GÜNEŞ GİBİ DOST

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî -kuddîse sirruhû-, 30 Eylül 1207’de Belh’te doğdu. 1228’de ailesiyle birlikte Konya’ya geldi. Babası Bahâeddin Veled ve hocası Seyyid Burhâneddin’in terbiyesinde yetişti. Zâhirî ilimde zirvedeyken Şems-i Tebrizî ile buluştu. Bu buluşma ile medrese hocası Celâleddîn’in içindeki mânevî gizli hazine ortaya çıktı. Mârifetullâh’a erişti. Buna vesile olan Şems Hazretleri’ne râm oldu. Mevlânâ Hazretleri ile Şems-i Tebrizî arasındaki dostluk; Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ve Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz arasındaki dostluk ile, Hızır -aleyhisselâm- ve Musa -aleyhisselâm- arasındaki dostluk ile benzerdir. Bir müddet sonra Şems, Konya’dan ayrıldı. Şems Hazretleri’nin gidişi Mevlânâ’yı büyük bir hüzne gark etti. Şems’ten sonra derdini anlatacağı, gönül sırlarını paylaşacağı bir başka mânevî güneş aradı fakat ay bile bulamadı. İçindeki esrârı kâğıda döktü. 25 bin beyitten müteşekkil Mesnevî-i
Şerif ortaya çıktı. Bu eser medeniyetimizdeki «şerif» sıfatlı üç eserden biridir. «Dinle!» emriyle başlayan bu eser; yüce ilâhî hakikatleri insan idrâkinin âciz seviyesine indiren, mücerred mefhumları müşahhas misallerle anlatan manzum bir eserdir. Hak âşığı Mevlânâ Hazretleri, 12 Aralık 1273’te vuslat gecesi (Şeb-i Arûs) olarak adlandırdığı gecede Rabbine kavuştu. Kabri Konya’dadır.

*

Mevlânâ Hazretleri, Şems-i Tebrizî’nin gidişine çok üzüldü. Dostunu çok özlemekteydi. Dostu Şems’i bulabilmek için her yere haber salmıştı. Nihayet bir gün bir adam gelerek Şems’i gördüğünü söyledi. Mevlânâ Hazretleri hemen o adama sırtındaki kıyafetini hediye olarak verdi, ona ikramlarda bulundu. O adam ayrıldıktan sonra yanındakiler;

“–Efendim, haber getirdiğini söyleyen kişi dolandırıcıdır. Vallâhi’l-azîm o yalan söyler. Şems-i Tebrizî’yi ne görmüş ne de duymuştur. Kıyafetinizi neden verdiniz?” deyince Hazret-i Mevlânâ;

“–Yalanına çulumu verdim, gerçeğine canımı verirdim.” diyerek dostuna olan derin muhabbetini bir kez daha izhar etti.

MUKABİL ATİYYE
Tâbiînden Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh, 642 yılında Medine’de doğdu. On iki yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetti. Daha sonra Basra’ya giderek ilmî sahada kendini geliştirdi. Verdiği beliğ vaazlarda kuvvetli hitâbetini kullanarak halkı irşâd etti. Bunun yanında talebe yetiştirdi. Siyâsî karışıklıkların yaşandığı dönemlerde yanlış yapan kim olursa îkaz etmekten çekinmedi. “Her ümmetin bir putu vardır, bu ümmetin putu da altın ve gümüştür.” sözü meşhurdur. Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- 728 yılının Ekim ayında Basra’da vefat etti.

*

Bir gün Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne birisi gelip;

“–Filân kimse; seni çekiştirdi, gıybet etti.” dedi.

Hasan-ı Basrî Hazretleri;

“–Sen o zâtın evine niçin gitmiştin?” diye sordu.

Adam;

“–Misafir olarak davet etmişti.” dedi.

“–Sana ne ikrâm etti?” deyince;

“–Çeşitli yemekler ve meşrubat…” diye cevap verdi.

Hasan-ı Basrî Hazretleri;

“–Bu kadar yemekleri içinde sakladın da bir çift sözü saklayamayıp bana mı getirdin!?.” buyurdu. Daha sonra kendisi aleyhinde konuşan kimseye bir tabak taze hurma ile birlikte şu haberi gönderdi:

“–Duyduğuma göre sevaplarınızı benim amel defterime geçirmişsiniz! İsterdim ki karşılık vereyim! Kusura bakmayın! Bizim hediyemiz sizinki kadar kıymetli olmadı.”

ŞAİR ENVERÎ

Kasîde şairi Evhadüddin Enverî Horasan’da doğdu. İyi bir tahsil gördü. Sultan Sencer ile yakınlık kurarak saray şairi oldu. Türk şairlerden Ömer Nef‘î (v. 1635) Enverî’nin şiir tarzından etkilenmiştir. Enverî’nin, 1189’da Belh’te vefat ettiği tahmin edilmektedir.

