Mahlûkatın En Şereflisi; İNSAN

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsan; mevcûdat içinde Allah Teâlâ’nın yarattığı en şerefli, en kıymetli varlıktır. Öyle ki; nefha-i ilâhiyyeye mazhariyeti, tek başına onun ulviyetini göstermeye ve îzâha kâfîdir. Bu yaratılışın esrârı, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurulur:

“Rabbin meleklere; «Ben yeryüzünde bir halîfe var edeceğim.» demişti. Melekler; «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz, Sen’i överek yüceltiyor ve Sen’i devamlı takdis ediyoruz.» dediler. Allah; «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim.» dedi.” (el-Bakara, 30)

İlk yaratılan insan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın şânına lâyık olarak, meleklerin ona tâzimde bulunmaları emir buyuruldu. Kibri sebebiyle buna itiraz eden şeytan, lânete uğradı. Cennetin tahsis buyurulduğu Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ Vâlidemiz; -hikmetine binâen- işledikleri zelle sebebiyle gönderildikleri dünyada, ettikleri tevbe-i nasûh karşılığında affa nâiliyetle, beraber oldular. Böylece mukadder olan dünya hayatında; «Ezel Bezmi»ndeki ahdine vefâ gösteren insana, cennette ebedî hayat vaad buyuruldu. Ahmet Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri, bu vâkıayı;

“Allah Teâlâ; kâinâtı insan için, insanı da kendisi için yarattı.” diye ifade eder.

İnsanın mazhar olduğu bu ilâhî iltifat ve ihsanlar, elbetteki boşuna olmasa gerektir. İnsan; hem sûreti, hem de sîreti itibarıyla, idrak ve hayalin ötesinde, ilâhî bir sanat hârikasıdır; bir hikmetler dîvânıdır. Yine birer hikmetler dîvânı olan Kur’ân ona hitap, kâinat da onun istifadesi için ihsan buyurulmuş; sonsuz zenginlikte ve sonsuz nimetlerle dolu olan arz, ona mekân kılınmıştır. Asırlardan beri edipler bu varlığı hakkıyla tasvir edebilmek, gönül ehli de ona hizmet edebilmek için çırpınmışlardır. Bu çerçevede; dîvan şairlerimizden Gālib Dede, ondaki sırrı şöyle terennüm eder:

Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen;
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre de, onun derûnundaki cevheri, arı duru Türkçesiyle;

Gönül, Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı;
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise.

ifadesiyle yansıtır.

İnsana lutfedilen bu ulviyet sebebiyledir ki; şanlı medeniyetimizin şiârı da, onu ihyâ etmek, huzura ve iki cihan saâdetine kavuşturmak olmuştur. Bu cümleden olarak; savaşlar ve fetihler, toprak kazanmak için değil, insanlığı rahmet iklimine kavuşturmak maksadıyla icrâ edilmiştir. İslâm’ın tesis ettiği ve bugün bile keyfiyetine ulaşılamayan savaş hukuku da, bu yüce dâvâya uygun bir maslahattır. Bizzat âlemlere rahmet, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in uyulması kaydıyla tesbit buyurduğu bu tâlimâta göre; bizzat silâh kullanan askerler dışında herkes ve her şeye eman verilmekte, misafir olarak kabul edilen esirler bile, fidyesi alınarak serbest kalabilmektedir.

Öncelikle sulhu tercih eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizzat yirmi dokuz gazveye katılmıştır. Bunlardan çatışma yaşanan on üçünde ise, yüz kırk şehid verilmiş ve üç yüz otuz beş düşman askeri ölmüştür. Sonraki devirlerde de bu esasların aynen uygulanmasıyla, asırlarca insanlığa şâmil kılınan adâlet nizamı, tarihe altın sayfalar olarak kaydedilmiştir. 638 yılında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın sulh ile teslim alıp bir emannâme ile herkesin haklarını teminat altına aldığı Kudüs’ü; 1099 yılında haçlı sürüleri işgal ettiğinde, yetmiş bin müslüman katledilmiş; «kesilen başlardan kuleler yapıldığı, atların dizlerine kadar kan deryâsında yürüdükleri…», üst mercîlere sunulan raporlarda gururla anlatılmıştır. Hâlbuki bir asır sonra, Sultan Selâhaddîn’in Kudüs’ü geri almasında ise; tek bir esir bile öldürülmeyip, çoğunun fidyesi bile alınmadan, hepsi serbest bırakılmıştır. Şanlı medeniyetimizin son altın halkası olan safhanın bânîsi Osman Gazi de vasiyetinde bu ihyâ şuurunu;

“Bizim dâvâmız «İ‘lâ-yı Kelimetullah»tır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir…” diye belirtir. Osmanlı’nın mayasını çalanlardan Şeyh Edebâlî Hazretleri de, devleti kuranlara şu muhteşem öğüdü verir:

“İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın.”

