KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -24- İSLÂM’DA TAKVÂ HAYATI

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

GERÇEK SAHÂBÎ

Ashâb-ı kiramdan Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’a iki kişi selâm vererek;

“–Sen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîsi misin?” diye sormuşlardı.

O da;

“–Bilmiyorum.” cevabını verdi.

Gelenler; «Acaba yanlış birine mi geldik?» diye tereddüt ettiler. Selmân -radıyallâhu anh- sözlerini şöyle tamamladı:

“–Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte cennete girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)

Bir başka kıssa:

Tâbiîn’den Hareşe bin Hurr -rahmetullâhi aleyh- anlatır:

Bir defasında Mescid-i Nebevî’deki bir halkada oturuyordum. Orada güzel görünüşlü yaşlı bir zât da vardı ki o Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anh- idi.

Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anh- oradakilerle güzelce sohbet etti. Sonra kalktı. O kalktığı zaman oradaki cemaat;

“–Cennet ehlinden birine bakması her kimi sevindirecekse işte şu zâta baksın!” dediler.

Ben de onu takip etmeye karar verdim. Evine vardığımızda;

“–İhtiyacın nedir, ey kardeş oğlu?” diye sordu. Ben de ona;

“–Ben o cemaatten işittim ki, sen oradan kalktığın zaman onlar senin için; «Cennet ehlinden birisine bakması her kimi sevindirecek ise işte şu zâta baksın.» diyorlardı. Bunun için senin maiyyetinde olmak beni çok memnun etti.” dedim.

Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anh-;

–Cennet ehlini ancak Allah bilir. Onların neden bunu söylemiş olduklarını ben sana anlatayım.” dedi, zamanında gördüğü bir rüyayı ve Peygamber Efendimiz’in o rüyanın tabiri hakkında söylediklerini anlattı. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 148)

Buhârî’nin rivâyetinde ise Hazret-i Abdullah, kendisi hakkında cennetlik denmesi üzerine;

“–Vallâhi hiç kimseye bilmediği bir şeyi söylemesi yakışmaz!” demişti. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 19)

Bir başka misal:

Sahâbenin meşhur zâhid ve âbidlerinden olan Osman bin Maz‘ûn -radıyallâhu anh- vefât etmişti. Bir kadın;

“–Ey Osman, şahâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ifadelere müdahale ederek;

“–Allâh’ın ona ikrâm ettiğini sen nereden biliyorsun?” buyurdu.

Kadın;

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim.

Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum…” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Sahâbe-i kiram, peygamberlerden sonra en yüksek mânevî mevkii hâizdir.

Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, hakkında Fahr-i Kâinât Efendimiz’in;

“Ehl-i beytimdendir!” buyurduğu çok kıymetli bir sahâbîdir.

Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anh- da, önceden yahudilerin ileri gelenlerinden bir haham iken, Rasûlullah Efendimiz’in Medine’ye hicretinden sonra, mübârek sîmâsına bakıp;

“Bu yüz yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuş ve yahudilerin yalan ve inkârlarını ortaya çıkarmış mübârek bir sahâbîdir. (Tirmizî, Kıyâme, 42/2485; Ahmed, V, 451)

Osman bin Maz‘un -radıyallâhu anh- da zühd ve takvâsıyla temâyüz etmiş bir sahâbî idi.

Bu fazîlet ve hakikatlere rağmen;

Sahâbî efendilerimiz, ulaştıkları makamlardan dolayı asla bir tefâhur içine girmemişlerdir. Zira onlar biliyorlardı ki;

MÂNEVİYATTA TEMİNAT YOKTUR

Dünyevî diplomalar ve apoletlerde, «müktesep hak» mefhumu vardır. Bir kere alınınca, kazanılmış bir hak hâlinde ömrün sonuna kadar devam eder. Meselâ üzerinden 40 sene de geçse hiçbir doktora; «Mektepte öğrendiklerini unuttun mu?» diye tekrar imtihan yapılmaz.

Fakat mânevî dereceler böyle değildir. Takvâ, devamlılık ister. Devamlılık olmazsa -Allah korusun- kişi, kayıp gidebilir. İmtihanlarla dolu dünya hayatı, son nefese kadar kaygan bir zemin üzerindedir.

Kur’ân-ı Kerim, bu hususta Kārûn ve Bel‘âm bin Baûrâ misallerini verir.

Kārûn, zamanında takvâlı bir kişiydi. Tevrât’ı en iyi tefsir edenlerden biriydi. Fakat imtihan olarak sahip olduğu servetin sarhoşu oldu;

«‒Ben!» dedi.

«‒Benim malım!» dedi.

«‒Ben kazandım!» dedi.

