâh’a götürüp şikâyet etti.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bahçe sahibine;

“−Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!” buyurdu.

Sonra bahçe sahibine torbamı iâde etmesini söyledi. Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım sâ‘ (yaklaşık 3 kg) miktarında yiyecek verdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

Gaflet ehlinin içinde, bir imdat eli bekleyen nice gönlü kırıklar vardır. Bu hakikati ifade için, şair ne güzel söylemiştir:

Harâbât ehline hor bakma zâhid,
Defîneye mâlik vîrâneler var!

Cenâb-ı Hak; bizlere fedâkârlığı, infâkı ve tasadduku sevdirsin. Dünya malını, âhireti kazanma malzemesi yapabilmeyi tâlim buyursun.

Âmîn!..