Helâl ve Haram Dairesinde «HUDÛDULLÂH»A RİÂYET

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hudûdullah.

Allâh’ın koyduğu sınırlar. Helâller ve haramlar ekseninde hayat çerçevesi. Bunlara riâyet, ömrün bereketi ve ebedî kurtuluş. Onları aşmak da, hadsizlik ve ebedî hüsran.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“(Helâl ve haram dairesinde ilâhî hukuka dair beyan ekseninde ne varsa);

•Bunlar, Allâh’ın koyduğu sınırlardır.

‒Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne itaat ederse,

‒Allah onu,

‒İçinden ırmaklar akan,

‒İçinde ebedî kalacakları cennetlere koyar.

•İşte büyük kurtuluş budur.” (en-Nisâ, 13)

“(Lâkin);

‒Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne karşı isyan eder ve

‒Sınırlarını aşarsa,

‒Allah onu,

‒Devamlı kalacağı bir ateşe sokar.

•Ona alçaltıcı bir azap (içinde ebedî bir hüsran) vardır.” (en-Nisâ, 14)

Bu âyetleri;

Ancak kıyâmet gününü seyrettiren bir mânevî pencerede hikmet ve hakikat gözüyle temâşâ üzre tefekkür etmek, gerçek idrâkin ve anlamanın en güzel ufkudur.

O mânevî pencere;

Kur’ân ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Hikmet ve hakikat gözü de, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zâhirde veya bâtında görüp de beyan ettikleridir. Âyetlerin bildirdiklerini temâşâ sadedinde gerek mîracda, gerek rüya yoluyla O İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, «hudûdullâh»a riâyet edenlerin ve etmeyenlerin mahşer ahvâlini görmüş ve bizlere bildirmiştir.

Bir sabah bu minvalde bir rüyasını ashâb-ı kirâma şöyle anlatmıştır:

“Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp;

«‒Haydi yürü!» dediler.

Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında biri, elinde bir kaya olduğu hâlde başucunda duruyordu. Bazen bu kayayı başına indirip onunla başını yarıyordu. Taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama, başı eskisi gibi iyileşinceye kadar vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen tekrarlıyordu. Beni getirenlere;

«‒Sübhânallah! Nedir bu?» dedim.

Dinlemeyip;

«‒Yürü! Yürü!» dediler.

Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar bulunan biri duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da;

«‒Sübhânallah! Nedir bu?» dedim.

Cevap vermeyip;

«‒Yürü! Yürü!» dediler.

Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler, sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var. Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp:

«‒Bunlar kimdir?» diye sordum.

Bana cevap vermeyip;

«‒Yürü! Yürü!» dediler.

Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında birçok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca, yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine yaklaşıyordu. Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu. Ben yine dayanamayıp;

«‒Bu nedir?» diye sordum.

Cevap vermeyip yine;

«‒Yürü! Yürü!» dediler.

Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine;

«‒Bu nedir?» diye sordum.

Cevap vermeyip;

«‒Yürü! Yürü!» dediler.

Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semâya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı. Ben yine;

«‒Bunlar kimdir?» dedim.

Cevap vermeyip;

«‒Yürü! Yürü!» dediler.

Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de daha güzel bir ağaç hiç görmedim. Arkadaşlarım;

«‒Ağaca çık!» dediler.

Beraberce çıkmaya başladık. Altun ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdi. Sanki böylesine güzellik, böylesine de çirkinlik görmemişsindir. Arkadaşlarım onlara;

«‒Gidin şu nehire banın!» dediler.

Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki sâfî süttü, bembeyaz… Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.

Beni dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar:

«‒Bu gördüğün, Adn cennetidir. Şu da Sen’in makamındır.»

Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi. Orada;

«‒Beni gezdirin, içine bir gireyim!» dedim.

Onlar;

«‒Şimdilik hayır! Amma mutlaka gireceksin.» dediler.

Ben;

«‒Geceden beri acayip şeyler gördüm, neydi bunlar?» diye sordum.

«‒Sana anlatacağız.» dediler ve anlattılar:

«‒Taşla başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur’ân’ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir.

•Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saçan kimsedir.

•Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zinâ yapan erkek ve kadınlardır.

•Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan adam, fâiz yiyen adamdır.

•Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir.

•Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim -aleyhisselâm- idi. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (bülûğa ermeden) ölen çocuklardır.»