Allâh’ın verdiği malı kendine izâfe etti. Kaydı gitti ve servetiyle beraber yerin dibine geçti.

Bel‘âm bin Baûrâ da, mâneviyatta çok derece kazanmıştı. Rivâyetlere göre «İsm-i Âzam»a nâil olmuştu. Duâları kabul oluyordu. Fakat ayağı kaydı, hevâsına uydu, öyle şaşkın ve bâtıl bir yola saptı ki; Kur’ân-ı Kerim, onun hâlini, dilini sarkıtıp soluyan bir kelb manzarası ile tarif etti.

Îmanda ve takvâda ayak kaymasından muhafaza için ise tek çare, büyük bir titizlikle yaşamak ve yaşatmaktır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ

“Ey îmân edenler! Eğer siz, Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz, (yaşar ve yaşatırsanız) O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

GERÇEK TASAVVUF

İslâm’ın Rasûlullah ve ashâb-ı kiram hazerâtı tarafından; böyle bir feyiz, rûhâniyet ve mâneviyatla dolu, ihlâs ve takvâ ile yaşanışı «gerçek tasavvuf»tur.

Maalesef zamanımızda, tasavvuf nâmına avâmî birtakım manzaralar ortaya dökülmekte:

Bol bol kerâmet izhârı, yüksek mevkî ve pâyeler, rüyalara, acayip ve garâip hâllere istinâd ettirilmeye çalışılan, şerîata uymayan hâller…

Gerçek tasavvufun değişmez esası, tezkiye ve tasfiye iken; birtakım nefsânî arzuların en çirkin mâhiyette dindar bir kılıfa sokulmaya çalışılması…

Gerçek tasavvufun ilk şartı enâniyeti terk etmek iken; henüz hayatta olan kişilere pek yüksek unvanlar, sıfatlar koyma yarışı…

Gerçek tasavvufun özü, «beyne’l-havf ve’r-recâ» son nefese kadar kulluk iken; şerîattan tavizler…

Bu kötü örnekler; maalesef, bizzat tasavvuf müessesesine ve İslâm’a zarar vermekte.

Tarih boyunca böyle kişiler zuhur ettiği için, gerçek Hak dostları, böyleleri için; «Mâneviyat yolunun yol kesicileri» tabirini kullanmışlar ve müslümanları firâsetli olmaya davet etmişlerdir.

Hak dostlarının şu îkazları ne güzeldir:

İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- buyurur:

“Rasûlullâh’ın ve ashâbının yolunda olmayanı, havada uçar görsem yine doğruluğunu kabul etmem!”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Kendisine kerâmetler verilmiş, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile, hemen ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhî hudutları muhafaza ediyor mu, şer‘î hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız!”

GERÇEK KERÂMET

Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- buyurur:

“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnet’e uymuyorsa bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.”

Avam halk, kerâmet bahsinde fizikî hârikulâde hâdiselere itibar eder.

Hâlbuki; dünyada müslüman dahî olmadığı hâlde, bazı rûhânî sırlara muttalî olarak hârikulâde hâller gösterenlere rastlanır ki, bunlara «istidrâc» denilmiştir.

İstidraç; kâfir, fâsık veya müteşeyyıh, yani velî olmadığı hâlde velîlik iddiâ eden bazı şahıslardan zuhûr eden birtakım fevkalâde hâllerdir.

Âhirzamanın büyük fitnelerinden Deccal’in de birtakım fevkalâde / tabiatüstü hâller göstereceği mervîdir.

Bunlar şeklen enbiyânın mûcizelerine ve evliyânın kerâmetlerine benzerse de, mâhiyet bakımından çok farklıdır. Bir mâneviyat tuzağıdır.

Onların arzu ve iddiâlarına uygun olarak meydana gelen böyle hâller, ekseriyetle birtakım rûhî temrinler neticesinde gerçekleşir. Uzun süre yemek yememek ve benzeri riyâzatlarla ruhtaki bazı kabiliyetleri, kuvveden fiile çıkarmak mümkündür.

Meselâ Hint fakirleri de riyâzat yoluyla rûhî bir kuvvete ulaşırlar. Yılanların, akreplerin yanına girer çıkar, birtakım gösteriler yaparlar.

Bazen de bu esrarengiz hâller, sihir veya cinnîlerden «huddam» kullanmak sûretiyle vâkî olur.

Bazı insanlar da bunu, şâhit olanların nazarına tesir ederek illüzyon veya hayal mahsûlü olarak gösterirler.

Bunların bir mü’min nazarında hiçbir kıymeti yoktur.

Velîlerin kerâmetleri, muhatapta kuvvetli bir tesir icrâ etmesi için Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla gerçekleşir. Hak dostları, ekseriyâ kerâmetleri izhâr etmeyi arzu etmezler. Bunu bir imtihan bilir ve âdetâ gizlemeye çalışırlar. Bunların enâniyeti kabartarak mâneviyatlarına zarar vermesinden endişe ederler.