*

Enverî, Horasan’ın Belh şehrine gittiğinde büyük bir kalabalığın bir meydanda toplanmış olduğunu gördü. Kalabalığın ortasında bir kişi şiir okuyor ve etrafındakiler de büyük bir dikkatle dinledikten sonra alkışlıyorlardı. Okunan şiirler Enverî’ye ait olmasına rağmen okuyan hatip; «kendi şiirim» diye okuyordu. Enverî adama yaklaşarak hayretle sordu:

“–Bunlar sizin şiirleriniz mi?”

Adam;

“–Evet.” dedi.

Şair;

“–Ben bunları Enverî’nin diye biliyordum.” deyince adam;

“–Tamam işte. Ben Enverî’yim.” dedi.

Bunun üzerine şair;
“–Hayret! Şimdiye kadar şiirin çalındığını duymuştum da şairin çalındığını hiç duymamıştım” diye karşılık verdi. (Hilmi YÜCEBAŞ, Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, s. 133)

İLME ADANMIŞ BİR ÖMÜR
Fuad SEZGİN, 24 Ekim 1924’te Bitlis’te doğdu. Lise tahsilinden sonra mühendis olma arzusunu gerçekleştirmek için İstanbul’a geldi. İstanbul’da Alman şarkiyatçı Helmut Ritter’in bir konferansına katıldıktan sonra mühendislik sevdasından vazgeçip Ritter’in talebesi olmaya karar verdi. Bir yandan Arap ve Fars filolojisi bir yandan da matematik okudu. Hocasının da yönlendirmesiyle Bîrûnî, Buzcânî, İbn-i Heysem, Harezmî gibi tarihte öne çıkan müslüman âlimleri araştırmaya başladı. 1960 darbesinden sonra üniversiteden atılan 147 hocanın içinde Fuad SEZGİN de vardı. Almanya’ya giderek çalışmalarına Almanya’da devam etti. 1982’de Frankfurt Üniversitesi’nin bünyesinde kurduğu enstitüde müslüman âlimlerin sekiz asır içinde yaptığı 700 âletin modelini yaptı, 45 bin eser ihtivâ eden bir kütüphâne kurdu. Daha sonra bu çalışmalardan kendi ülkesini de faydalandırmak için çalışmalara başladı. 2008 yılında Gülhane Parkı’nda İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni açmaya muvaffak oldu. Seksen iki yaşındayken kendisine yöneltilen;

“–Günde kaç saat çalışıyorsunuz?” sorusuna verdiği;

“–Eskiden günde 17 saat çalışıyordum. Şimdi tembellik yapıyorum. 3-4 saat azalttım.” cevabı câlib-i dikkattir. Fuad SEZGİN, 30 Haziran 2018’de vefat etti. Kabri, Gülhane Parkı’ndadır.

*

Kendisi anlatır:

“Arapça öğrenmeye başlamıştım. Ama hiçbir mesafe kaydetmiyordum. Bütün gayretlerime rağmen hocam benden memnun değildi ilk aylarda. 1943 yılıydı. Almanlar, Bulgaristan’a girmişlerdi. Bizim hükûmet bütün üniversiteleri, mektepleri tatil etti. Hocam bana dedi ki:

“–Şimdi elinizde bir fırsat var. Altı aylık bir tatiliniz olacak. Bu zaman içerisinde Arapçayı öğrenin.” Ben de zaten öyle düşünüyordum. Fakat bu söz bana çok tesir etti. Hakikaten altı ay kendimi Arapça öğrenmeye verdim. Evimizde babamdan kalma otuz ciltlik bir Taberî Tefsiri vardı. Onu okumaya başladım. Başlangıçta anlamıyordum. Türkçe tefsirlerle karşılaştırarak, yavaş yavaş tefsirin içine girmeye çalıştım. Günde aşağı yukarı 17 saat çalışıyordum. Erken kalkıyordum, gece geç yatıyordum, evden hemen hemen hiç çıkmıyordum. Altı ay sonra Taberî Tefsiri’nin otuz cildini  bitirmiş oldum. Başlangıçta hemen hemen hiç anlayamadığım bu tefsiri altı ayın sonunda gazete gibi okuyordum. O hızla, yani 17 saatlik bir tempoyla çalışırsanız bunu siz de başarırsınız, bundan eminim. Sonbaharda hocama gittim; ilk derste bazı Alman âlimler, profesörler de vardı. Hocam önüme Gazâlî’nin İhyâ’sını koydu ve;

“–Okuyun bakalım!” dedi. Okudum. Gazalî benim için artık belki bir mesele değildi. Hocam bana baktı, gülümsedi, sevindi, mesuttu. Orada beni biraz methetti. Benim için o an, hayatımın unutulmaz ânıydı. Arapçada artık kitapları okuyabilecek bir hâle gelmiştim. Artık başka dillere başvurmak lâzımdı!” (Sefer TURAN, Bilimler Tarihçisi Fuad SEZGİN)