Cemaatten biri hemen atılarak:

«‒ Ey Allâh’ın Rasûlü! Müşrik çocukları da mı?» diye sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«‒Evet, dedi, müşrik çocukları da.» ve anlatmaya devam etti:

«‒Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan (ancak tezkiye olan, temizlenen) kimselerdir. Allah onları affetmiştir.»” (Buhârî, Tâbîr, 48; Ezân, 156; Teheccüd, 12; Cenâiz, 93; Cihâd, 4; Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 8; Tefsir, Berâet, 15; Edeb, 69; Müslim, 23; Tirmizî, Rü’yâ, 10)

Bütün mesele;

En nihayette Allâh’ın ebedî affına mazhar olmak.

Bunun şartı;

«Hudûdullâh»a riâyet.

Kur’ân-ı Kerim’de bu ifade, belli mevzular etrafında bilhassa kullanılmakta.

Onlardan biri; oruç.

Allah, oruçlu iken eşlerin arasında nasıl bir muamele olacağına dair ölçüler koyuyor. Helâl ve haram olanı açıklıyor. Orucun başlangıç ve bitiş vakitlerini beyan ediyor. Mescidlerde îtikâfa girildiği vakitlerde evlilik münasebetini o müddet zarfında yasaklıyor.

Sonra buyuruyor ki:

تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا

“…Bunlar Allâh’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın!..” (el-Bakara, 187)

Sonra da meselenin hikmetini izhâr ediyor:

“…Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye, âyetlerini insanlara bu şekilde açıklamaktadır.” (el-Bakara, 187)

Bir başka mevzu da boşanma bahsi etrafındaki karı-koca münasebetleri, mes’ûliyetleri ve haklarına dair hudûdullah. Yüce Allah;

Talak / boşama işinin bir oyuncağa çevrilmesini istemiyor. Dolayısıyla boşamada sınırsız bir hak vermiyor. İki defa bu hakkı kullandıktan sonrası için;

‒Tutmak / geçinmek, ancak iyilikle…

‒Bırakmak, ancak güzellikle diyor.

Tüm aile problemleri için bu müthiş bir ölçü. Çok iyi anlaşılması gereken bir formül.

Maalesef;

Modern dünyanın yaldızlı fakat çarpık prensipleri, göz kamaştıran çözüm kavgaları, bu hakikati tesis etmekten çok uzak. Çünkü bu idrâkin bazen kenarından bile geçmiyorlar. Duygu patlamaları etrafında zaten yaralanan iyiliği de güzelliği de bilmeden yok etmeye yönelik bir rotada göz boyuyorlar. Bir bakıma olmuş ya da olmamış vukuat üzerinden ancak öfke üretmek ve intikam eritmek sûretiyle vicdan susturmaya çalışıyorlar. Netice; kadınlar da erkekler de yuvalar da, daha beter ve darmadağın oluyor. Zayıf olan taraf, daima eziliyor ve daima bir tehlikeden daha kötü bir tehlikeye yuvarlanıyor.

Görmüyorlar ki;

İyilikle sağlanmayan bir geçinme ekseninde tarafları arsızlaştırmak ve azdırmak, toplumun en kötü kangrenini üretir. Güzellikle gerçekleştirilmeyen bir bırakmanın hazin neticesi de, yığınla ârızanın ve kahreden durumların patlak vermesinden başka bir şey değildir.

Bundan dolayı Allâh’ın îkazı çok mânidar:

“Bunlar Allâh’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bunları aşmayın. Allâh’ın koyduğu sınırları kim aşarsa, onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (el-Bakara, 229)

Mîras mevzuunda da;

تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ

“Bunlar, Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır.” vurgusu var.

Niye?

Çünkü tarih boyunca cevap şu:

«Hudûdullâh»a riâyet edilmediğinde en samimî aileler içinde bile mîras yüzünden çok acı meseleler, derin yaralar, husûmetler, kavgalar ve cinayetler patlak veriyor. Fakat «hudûdullâh»a riâyet bereketiyle de huzur dolu fazîletler, merhametler, infaklar, hayır yarışları ve kardeşlikler yaşanıyor.

En güzel hudut, ilâhî sınırlar.

Bu da, haddini bilmek ve hakkına râzı olarak şükretmekten geçiyor.

