ÖNCELİKLERİMİZ ve ERTELEDİKLERİMİZ

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

“İnsan nedir?” diye soranlara Şeyh Sâdî-i Şîrâzî;

“İnsan üç-beş damla kan ve bin bir endişedir.” şeklinde cevap vermiş. Elbette mahlûkatın en şereflisi olma sırrına ermiş insanın tarifi, tam olarak bu olmasa gerek. Zira insan, sadece etten ve kemikten müteşekkil değil. Aynı zamanda aklı, rûhu ve duyguları da olan bir varlık. Yukarıdaki tarif kanaatimizce; insanın sadece maddî plânda hareket etmesi hâlinde, sahip olduğu ihtiras ve arzularını dizginleyemeyeceği ve nihayetinde ulaşacağı menzili işaret ediyor.

Yaşadığımız çağ; insanı tarif ederken, aslında Şeyh Sâdî’nin söylediğini haklı çıkaracak şekilde tarif ediyor. Zira modern çağ; insanı sadece üretimde kullanıp, sonra kazandığından daha fazla harcamaya sevk eden; onu asıl ihtiyaçlarından uzaklaştırarak, ihtiyacı olmayan şeylerin sahibi olması için bir ömür çalışmak zorunda bırakan; ev, araba ve pahalı eşyalarının olması, tatillere gitmesi, pahalı zevkler edinmesi ve tüm bunları elde etmek için hep daha fazla, daha fazla çalışması için kurulmuş bir robot gibi kabul ediyor.

Mânâ plânında rûhunu kaybetmiş bu hastalıklı çağ, insana insan gibi yaklaşmıyor maalesef. Düşünen ve konuşan bir varlık olmasının dışında, diğer varlıklar gibi sadece et, kemik ve ilik gibi unsurlardan meydana gelen bir mahlûk gibi değerlendiriyor. Dolayısıyla onun mânevî ihtiyaçlarını ihmal etmesi, hattâ hayatından çıkarması için bütün müesseseleri ile gayret ediyor.

Yaşadığımız çağ; insana sadece maddî yönden yaklaşıyor, insanın görünen kısmına yatırım yapıyor ve sadece o yönüne hitap ediyor. Böyle olunca, öncelik olarak maddî ihtiyaçların giderilmesi, zevk ve arzuların tatmin edilmesi, bir de belli vazifelerin yerine getirilmesini hayat olarak kabul ediyor. Bu kabul neticesinde; ortalama ömrü altmış-yetmiş sene olan insana hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama plânı yaptırabiliyor. Oturamayacağı evler almayı, harcayamayacağı kadar para kazanmayı sevimli hâle getirebiliyor ve maalesef bunda da başarılı oluyor.

İnsanoğlunun iki ciheti var. Birisi; eti, kemiği ve bütün âzâları ile görünen maddî tarafı. Diğeri de kalp, akıl ve nefisten oluşan ve görünmeyen mânevî tarafı. İnsanın, insan olarak muhatap alınması ve insan muamelesi görebilmesi için bu iki ayrı unsurun bir araya gelmesi ve birbirini tamamlaması gerekiyor. Bunun aksinin olması durumunda; ortaya insan değil, dengesi bozuk bir mahlûk çıkabiliyor.

İnsana dair bu yanlış yaklaşımın aksine Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de;

“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor. Yine birçok âyet ve hadislerde insanın mahlûkatın efendisi ve en şereflisi olduğu beyan ediliyor. Ancak buradaki ince ayrıntının «yaratılış amacına uygun hareket etmesi ve yaratıcısını unutmaması gerektiğinin» kaydını düşmeyi unutmayalım.

İnsan hem eti ve kemiği hem de aklı, iradesi, duyguları ve rûhu olan bir varlık. Fizikî yanını besleyip, hayatını devam ettirebilmesi için belli şeylere ihtiyacı olduğu gibi iç âlemini, duygularını ve rûhunu besleyip mânevî hayatının idâmesi için de bazı gıdâları alması gerekmektedir.

Bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle buyuruyor:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur… Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin!”

İnsanın maddî tarafını yani fizikî yanını besleyen gıdâları biliyoruz. Madem mânevî tarafımızın da beslenmesi gerekiyor, o hâlde mâneviyâtımızı besleyecek gıdâları da öğrenmek durumundayız. «Bu gıdâlar nelerdir?» diye biraz kafa yoracak olsak veya önümüzde yürüyen örneklere bakacak olsak şöyle bir reçete çıkıyor önümüze:

KALBİN GIDÂSI; YARATICISINA ÎMÂN ETMEKTİR

Kalbimiz, nasıl ki maddî hayatın merkezi ise aynı zamanda mânevî hayatın da merkezi durumundadır. Yani onu beslersek, diğer âzâlara ulaşmak ve onları kontrol etmek daha kolay olacaktır. Kalbi diri tutmanın ve onu beslemenin en kolay ve kat‘î yolu, onun kâinâtın yaratıcısı olan Allah Teâlâ’ya îmân etmesini sağlamak olacaktır.

GÖNLÜN GIDÂSI; SEVGİ ve MUHABBETTİR

Kalp kapısından girilince, varılacak ilk menzil gönül evidir. Gönül dünyasını beslemek için evvelâ oraya yabancı sevgilerin, dünyevî arzuların girmesini ve orayı işgal etmesini engellemek gerekir. Gönlün beslenmesi için en güzel gıdâ:

Muhabbetullah ve Muhabbet-i Rasûlullah’tır.

RÛHUN GIDÂSI; TÂAT ve İBÂDETTİR

İnsan kâinat içinde küçük bir âlem. Ruh ise insan içinde anlaşılması zor, bünyesinde sırlar barındıran küçük bir âlem. O görünmeyen âlemi beslemek için; eşi benzeri olmayan, kudreti sonsuz bir yaratıcıya ibâdet eder hâle getirmek, rûha sunulacak en güzel gıdâdır.

AKLIN GIDÂSI; İLİMDİR

İnsanı diğer mahlûkattan ayırt eden; doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırmaya yarayan; aklın gıdâsı ise ilimdir. Ancak bu ilim; kalp kapısından, gönül dünyasından ve ruh penceresinden süzülüp gelmiş olmalıdır. Aksi hâlde gıdâ değil, zehir hâline gelebilir.

İRADENİN GIDÂSI; MUHAKEME ve TEMYİZDİR

İnsan olmanın gereği akıldan sonraki en büyük nimet; iradenin beslenmesi için karşılaştığı her hâli İslâm’ın süzgecinden geçirmek, muhakeme etmek ve faydalıyı zararlıdan ayırarak işine yarayanı almaktır.

VİCDANIN GIDÂSI; ADÂLET ve MERHAMETTİR

Merhamet, Allah Teâlâ’nın kâinâtı kaplayan en büyük nimetidir. O merhameti bütün mahlûkata göstermek ve şefkatle muamele etmek vicdanı besleyen en güzel gıdâdır.

Şimdi bize düşen; hayatımızdaki öncelikleri yeniden gözden geçirmek ve ertelediğimiz taraflarımızın bizlere nelere mâl olduğunu idrak etmek olacaktır.

Mevlâ bizi hem maddî hem de mânevî taraflarımızı besleyen, onları ikmal eden, bunun neticesinde kâmil bir mü’min olarak huzûruna çıkanlardan eylesin.