VAZGEÇİLMEZLERİMİZ NELER?

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Bir genç, padişahın kızına âşık olmuştu. Bir gün kapısına geldi ve hislerinden bahsetti. Haber, padişahın kızına iletilince hanım sultan kapıya geldi ve gence;

“–Al şu bin dirhemi de vazgeç bu sevdadan. Bir daha da hem bana hem sana zarar verecek böyle bir şey söyleme!” dedi.

Genç vazgeçmeyince;

“–Öyleyse iki bin dirhem al!” teklifinde bulundu. Ancak gencin cevabı yine olumsuz oldu.

Bu şekilde her defasında, yapılan teklifler boşa düşüyordu. Nihayetinde pazarlık on bin dirheme vardı. Bu sefer genç; meblâğın yüksekliğinden etkilenmiş olacak ki, kabul etti. Bu durumu gören padişah kızı ise;

“–Sen beni nasıl seviyorsun ki, gözün para pul ile kamaşıp beni görmez oldu. Beni benden başkasına tercih edenlerin cezası nedir biliyor musun?” dedi.

Ardından, maddiyâtı sevgisine tercih eden bu genci, cellâda gönderdi.

Horasanlı ilk sûfîlerden Nahşebî Hazretleri’nin anlattığı bu kıssa; insanoğlunun değişmez bir gerçeğini gözler önüne sermesinden dolayı çok mânidar.

Nitekim;

Hepimizin çeşitli vazgeçilmezleri var. Yokluğunu asla kabul etmeyeceğimiz, ne olursa olsun kimseyi karıştırmayacağımız, uğruna da her şeyi yapmayı göze alabileceğimiz; vazgeçilmezlerimiz…

Kimine göre bu, tutkuları olur. Kimine göre hayalleri. Kimine göre alışkanlıkları. Kimine göre huyları. Kimine göre keyifleri veya zevkleri. Kimine göre mal mülk veya makam arzusu. Kimine göre bizzat kendisi…

Kimine göre ise; gönül verdiği dâvâsı olur. Veya gayretleri. Veya işi…

Bu noktalar değişebilir. Ancak herkes için, illâ ki, bir veya birden çok; «Bu benim kırmızı çizgim ve vazgeçilmezimdir.» diyebileceği kadar önem verdiği hususlar vardır.

Meselâ;

Bu kıssadaki genç, aslında padişahın kızını çok seviyordu. Bu yüzden her şeye rağmen kapısına kadar gitme cesaretini gösterdi. Fakat iç âleminde daha çok sevdiği bir vazgeçilmezi de vardı. İşte bu sebeple -yapılan tekliflere, başta etkilememiş gibi de dursa- arzuladığı miktar önüne gelince hiç düşünmeden parayı, sevdasına tercih etti.

Aynı durumun farklı bir örneği de şu hikâyede:

Padişah; ülkenin en iyi hayvan terbiyecisini aratmış, buldurmuş ve çağırmış:

“–Al sana on kese altın. Al sana bir de kedi. Bu kediye servis yapmasını öğretebilir misin?” demiş.

“–Bana bir yıl süre verin sultanım. Kedinize servis yapmasını öğreteceğim.” diye cevap vermiş hayvan terbiyecisi.

Aradan bir yıl geçmiş.

Padişah, sadrazam, saray erkânı… Hepsi salona toplanmışlar. Kapı açılmış ve salona elinde bir tepsiyle kedi girmiş.

Kedi önce padişahın çayını ikram etmiş. Sonra sırayla misafirlere ikramını yapmaya başlamış. Ancak o da ne? Misafirlerden birinin cebinde küçük bir fare varmış. Çok geçmeden de salıvermiş orta yere.

Kedi, fareyi görür görmez elindeki tepsiyi bir tarafa fırlatarak peşinden koşuvermiş.

Hikâye bu şekilde. Fakat meselde misal vardır kabîlinden, görüyoruz ki;

Ne kadar yetiştirilmiş de olsa; kedi, kendi vazgeçilmezi olan fareyi görünce bir yıl boyunca öğretilenleri unutarak yine farenin peşine takılabiliyor.