Fakat;

Zarara uğradığında ondan kurtulmak için ıslak kâğıt gibi olan insan, rahata erdiğinde o vaziyetini unutup da haddini aşarak çok gafilâne ve câhilâne davranışlara düşüyor. Üstelik bunları, en güzel maharet ve akıllılık zannediyor. Hattâ nankörlüğünü bile mantık ustalığı sanıyor. Hasmına hayran – dostuna isyan fikrine bulaşmış bir ahmaklıkla kendini ispata uğraşıyor. Çünkü ona kişiliğini ve kimliğini güçlü hissettiren en doğru karakter bu imiş gibi geliyor. Hem de, kendisine, çok câzip, çok süslü, çok güzel ve çok isabetli görünüyor. Âyette buyurulur:

“İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (her hâlinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize duâ eder. Fakat biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, kendisine dokunmuş bir sıkıntıdan dolayı sanki bize hiç yalvarmamış gibi geçip gider. (Çünkü) haddi aşanlara, böyle (hâl içinde) yaptıkları şeyler (nankör davranışlar), çok süslü ve güzel görünür.” (Yûnus, 12)

Bu durumda;

Kullar için kendilerini kurtaracak olan en mühim ahlâk, haddi aşmamak. Savaşta bile. İşte ilâhî tâlimat:

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak haddi aşmayın! Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (el-Bakara, 190)

Dîni yaşarken de aynı ölçü geçerli. Hadiste;

“Din kolaylıktır. Dîni aşmak isteyen kimse, ona yenik düşer.” (Buhârî, Îmân, 29. Ayrıca bkz. Nesâî, Îmân, 28) buyuruluyor.

Âyette de;

“Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.” (el-Mâide, 87) buyuruluyor.

Peygamber Efendimiz’in verdiği düstur şu:

(Daima) orta yolu tutunuz, amellerinizi mükemmelleştirmeye ve Allâh’a yakın olmaya gayret ediniz.

•Sabahleyin ve

•Öğle ile akşam arası çalışınız.

•Bir parça da geceden faydalanınız.

Aman acelesiz gidin, telâşsız gidin ki, menzilinize, varacağınız hedefe ulaşasınız.” (Buhârî, Rikāk, 18)

O mübârek Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üç defa tekrarlayarak söylediği şu hadis de çok mânidar:

“Söz ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular.” (Müslim, İlim, 7. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5)

Çünkü haddi aşanlar;

Doğru bir şey yaptığı düşüncesiyle bilmeden sapkınlıklara yol açarlar:

“Gerçekten birçokları nefislerinin arzularına uyarak bilmeden (halkı) saptırıyorlar. Şüphesiz Sen’in Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir.” (el-En‘âm, 119)

Öyleyse;

İnsanı hadsizleştiren şey, nefse uymak ve günahlara kapılmak. Yüce ferman çok açık:

“(Ey kullarım!),

•Günahın açığını da gizlisini de bırakın!

Çünkü;

•Günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.” (el-En‘âm, 120)

Âkıbet belli:

“Haddi aşanları helâk ettik.” (el-Enbiyâ, 9)

“(Helâk ettiğimiz) Firavun da, hiç şüphesiz ki yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.” (Yûnus, 83)

Mahşer gününde hüküm:

“Atın cehenneme;

(Hakka karşı) inatçı, hayrı hep engelleyen, haddi aşan şüpheci her kâfiri!..” (Kāf, 24-25)

Ne dehşetli bir ceza:

“Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi asla doğru yola eriştirmez.” (el-Mü’min, 28)

İşte en büyük mahrumiyet:

“İşte haddi aşanların kalplerini Biz böyle mühürleriz.” (Yûnus, 74)

Bir başka ihtar:

“Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur’ân’la uyarmaktan vaz mı geçelim?” (ez-Zuhruf, 5)

Yine de, ümitsizlik yok:

“De ki:

‒Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!

‒Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin!

Çünkü Allah;

•Bütün günahları bağışlar.

Şüphe yok ki O;

•Çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (ez-Zümer, 53)

Cenâb-ı Hak;

İnsan için cennet veya cehenneme viraj mâhiyetindeki gerçekleri daima meçhulden malûma dönüştürür. Sayısız günahlara, çok ağır suçlara bulaşmış kimseler, içlerinde bazen küçük bir tevbe hissi olsa bile, umumiyetle ümitsiz olurlar. Affedilmeyecek günahlara bulaştıklarından dem vururlar. Şeytan da bu duyguyu şiddetle besler ve tevbenin önüne set çeker. Bu durumda affedilmek hususu tamamen meçhul ve belirsiz vaziyete düşen insan da, cennet rotasına doğru istese de meyledemez hâle gelir. Cehennem rotasında şimdilik memnun olan nefsi de buna fırsat vermediğinden dolayı günahlara daha fazla dalıp gider.

Bu itibarla bir hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere 100 kişiyi öldürmüş kimsenin dahî candan gerçekleştirdiği tevbesini kabul ederek onu cennetlik eden Allah, bütün günahkâr kullarına af ve rahmet kapısını gösteriyor. Yani o kapı, hiçbir zaman belirsiz değil, tamamen belli ve âşikâr. Bütün mesele kulların o kapıya aşk ve samimiyetle koşmaları.