Fizikî kerâmetler, velâyetin şartı da değildir. Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in, sahâbenin en fazîletlilerinden olduğunda şüphe yoktur. Ancak kendisinin fizikî bir kerâmetinin olduğu bildirilmemiştir. Onun kerâmeti Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muazzam sadâkat ve muhabbetidir.

Hakikî kıymeti hâiz, gerçek kerâmet ise, istikamettir.

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 112) emrine tam ittibâdır.

Tasavvufta; letâifin inkişâfı; riyâzat, mücâhede gibi derûnî gayretler olduğu için, mânevî birtakım zuhûrâtın kalbe gelmesi tabiîdir. Ancak bunlara dikkat olunması gerekir.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Ehlullah’tan mânevî zuhûrat ve tulûatları karşısında firâset ve dirâyet sahibi olanlar, o hâlleri (fiilî kıstas olarak) şer‘î ölçülerle mîzân ederler.

Eğer bu hâller şer‘î ölçülere uygun ise onlara îtimâd edip izhâr ederler, tatbikāta geçirirler.

Fakat kendilerinde vukû bulan bu hâller şer‘î ölçülere aykırı ise onlara îtibâr etmez, ilgi ve alâka göstermezler.

Bir Hak dostu buyuruyor ki:

Kalbimden gelen sözü iki âdil şâhit olan Kur’ân ve Sünnet ile kontrol etmeden kabul etmem.”

Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurur:

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz:

Biri, Allâh’ın kitâbı Kur’ân;

Diğeri Rasûlü’nün sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3)

Dînî tahsil ve terbiyeden mahrum bırakılmış câhil halkın aldatıldığı bir husus da rüyalardır.

RÜYALAR

Kişinin gördüğü rüyalar yahut kendisine anlatılan rüyaların muhtevâsına kapılarak, gayr-i şer‘î bir hususu kabullenmesi asla doğru değildir.

Evvelâ hadîs-i şerifteki şu taksimat çok mühimdir:

“Rüya üç kısımdır:

Birincisi sâlih rüya olup Allah’tan bir müjdedir;

İkincisi şeytanın verdiği korku, (vesvese) ve hüzündür;

Üçüncüsü de kişinin kendi kendine konuştuğu (hayal mahsûlü) şeylerdir.

Kim rüyasında hoşlanmadığı bir şey görürse, onu başkalarına anlatmasın; hemen kalkıp namaz kılsın…” (Buhârî, Tâbîr, 26; Müslim, Rüyâ, 6)

Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

“Sizden biriniz hoşlanmadığı bir rüya görünce, sol tarafına üç defa tükürsün; şeytanın şerrinden üç defa Cenâb-ı Hakk’a sığınsın.

[Yani;

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

«Taşlanmış şeytandan Allâh’a sığınırım.» desin.] Yattığı taraftan öbür tarafa dönsün.” (Müslim, Rüyâ, 5)

Rüyaların bu çeşitliliği sebebiyle, çok dikkat gerekir. Sâdık ve sâlih rüyaları, ancak ehli tabir edebilir ve kişinin iç dünyasını alâkadar edecek îkazlarda ve işaretlerde bulunabilir.

Rüya tabirinin Allah vergisi / vehbî bir yönü vardır. Bunu imam-hatip hocamız Celâleddin ÖKTEN şöyle ifade eder:

“‒Daha önceleri sırf dînî ilimlerle meşguliyet içindeyken rüyaları tabir husûsunda bir mazhariyet içinde idim. Rabbim her tabiri isabetli kılıyordu. Fakat sonraki devirde tevhîd-i tedrîsat kanunu îcâbı felsefe derslerine de girmeye mecbur oldum. Maalesef bu meşguliyetin neticesinde benden bu rüya tabiri ilmi alındı, ondan sonra artık isabetli bir tabir yapamaz oldum.”

Fakat;

Unutulmamalıdır ki, dînimizin kaideleri Kur’ân ve Sünnet ile tespit ve tayin buyurulmuştur. Hiç kimse, gördüğünü iddiâ ettiği rüyalarıyla helâli haram, haramı helâl yapamaz. Şerîati değiştiremez.

Sadece peygamberlerin gördükleri rüya, kendilerine gelen vahiy çeşitlerindendir.