Biz de günlük yaşayışımızda imtihan olarak çeşitli hâllerle karşı karşıya kalıyoruz. Pek çoğu için, esasında doğru çözümü getirecek şekilde nasıl hareket etmemiz gerektiğini -en azından teori olarak- bilebiliyoruz. Fakat imtihan; kırmızı çizgimizi kapsayan bir noktadan geldiğinde, isabetli hareket etmekten ziyade duygularımızla davranabiliyoruz. Aynı, hikâyedeki kedi gibi.

Bu sebeple;

Vazgeçilmezlerimizin neler olduğu ve hangi temele bağlı olduğu çok mühim. Hayır noktasında, helâl çerçevede ve Allâh’ın rızâsı istikametinde ise ne mutlu! Ama tam tersi ise çok yazık!

Çünkü;

Rûhânî veya nefsânî, hangi temele bağlı olan hususları iç dünyamızda vazgeçilmez kılarsak; aynı şekilde zıddı olanları da vazgeçilebilir kılmış oluruz. Îmanla küfrün bir arada olamayacağı gibi burada da; «Hem rûhuma dönük hem nefsime dönük vazgeçilmezlerim olsun!» diyemeyiz. Biri illâki ötekini köreltir.

Zira;

Rahmânî ölçülere uygun olursa bütün vazgeçilmezlerimiz, o zaman kendiliğinden şeytânî olan ne varsa terk ederiz. Lâkin kırmızı çizgilerimiz olarak şeytânî haslet ve hususiyetleri tayin edersek, Rahmânî olan hasletlerden de zamanla uzaklaşırız.

Ayrıca;

Nefsâniyet merkezli vazgeçilmezler, insanda zaaf noktaları hâline dönüşürler. Âkıbet, insanı hüsrana sürüklerler.

Hazret-i Sevbân -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

«–Size çullanmak üzere; yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.»

Orada bulunanlardan biri;

«–O gün sayıca azlığımızdan mı bu durum başımıza gelecek?» diye sordu.

«–Hayır, bilâkis o gün siz çok olacaksınız. Lâkin sizler bir selin getirip yığdığı çer çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!» buyurdular.

«–Zaaf da nedir ey Allâh’ın Rasûlü?» denildi.

«–Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!» buyurdular.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 5/4297)

Hâlbuki bir mü’min, düşmanı karşısında heybetli ve izzetli olmalıdır. Çer çöp gibi olmamalıdır. Fakat işte, geçici zevklerden vazgeçememek ve dünya sevgisi gibi zaaflar kişiyi düşmanının karşısında bile aşağı pozisyona düşürür.

Bu dengeyi iyi ayarlamak gerek. Zira bir tarafta; kişi heybetli görünmek için kibirlenir ve bu kibrinden vazgeçmez, lâkin neticesinde yine de hiçbir ağırlığı dahî olmaz. Diğer tarafta; Hakk’a kulluğundan ve tevâzuundan vazgeçmez, fakat Allah onu yüceltir.

Çünkü;

Lâ ilâhe illâllah… Allah’tan başka ilâh yoktur. Yegâne kudret sahibi O’dur. O’nun ve rızâsının dışında kendi zaaflarımızı ve nefsânî arzularımızı vazgeçilmez kılmamızı da istemiyor. Hattâ öylelerini «kendi nefislerini ilâh edinen kimseler» olarak tanımlıyor. (Bkz. [el-Câsiye, 23], [el-Furkān, 43])

Hâl böyle olunca;

Mukaddes Kitâbımızdaki şu âyet-i kerîme asla hatırlardan çıkmamalı:

“Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler; insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliliğidir.

Oysa asıl varılacak güzel yer, ancak Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)

Yani;

İnsana süslü gösterilen çok şey var. Hattâ bunları nefis de şiddetle arzuluyor. Bu yüzden zaten en çok vazgeçilemeyenler bunlar olmuyor mu? Fakat âyetin sonunda;

“Oysa asıl varılacak güzel yer, ancak Allâh’ın katındadır.” buyuruluyor. Tâbiri câizse asıl «ne»den vazgeçmememiz gerektiğine işaret edilmiş.