Buna rağmen koşmayanlarla dolu dünya.

Çünkü;

Bir şeyde belirsizlik varsa, gafil insan, o hususta kendinde keyfine göre davranma hakkı var zannediyor, öyle yapıyor. Oysa şeytanın insanları aldatabildiği en tehlikeli tuzaklardan biridir bu ârızalı mantık. Ne yazık ki nefse hoş geldiği için gafil kimseler, bomboş bir sebeple bile hemen bu mantığa sarılabiliyor:

«‒Nasılsa belirsiz, o hâlde mes’ul değilim, istediğim gibi hareket edebilirim.»

Hattâ;

Belirsizliği bu şekilde avantaj zanneden gaflet erbâbı, tüm hudutları ve bütün çizgileri en belli ve âşikâr olan hususları bile türlü türlü şüphelere boğarak belirsizliğe gömmeye çalışıyor. Kendilerince, güya ilâhî mes’ûliyetlerden ve mecburiyetlerden muaf olacaklar. Yani insan olarak yaratılışımızın gaye ve sırrı, ilâhî emânet ve mes’ûliyet olduğu hâlde, belirsizlik atmosferleri oluşturup da sorumsuz bir kişilik felsefesinde güya haklı çıkacaklar.

Heyhat!

Âyet-i kerîmelere baktığımızda böyle yaklaşımlara karşı söylenebilecek özet tabirler ancak şöyle:

‒Ne kötü bir mantık!

‒Ne kötü bir karar!

‒Ne kötü bir yorumlama!

‒Ne kötü bir aldanış!

‒Varacakları yer, ne kötü!

Unutmamalı ki;

Yüce Allah ve O’nun mübârek Rasûlü, bu fânî imtihan âleminde ebedî kurtuluş için lâzım olan yaşayış reçetesi olarak helâlleri de haramları da en belirgin şekilde kesin hudutlar ile bâriz etmişlerdir. Üstelik, kâh insanların bilgi eksikliği kâh başka sebeplerden dolayı tam idrâk edilememiş belirsiz / meçhul / şüpheli hususlarda da nasıl davranılacağını açıkça belirtmişlerdir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Hiç şüphesiz helâl olan şeyler belli ve hiç şüphesiz haram olan şeyler de bellidir.

Fakat;

Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır.

Bu bakımdan;

Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dînini ve ırzını korumuş olur. Kim de şüpheli şeylerden sakınmazsa, gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir koruluğun etrafında otlatan çoban gibi ki, her an bu (yasak) koruluğa düşebilecek durumdadır.

Dikkat edin;

Her padişahın girilmesi yasak bir koruluğu vardır. Allâh’ın yasak koruluğu da, haram kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân, 39, Büyû, 2; Müslim, Müsâkāt, 107; Ebû Dâvûd, Büyû, 3; Tirmizî, Büyû, 1; Nesâî, Büyû, 2; İbn-i Mâce, Fiten, 14)

Bu hakikat gösteriyor ki;

Helâl-haram arasında tavizi normalleştiren bütün zikzak fikirler, ancak münafık mantığıdır. Bir şey hakkında haram mı helâl mi şüphesi oluşturup da bir günaha karşı vâkî olan itirazları, «nasılsa kesin haram değil» parantezine sıkıştırmak isteyen bir hamâkattir bu. Gerçeği bozuk terazide tartmaya kalkışmaktır. Yani nebevî hakikatin hikmetini ve endişesini göreceği yerde kendi mantıksızlığının ve ahmaklığının geçerli sebeplerini oluşturmaya çalışmak, hiçbir zaman akıl kârı değildir, zebun bir nefsâniyettir.

Doğru terazi;

«Hudûdullâh»a riâyettir. Bu çok mühim. Çünkü;

Yüce Allâh’ın bizzat Rasûlü’ne gönderdiği hükümlerdeki sınırları tanımamak, ancak bedevî tiplere ait bir kötü ahlâktır. Zaten o bedevî tipler, kâfirlik ve münafıklık bakımından da, en beter kimseler. (bkz. et-Tevbe, 97)

Allah katında en güzel kimseler ise;

•Mallarını ve canlarını cennet karşılığında Allâh’a satanlar,

•Tevbe edenler,

•İbâdet edenler,

•Hamdedenler,

•Oruç tutanlar,

•Rükû edenler,

•Secde edenler,

•İyiliği emredenler,

•Kötülükten sakındıranlar,

Ve

•Allâh’ın sınırlarını koruyanlar / «hudûdullâh»ı muhafaza edenler.