Buna rağmen Hazret-i İbrahim; oğlu İsmail’i kurban ettiğini gördüğü rüyayı, üç kere tekrâren görünceye kadar, onunla amel etmekte acele etmemiştir.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, rüya ile insanları kandırabilecek kişilere karşı îkazen şöyle buyurmuştur:

“Yalanların en büyüğü, kişinin görmediği rüyayı gördüm demesidir.” (Buhârî, Tâbir, 45)

Hâsılı;

Bu yol öyle bir dikkat ister ki;

Mâneviyat yolcusunun; velev ki, devamlı istikamette de olsa amellerine güvenerek, enâniyete ve tefâhura düşmemesi gerekir.

AMELLER DE KABULE MUHTAÇ

Zira;

Ameller de kabule muhtaçtır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;

“– (Şerîat muhtevâsı içinde) orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sayesinde kurtuluşa eremez.” buyurdu.

Yanındakiler hayretle sordu:

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” (Müslim, Münâfikûn, 76, 78. Bkz. Buhârî, Rikāk, 18, Merdâ, 19)

Bu nebevî terbiye içinde yetişen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için şöyle duâlar talep etmiştir:

“…Sizden ricam, hüsn-i hâtime ile (son nefesi îmân ile vererek) Rabbime kavuşabilmem ve Mahlûkâtın En Hayırlısı’nın sünnetine tâbî olabilmem için duâlarınızda beni hatırlamanızdır.”

“Kim beni seviyorsa, hüsn-i hâtime ve Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ hususunda muvaffak olmam için duâ etsin!”

Kardeşine yazdığı bir mektupta da bu hissiyâtını şöyle dile getirmiştir:

“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.

Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerinde iflâs etmiş olarak görmüyorsan; bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan da, Allâh’ın rahmetinden ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır.”

Bu samimî satırlardan da anlaşılacağı üzere;

Hak dostları dâimâ tevâzu ve mahviyet içinde yaşamışlardır. En ufak bir şöhret ve gösterişten dâimâ kaçınmışlardır. Tasavvufun esas gayesi de zaten budur.

Maalesef günümüzde bu esasa muvâfık olmayan bazı iddialı sözler duyuyoruz:

“Beni şeyhim kurtarır, o benim elimden tutar. Filân şahsın elini tutan cennetliktir.” vs.

Bunlar tamamen şeytanın getirdiği vesveselerdir. Bunların tasavvufla hiçbir alâkası yoktur.

Şefâat haktır, ancak Allâh’ın iznine tâbidir. Âyet-i kürsîde buyurulur:

مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ

“…İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)

Yani şefâat Cenâb-ı Hakk’ın iznine tâbi olduğu cihetle, kimler için şefâate izin verileceği bu dünyada herkes için meçhuldür. Bu hakikate rağmen insanların kendi zanlarınca; «Falanca bu izne nâil olur ve bana da şefaat eder.» diye birtakım kuruntulara ve temennîlere kapılmaları ve bunları kat’î hakikatlermiş gibi söylemeleri son derece tehlikelidir.

Zikrettiğimiz üzere herkes Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine muhtaçtır.

Tasavvufun ne olmadığını ifade ettikten sonra, onun gerçek tariflerinden birkaç tanesini zikredelim:

•Tasavvuf güzel ahlâk ve edeptir.

•Tasavvuf, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesidir.

•Tasavvuf, nefsânî arzularla sulhü olmayan mânevî bir cenktir.

•Tasavvuf ihlâsa erebilmektir.

•Tasavvuf istikameti yaşamaktır.

•Tasavvuf, rızâ ve teslimiyettir. Şikâyeti unutma sanatıdır.

•Tasavvuf, yâr olup bâr olmamaktır. Yani herkesin yükünü çekmek ve buna mukabil kimseye yük olmamaktır.

Bu muhtelif târiflerin ortak yönleri itibariyle;

Tasavvuf; müminlerin iç âlemini düzelterek onları mânen tekâmül ettiren, kulu ahlâk-ı hamîdeye erdirerek Hakk’a yaklaştıran ve bu sûretle de «mârifetullâh»ta mesafe katettiren bir ilimdir.

Velhâsıl;

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bütün tasavvufî tariflerin ve mânevî terbiyenin hulâsasını ve mâhiyetini ne güzel ifade eder:

مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ
مَنْ خَـاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَـارَمْ

“‒Bu ten bu canda durdukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın yolunun toprağıyım, tozuyum.”

O Allah dostu, kendisini bu hakikatin dışına çıkarmaya çalışanlar gafiller hakkında da der ki:

“Her kim benden bunun dışında bir söz naklederse, o sözden de bîzârım ve şikâyetçiyim, o kimseden de bîzârım ve şikâyetçiyim.”

Cenâb-ı Hak, İslâm’ın ahlâk ve rûhu olan gerçek tasavvufu bu hakikatler çerçevesinde ihlâs ve takvâ ile yaşamayı cümlemize nasip ve ihsân eylesin.

Âmîn!..