Dolayısıyla;

Süslü olanı değil, esas olanı vazgeçilmez kılmak elzem. Arzularımızı; sahte olanlar değil, bugün ve yarın gerçekten lâzım olanlar etrafında teksif etmek gerek.

Bu idrâke sahip olan gönüllere ne mutlu!

Onlar daima kazandılar.

Bakınız;

Çanakkale şehid ve gazileri… Olmazsa olmazlarını «din, vatan, nâmus ve ittihad» ekseninde belirlediler. Aç-susuz kaldılar, nice zorluklara göğüs gerdiler. Allah için can aldılar, can verdiler ama asla dâvâlarından vazgeçmediler ve nihayetinde Çanakkale’yi geçilmez kıldılar.

Fatih Sultan Mehmed Han… Müjde-i Peygamber’e gönül verdi. O ulvî mazhariyeti, vazgeçilmezi yaptı;

“Ya ben bu şehri alırım ya da bu şehir beni!” dedi. Önüne çıkan hiçbir engelde yılmadı. Gemileri dahî karadan yürüttü. Çağ kapatıp çağ açacak bir fethe müyesser oldu.

Salâhaddin Eyyûbî… Rahat bir yatağı veya keyifli sohbetleri vs. değil Peygamberimiz’in mîrâca yükseldiği Kudüs’ü dâvâ edindi. Kırmızı çizgisi olarak gördü. Bir kere bile gülmedi. Ancak nihayetinde o mübârek beldeyi düşman elinden kurtardı.

Hepsinden öte, en zirvede de;

Cenâb-ı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz… O ki;
bir insanın en kolay zaafı olabilecek üç noktası olan; servet, şöhret ve şehvet ile ilgili Mekkeli müşriklerin yaptıkları bütün câzip teklifleri reddetmişti. Hiçbir tavize müsaade etmeyerek, kendisine bu teklifleri getiren amcasına da şöyle cevap vermişti:

“–Ey amcacığım! Allâh’a yemin ederim ki, bu adamlar, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı koysalar, ben yine bu davetten vazgeçmem!”

Bu sayede zâlim ve câhil bir topluluk içerisinden yıldızlar mesâbesinde kıymetli şahsiyetler yetişti.

Bütün bu tabloların püf noktası:

Esas faydalı ve lâzım olanı vazgeçilmez kılmak!

Ancak;

Bu şuuru kazanmak için de, bilmek şart. Çünkü bilmediğimiz bir hususla alâkalı ne kadar; «Bu benim kırmızı çizgim!» dersek diyelim bir kıymeti olmaz. Zaten bilmediğimiz bir hususla iç âlemimiz arasında da asla irtibat kuramayız.

O hâlde önce soralım:

İslâm’ı ne kadar tanıyoruz? İslâm dünya görüşünü ne kadar biliyoruz? İslâmî hassâsiyetlerin neler olduğundan tek tek haberdar mıyız?

Sonra da:

Bu sorular istikametinde İslâm hakkındaki kültürümüzü artıralım. Kalbî derinliğe ulaşmak için de gayret edelim.

Çünkü ancak bu sayede vazgeçilmezlerimizi tayin ederken firâset ve basîretle isabetli hareket edebilir ve sonrasında da dirâyetle sebât edebiliriz.

Unutmamalı ki;

Kim dünyanın süslerinden vazgeçti, Hak’tan ve hakikatten asla vazgeçmedi; o her daim kazandı!

Kim âhiret odaklı hassâsiyetlerden vazgeçti, nefsinden ve arzularından vazgeçemedi; o da her daim kaybetti!

Şimdi;

Biz de kendi iç âlemlerimizde muhasebelerimizi canlandırmak ve bu mevzuda farkındalık oluşturmak maksadıyla düşünelim:

Bizim vazgeçilmezlerimiz neler?..