Bu özelliklerin tek tek sayıldığı âyetin sonunda yüce Allah buyuyor ki:

“O mü’minleri müjdele!” (et-Tevbe, 112)

Mü’min ki;

Sahip olduğu güzel hasletlerin ömür boyu hiç solmadığı ve daima çok tatlı meyveler veren şahsiyet timsali bir ağaca benzer.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştu:

“‒Mü’min, yaprağını hiç dökmeyen yeşil bir ağaca benzer.”

Halk, falan ağaç, filân ağaç diye tahminde bulundular, (fakat isabet ettiremediler). Ben; «‒Bu, hurma ağacıdır.» demek istedim. Ancak (yaşım küçük olduğu için) utandım.

Sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açıkladı:

“‒Bu hurma ağacıdır.” (Buhârî, İlm, 4, Edeb, 79; Müslim, Sıfatu’l-Münâfıkîn, 64)

Ne güzel bir teşbih!

O ağaçta / mü’min kulda, hiç kötülük yok. Hep güzellik ve iyilik var var. Daima yemyeşil bir canlılık var. Herkese infak hâlinde bir meyve veriş var. Çünkü;

«Hudûdullâh»a riâyet var.

Helâl ve haramlara göre yaşamak var. Dibine atılan kötülükleri ve zararlı şeyleri bile damar damar süzüp de güzelleştirerek çok faydalı ve tertemiz bir hâle dönüştürmek var.

Yani Allâh’ın koyduğu sınırlara ve verdiği mes’ûliyete göre bir hayat ve asla haddini aşmamak var.

Çünkü o mü’min kul, bilir ki;

Yaratılmış ne varsa hepsinde ilâhî bir çerçeve var. Hayatta her şeyin ilâhî bir sınırı var. Hakikat, daima o sınırların içerisinde tezâhür etmektedir. İsabetli bir yaşayış ve yerli yerinde ömür, daima yüce sınırlar içinde hayatı değerlendirmeye bağlıdır.

O sınırlar;

Şunun bunun değil, hudûdullah denilen Allâh’ın koyduğu sınırlar olarak en doğru çerçevedir.

Zira;

İnsana şekil ve can veren kudret, onun nasıl olacağının olurlarını ve olmazlarını en doğru mâhiyette takdir eden yegâne kudrettir. O’nun belirttiği helâl ve haram dediğimiz hususların tamamı, aslında kulların bu hayatı en doğru bir muhtevâda ve istikamette yaşamaları için takdir edilmiş yegâne düstur ve çarelerdir. İnsan kendi yaptığı sıradan bir cihaza bile nasıl ki kullanım şartlarını açıklayan bir kılavuz koyuyor ve o şartlara uyulmadığı takdirde artık o cihazın bozulup hurdaya çıkacağını belirtiyor ise, kendi yaratılış ve yaşayış ölçüleri hakkında da, haramlar ve helâller dairesinde Allâh’ın koyduğu sınırlar, aynen böyle bir husustur. Bunlara riâyet insanı insan yapar, verimli bir ağaç misali yaşatır ve cennetlik eder. Tersi ise insanı selde sürüklenen kütüklere döndürür de, cehennemlik eder.

Dolayısıyla;

Haramlar, her daim bedene ve rûha zararlı olan şeylerin adıdır. Helâller de her iki dünya için faydalı ve şifâ olacak şeylerin adıdır.

Dolayısıyla;

İnsanın keyif ve rahatlık zannettiği herhangi bir günah, onun sandığı gibi hürriyet değil aksine hiç dayanamayacağı bir azaptır. Nefsin bir anlık hevesi, sonra ebedî bir azap kafesi? Özgürlük bu mu?

Hastahânelere bir baksak;

Beden sıhhati için gerekli serbestlere ve yasaklara riâyet etmeyen insanın başına ne hastalıklar geliyor; nice belâlar, nice musîbetler yağıyor! İbret alana, her şey gözler önünde.

Peki, ya tedavilerin özü?

O da;

Hastaya faydalı olacak şeyleri devreye sokmak, zararlı olacak şeyleri devre dışı bırakmaktan ibaret. Serbestlere ve yasaklara göre bir riâyet dengesi. Şifâ buna bağlı çünkü. Yani bedene dair sıhhatin şart koştuğu haramları ve helâlleri taviz vermeden uygulamak. İyileşmenin en elzem yolu.

Hudûdullah ölçüsü bu.

Her daim ilâhî sınırlar, hem bedende hem ruhta şart olan dengeyi oluşturuyor bizim iyiliğimiz için. Onlar; yaşayışımız, ahlâkımız, îmânımız ve âhiretimiz açısından hüsran veya kurtuluş olacak davranış çizgilerini gösteriyor. Onlar; amellerin kötü mü güzel mi, haram mı helâl mi olduklarını belirliyor.