Ancak, haçlı zihniyetini temsil eden batının davranışı ise, tarihte olduğu gibi, bugün de bizim medeniyetimizin zıddına bir seyirdedir. İlim ve teknolojideki gelişmeleri de insanın ihyâsından ziyade, savaş tekniğinde kullanan bu sömürgeci ülkelerin tavrı; silâh sanayiinin çarklarının devamlı dönmesi için, fitne ve fesatla, ülkeleri durmaksızın savaştırmaktır. Kitle imhâ silâhlarıyla herkesi ve her şeyi yok etmek zihniyetindeki bu zâlimler güruhu yüzünden, sadece iki dünya savaşında ölen insan sayışı altmış-yetmiş milyonun üzerindedir. Yanı başımızda, önce Irak’ta şimdi de Suriye’de on yıldır sürdürülen çatışmalarda; en az birer milyon insanın öldüğü, yerleşim yerlerinde taş üstünde taş kalmadığı vâkıası, bahis mevzuu sömürgecilerin irtikâb ettikleri vahşetin örneklerinden sadece ikisidir.

Allah Teâlâ, yüce Zâtı için halk ettiği insanı yalnız bırakmamış; her an onunla beraber (el-Hadîd, 4) ve ona şahdamarından daha yakın olma (Kāf, 16) saâdetine mazhar kılmıştır. Hâl böyle iken, insanın bu saâdetten gafil kalması, ne acı bir vefâsızlıktır. Böylesine değerli bir sermaye olan ömür; insana iki cihan saâdetinin yolunu açan, hakkına ve korunmasına titizlikle riâyet edilmesi gereken bir emânettir. Müslüman şahsiyeti; îman, ibâdet, muâmelât ve ahlâkla tezâhür eder. Hayat sermayesinin mütemmim cüzleri olan can, akıl, mal, nesil ve inanç; insan hak ve hürriyetleri çerçevesinde korunması gereken unsurlardır.

Allah Teâlâ, en ulvî vazifeler için yarattığı insanın şüphesiz hayatını da bu vasfıyla mütenâsip olarak aziz kılmıştır. Bir defa, etten ve kemikten ibaret olan bedene, hâlâ çoğunun sırrına vâkıf olunamamış, bir ömür boyu süren öyle kusursuz bir korunma sistemi, sağlamlık ve işlerlik hususiyeti ihsan buyurulmuştur ki; daha mükemmeli düşünülemez.

“Aslında her bir nefes; hayat ve ölüm gibi iki keskin ucu ihtivâ etmekte, anne rahminde her şeyden habersiz gelişimine devam eden bebeğin vücudunda, sayılı günlerini doldurmak üzere gönderileceği bu âlemde, bir nefesi sağlıklı alabilmesi için bütün hazırlıklar yapılmaktadır…”*

Can; ilâhî nefhaya mazhar olması hasebiyle, insana ihsan buyurulan en değerli emânettir ve bedeli, ancak yüce Sahibi’nin rızâsı istikametinde kullanılmasıdır. Bu itibarla kul hakkı, şehidlikte bile affedilmeyen en ağır mes’ûliyettir. Nitekim, bunun karşılığı ile alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de;

“… Kim bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarma karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır…” (el-Mâide, 32) buyurulur. Bu cümleden olarak, yeryüzünde adâletin yeniden tecellîsi için; hak ve hürriyetlerin hiç kaāle alınmadığı günümüzdeki «modern câhiliyye» devrinin, «mahlûkatın en şereflisi» mertebesindeki insana lâyık olduğu itibarın iade edilmesini sağlayacak bir rahmet aşısına ihtiyacı olduğu açıktır.

__________________

* Dr. Betül N. İNAL, Şebnem, sa. 188.