Hâl böyleyken;

Ne yazık ki, gaflete kapılan insanoğlu, nefsinin âmâlığı yüzünden o hududu ortadan kaldırıp da yaşamayı bir ferahlık ve serbestlik sanabiliyor. Nice meselede haramlar ve helâller hakkında;

«‒Bunlar beni bağlamaz.» gibi lâkırdılara sürükleniyor.

Kuru bir mantıkla seraba kapılarak bilmeden azâba ikna oluyor:

«‒Ne olacakmış ki? Hiçbir şey!» diyor.

Şimdilerde;

Dünyayı kasıp kavuran Korona virüsü karşısında da bu gafletin acı tabloları az değil. Sağlam ve sıhhatli oluşuna bakarak mikroba karşı tedbirde gevşeyenler, hep;

«‒Sağlama bir şey olmaz! Şundan zarar gelmez, bundan da zarar gelmez!» tarzında hafif yorumlar yüzünden ağır bir musîbetle karşı karşıya kalabiliyorlar.

Her aldanışta;

İnsanı kendi içinde ikna eden bir cümle var. O cümle ne kadar mantıklı görünse de, aldanışa iknadan daha büyük bir hamâkat olur mu? Olmaz ama, insanı şeytanın taklaya getirdiği ikna edici cümleleri, hep böyle. O cümlelerin içine bakıldığında aslında tamamen ipe sapa gelmez hezeyanlar, bomboş şeyler, kupkuru felsefeler ve süslü yalanlardan başka bir şey yok. Hepsinin neticesi de, eyvahlarla dolu. Aslında insanı isyana, kötülüğe ve gaflete ikna eden cümlelerinin hepsi de bir süpürmelik toz kadar. Fakat gafil kimse, onu kendi içinde besleye besleye ya çok kıymetli bir mücevher sayıyor ya da büyüte büyüte kocaman bir dağ zannediyor.

Oysa;

Haram ve helâli perçinleyen «hudûdullâh»a riâyet hususunda akılları ve gönülleri çelmeleyen ve yanlışa ikna eden her cümle, her fikir, her mantık, her felsefe ve her duygu, insan için asla ihyâ eden değil, ancak iflâs ettiren bir tuzaktır.

Gafillerin;

«‒Benim sınırlarımı ben çizerim. Sınır tanımayan bir rûhum var benim.» tarzındaki boş kafaları, bunu idrâk edemez.

Tabiî;

Onlar idrâk etmeseler de, hudûdullah gerçeği hep aynıdır.

Meselâ;

Allah vücut ısımız için belli bir üst sınır ve alt sınır koymuş. Âdeta diyor ki:

«‒Ey insan, sen, ancak bu hudutlar içinde sıhhatli yaşarsın. O sınırlar içinde ancak dirisin ve canlısın. Sakın bu hudutları/sınırları aşmayasın! Eğer taşkınlık edip aşarsan vay başına geleceklere!»

Bunun tezâhürü olarak;

Her gün başa neler geliyor, görüyoruz. Aşırı ateş olduğunda insanın akıl sağlığı da tehlikeye giriyor, beyin denilen motor neredeyse yanıyor. Çünkü sadece belli bir rakam aralığında insana sıhhat ve huzur var. O dengede yaşayış ve hayat var.

Kâfiri-müslümanı bütün tabipler bu dengeyi sağlamak için çırpınıyorlar. En zındık kimse bile buna itiraz etmiyor, edemiyor.

Yoksa şifâ yok.

Cenâb-ı Hak böyle takdir etmiş.

Değişmez bir takdir bu.

Yani bir kimse;

«‒Bundan sonra…» diye kalkıp da;

«‒Artık ben mevcut vücut ısısı aralığına mahkûm yaşamak istemiyorum. Artık benim şahsî tercihim ve takdirim bundan böyle 100-200 derece aralığında yaşamaktır! Ne yapıp edip bunu gerçekleştireceğim…» dese, ne değiştirir bu lâkırdı?

Hiçbir şey.

Bütün insanlık bu cümleyi gerçekleştirmek için anlaşsa da, yine mümkün mü? Ne gezer! Mümkün olacağını iddia edebilecek bir tane kâfir bile yoktur bu hususta. Çünkü böyle bir aptallıkla uğraşıp pisi pisine ölmeyi en azılı inançsızlar bile istemez. Niye? Çünkü onlar Allâh’ı inkâr etseler de bilirler ki, bu meselede değişmez bir hudûdullah vardır. Vücut sistemi ancak ona göre işler. İnkâr ve isyana göre işlemez.

Hudûdullah hep böyledir.

İdrâk ederek yaşayan kullar, iki dünyada da huzura vâsıl olurlar. Onlar, hayatlarının dengesini hakikat ve istikamet üzere en güzel şekilde kurarlar. Onlar, cennet yollarındaki tehlikelere karşı korunurlar ve Hakk’ın rızâsına ulaşırlar. Neticede kendileri kazanırlar.

Bunu idrâk etmeyenler ise, hayatın püf noktasını kaçırmış ve mânen iflâs etmiş olurlar. Nasıl ki ticarette işin püf noktasını kaçıran kimseler, iflâsa sürükleniyorlarsa, hakikat çarşısında da aynısı yaşanır. O çarşıda hileci şeytan, öyle bir oyun oynamaktadır ki insana, daima;
«‒Sen kazandın!» diyerek kaybettirir. «‒Bravo!» çekerek aldatır, iflâs ettirir.

Kulları, ancak Cenâb-ı Hak aldatmaz.

Helâl ve haram dairesinde «hudûdullâh»ı insana şart kılan Allah, bu şekilde insana hem dünyada hem de âhirette ebedî kâr edeceği, yani gerçekten de sonsuz kazanacağı bir formül vermiştir. Bu formülle insan, iki dünyada da hakikaten kazanır ve selâmete erer.

Başka formüller;

Sadece süsleri ve cilâlarından mâada bir şeye sahip değillerdir. Başka formüller, iblis nefesinden esen fısıltı rüzgârlarıdır. Gönülleri öldüren mikroplarla dolu fısıltılardır onlar. Hiçbirinde gerçek bir huzur, gerçek bir kazanç ve gerçek bir fayda yoktur. Baştan sona acı aldanışlar zinciridir hepsi. O zincir de insanı cehennem direklerine bağlar sadece. Hüsran içinde boğar, mahveder.

Yani «hududullah»tan başka formüller üretip de;

«‒Bunlar benim kırmızı çizgilerim.» diyenler, nâr-ı cahîm içinde kıpkırmızı olurlar.

Tıpkı;

«‒Artık normal vücut ısı aralığımın 100-200 derece bandında olmasına karar verdim! Ben çünkü böyle istiyorum…» diyenin buna kalkıştığı anda kıpkırmızı kesileceği gibi.

Bir kimse bunu hangi tonla söylerse söylesin, fark etmez. Hangi kararlılıkla söylerse söylesin, yine fark etmez. Hangi hırsla söylerse söylesin, yine fark etmez. Hangi vazgeçmezlikle söylerse söylesin, yine fark etmez. Ne kadar direterek de söylese, ne kadar bağırarak da söylese, ne kadar yatırımlar yaparak da söylese, ne kadar mantıklar üreterek de söylese, ne kadar felsefeler uydurup da söylese, yine boş, yine boş! Bu iddiayı ispat uğruna kütüphâneler kursa, yine nâfile.

Uygulamaya kalktığı anda âkıbeti belli:

Helâk.

Gaflete düşenler niye bunu göremezler?

Çünkü uzun bakmıyorlar, uzun düşünmüyorlar. İki dünyayı yan yana koyup da idrâk etmiyorlar. Gafil kimse, âhirete gerçek bir nazarla bakamayınca haramların insanı nasıl yakıp kavurduğunu görmüyor, göremiyor. Âhiret ile dünya arasında sadece bir anlık mesafe olduğunu fark etmiyor. Bir adım sonrası âhiret, geri dönüşü de yok. Burada yanmıyor sanılan can, orada bir yanıyor ki, aman yâ Rabbî! Buna rağmen gözü âhirete kapalı olan gafil, hayatı keyfine bağlı bir hayal oyunu zannediyor. Ancak başı ecel kayasına çarpınca uyanıyor fakat bu defa iş işten geçmiş oluyor.

Onun için;

Gaflet girdabında bir sürü hayallere kapılıp da «hudûdullah»tan başka formüllere saplananlar hakkında Cenâb-ı Hak îkaz ediyor:

«Ne kötü hükmediyorlar!» (el-Ankebût, 4; el-Câsiye, 21; en-Nahl, 59)

Burada;

«Ne kötü» ifadesi, insanın şu hayal âlemindeki aldanışlar silsilesinin tamamını gözler önüne koymaktadır.

Tüm ibretler ortada:

-Nemrutlar, isyanlarını ve inkârlarını çok güçlü haykırıyorlardı. Ne oldu?

-Firavunlar, sapkınlıklarını ve kötülüklerini, pervâsızca ve çok baskın şekilde haykırıyorlardı. Ne oldu?

-Kārûnlar, nankörlüklerini bir maharetmiş gibi çok zengin vaziyette haykırıyorlardı. Ne oldu?

-Ebû Lehebler, Hakk’a düşmanlıklarını çok büyük öfkeyle haykırıyorlardı. Ne oldu?

-Ebu Cehiller de, şirklerini ve zındıklıklarını çok kuvvetli haykırıyorlardı. Ne oldu?

‒Tarihten bugüne zulüm makinası kesilen nice zâlimler, çok büyük katliâmlarla arsız arsız haykırıyorlardı. Ne oldu?

Hepsi de güya çok güçlüydü. Hepsinin de gümbür gümbür ezici güçleri vardı güya. Kimsenin gık çıkaramadığı saltanatları ve kudretleri vardı güya. Kararları karardı güya. Hükümleri hükümdü güya. Her biri farklı zamanlarda, bomboş masallarını ve hayallerini, rakipsiz sandıkları güçlerinin ve kuvvetlerinin içinde haykırdı durdu. Hepsi de en ağır yumruklarla ve zulümlerle haykırdı durdu.

Ama;

Hiçbirinin haykırışı hakikat nurunu söndüremedi.

Hakikaten;

Hepsi de âcizler gibi göçtü gitti. Hepsi de şimdi ayaklar altında. Hepsi de şimdi yüce «hudûdullâh»ın önünde pişman ve perişan hâlde.

Yani;

Hangi kuvvette haykırılırsa haykırılsın; bâtıl olan her türlü kararın, her türlü hükmün, her türlü yorumun, insan için ebedî bir iflâs olacağı gerçeği değişmez. İçlerindeki münkir duyguları horladıkça durmadan Hazret-i Peygamber’e iftiralar atan, O’nun mübârek ve solmaz güzelliklerine çamur sıçratmaya çalışanların gözleri açılsın da görsünler;

Hangi güçle haykırılsa da yanlışlar, hiçbir zaman doğrunun yerini alamazlar. Bir sapık inanç ve iftira, dünya çapında ve en güçlü seslerle haykırılsa da, yegâne hak dînin gerçeğini değiştirmez, değiştiremez. Kim nasıl haykırırsa haykırsın ne dünyaya geliş hakikati değişir ne de dünyadan gidiş gerçeği değişir. Ne hesap gerçeği değişir ne de cennet ve cehennem hakikati. Önceden de böyleydi, âhirzamanda da böyle.

Her hâlükârda;

Hak tecellî eder.

Daima;

Hak galip gelir ve bâtıl zâil olur.

Hak, bazen cılız gibi görünse de, hiçbir gücün yenemeyeceği bir kudrettir o. Çünkü hâkim, Cenâb-ı Hak’tır.

Şâhidiz;

Hazret-i Peygamber, Mekke döneminde zâhiren güçsüz bir yetimdi. Zâhiren zayıftı ve etrafı da âcizlerle doluydu. Ama tebliğ ettiği hak ve hakikat güçlüydü. Öyle bir güçlüydü ki, koskoca bir devr-i cehâleti sildi süpürdü. Muhteşem bir asr-ı saâdet inşâ etti.

Hep hudûdullah ile.

Hudûdullah iki yönlü. Bir yönü helâller, bizi cennete götüren formüller. Diğer yönü ise haramlar, bizi cehennemden koruyan formüller. Sırat denilen köprü, bu formüllerin rotasında incecik bir köprü. Çok dikkatli yürünmesi gereken bir cennet istikameti. Çünkü üzerinde ateşe düşürebilen çengeller mevcut. Onları aşa aşa ilerlemek gerekiyor. Yani helâllere sarılmanın hamlesi, haramlardan sakınmakla mümkün. Sakınılmayan haramlar, helâllerimizi bozan mikroplar gibi, kâh hasta eder kâh öldürür.

Hâsılı;

«Hudûdullâh»a riâyet bahsinde haramlar ve helâller birbirlerine karışmamalı. Helâller daima saf ve tertemiz olmalı. İşte bunun için tezkiye-i nefs var, tasfiye-i kalp var. Gaye, kalpten haramları ve mâsivâyı söküp atmak ve nefisleri böylece tertemiz yapmak. İslâm’ın takvâ mektebi olan tasavvufta asıl maksat budur.

Bu asıl maksat;

«Hudûdullâh»a riâyet içinde Allâh’ın huzûruna yüz akıyla çıkabilmektir. Ancak müslüman bir kul olarak.

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn…