O’NUN AHLÂKINDAN NASİP ALMAK

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bize örnek, O Muhammed, el-Emîn,
Bu cihetten O’nadır meth-i mübîn.

Candan îman gerekir, ey kullar,
Övgü hakkında Hudâ âyeti var:

وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ

«Ey Habîbim! Yüce şânınla, temiz,
İsminin yâdını yükselttik Biz!»1

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

«Çünkü Sen’sin yüce ahlâk üzere!»2
İşte târif, yüce Allâh’a göre… (Seyrî)

Niçin bu tarif?

Niçin Cenâb-ı Hak, O’nun yüce ahlâkını ve adını yükselterek insanlığa îlân ediyor?

Çünkü iki dünyada da;

İnsanlığın kurtuluşu, ancak O’nun yüce ahlâkından nasip almışlığa bağlı.

Mâlûm:

Beşeriyeti helâk eden zulüm ve vahşet dolu bir câhiliyye devrini; ancak O’nun yüce ahlâkı, muhteşem bir saâdet asrı hâline getirdi.

Çünkü;

O’nun gösterdiği ebedî kurtuluşu görenler, gönül gönül huzûruna can attılar. Rûhu kötülük girdaplarında boğulanlar, O’na koştu, kurtuldu. Bağrı her türlü rezaletle perişan olmuş kalpler, O’na koştu, tertemiz oldu. Fikri ve hayatı kötülüklerle darmadağın olmuş kişiler ve topluluklar, O’na koştu da gerçek iyiliklerin zirvesinde yıldızlaştı. Cellât ve cânî tipler bile O’nun eşiğine adım attıkları andan itibaren cihanın en merhametli kimseleri oldular.

Kâ‘b bin Züheyr, önceden İslâm düşmanı bir şairdi. Hakkında ölüm fermanı yazdıracak kadar ileri gitmişti. Fakat o da, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i idrâk eder etmez, sonsuz bir aşk ile doldu ve ömrünün en güzel şiirini O’na yazarak şevk ile huzûruna koştu:

أُنْبِئْتُ أنَّ رَسُولَ اللّٰهِ أَوْعَدَن۪ي
وَالْعَفْوُ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ مَـأْمُولُ

وَقَدْ أَتَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ مُعْتَذِراً
وَالعُذْرُ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ مَقْبولُ

إِنَّ الرَّسُولَ لَنُورٌ يُسْتَضَاءُ بِه۪
مُهَنَّدٌ مِنْ سُيُوفِ اللّٰهِ مَــسْـلُولُ

İşitmişim, beni Allah Rasûlü öldürecek,
Dedim Rasûl-i Hudâ’dır O, affıdır gerçek!

Özürle koştum O Allah Rasûlü’nün yanına,
Pak özrü çünkü bağışlar O Rahmet, âmennâ.

O Allah elçisi bir nûr, hidâyet O’nda ışın,
O hem de zulme çekilmiş kılıncı Allâh’ın… Nazmen terc. Seyrî)

Ne mutlu;

Bu mısraları dinlediğinde Hazret-i Peygamber, Kâ‘b bin Züheyr’i hem affetti, hem de hırkasını çıkarıp ona giydirdi. Buna vesile olan şiire o günden sonra «Kasîde-i Bürde» denildi. Bu nâiliyete gıpta ve iştiyak içinde O’nun huzûruna koşan bütün âşıklar da, aynı merhamet ve dermanı kendilerine gaye edindiler. Bu gaye, bir düstur olarak mısralaştı:

Zikr-i na‘tün virdini derman bilür ehl-i hatâ!  (Fuzûlî)

“Yâ Rasûlâllah!

Sen’in güzelliklerini yâd etmeyi, dile getirip döne döne anlatmayı bütün suçlu gönüller kendilerine yegâne bir derman ve çare olarak bilirler.”

Öyle değil mi?

Yüce Allah, kötülükleri iyilikle ve güzellikle savmamızı ve bertaraf etmemizi istemiyor mu zaten?

Öyleyse;

Kötülükler, virüsler, vahşetler bütün dünyayı da sarsa yapılacak yegâne iş, onların yerine Hazret-i Peygamber’in tüm insanlığı yeşertici güzelliklerini koyabilmek. Çünkü O’nun emsalsiz güzellikleriyle yoğrulan bir ruh, bütün kötülüklerden arınır ve şifâ bulur. Her devirde buna şâhit olan Peygamber âşıkları, O’nun vesilesiyle nice zâhirî hastalıklara da O’ndan devâlar devşirmiştir.

İmam Bûsirî, felçti. Fakat îmânı ve gönül lisânı en güzel bir sıhhat ve aşk içindeydi. Başladı Âlemlerin Efendisi’ni vecd çağlayanı hâlinde anlatmaya:

فــاقَ النَّبِيّ۪يـنَ ف۪ي خَلْـــقٍ وَف۪ي خُلُـــقٍ
وَلَــــمْ يُــــدَانُوهُ ف۪ـــي عِـــلْــمٍ وَلَا كَــــرَمِ

وَكُــــلُّهُمْ مِنْ رَسُــــولِ اللّٰهِ مُــلْتَمِـــسٌ
غَرْفًا مِنَ الْبَــحْرِ أَوْ رَشْفاً مِنَ الدِّيَــــمِ

دَعْ مَـا ادَّعَتْــهُ النَّصَــارٰى ف۪ي نَبِيِّهِــمِ
وَاحْكُمْ بِمَا شِئْتَ مَدْحاً ف۪يهِ وَاحْتَكِـمِ

كَـالشَّمْسِ تَظْهَرُ لِلْعَيْنَيْنِ مِنْ بُــعُدٍ
صَغ۪يرَةً وتُكِـلُّ الطَّـرْفَ مِنْ أَمَــمِ

فَمَــبْــلَغُ الْــعِــــلْمِ ف۪يهِ أَنَّــــهُ بَــشَــرٌ
وَأَنَّــــهُ خَــيْرُ خــلْـقِ اللّٰهِ كُــــلِّهِمِ

O geçti huyda ve fıtratta tüm nebîleri de,
Aşılmamıştır O aslā, kerem ve ilminde.

Hıristiyanca bir ifrâta düşmedikçe, O’nu,
Yüceltip öv övebildikçe, yok medihte sonu.

Fakat bakarsan uzaktan güneş küçük görünür,
Yakından acze düşer göz, bu acze nûr o mühür.

Ve ilmin erdiği son söz şu: Şüphe yok, beşer O,
Ne şüphe, varlığa öz, en hayırlı kul, hüner O. (Nazmen terc. Seyrî)

«İkinci Kasîde-i Bürde» diye meşhur olan bu na‘t bittiğinde İmam Bûsirî de yüce Allâh’ın lutfuyla şifâ buldu.

Bu itibarla âşıklar dediler ki:

Sen’in aşkın kamu derde devâdır yâ Rasûlâllah,
Sen’in katında hâcetler revâdır yâ Rasûlâllah! (Şeyyad Hamza)

Bu aşk, daima bambaşka bir hasret hâlinde gönülleri Yûnus eyledi:

Arayu arayu bulsam izini,
İzinin tozuna sürsem yüzümü,
Hak nasîb eylese görsem yüzünü,
Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

Bir mübârek sefer olsa da gitsem,
Kâbe yollarında kumlara batsam,
Hub cemâlin bir kez düşte seyretsem,
Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

Yûnus medh eyledi Sen’i dillerde,
Dillerde dillerde hem gönüllerde,
Ağlayı ağlayı gurbet ellerde,
Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

Bu iştiyakın özü, şuydu:

Hüsn-i Kur’ân’ı görür insân, olur hayran Sana,
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana!.. (Muallim Nâci)

Dolayısıyla;

Nice hilye-i şerîfeler yazıldı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e.

Çünkü;

Cenâb-ı Hakk’ın her türlü yüce övgüsüne mazhariyetinden dolayı yeryüzünde en çok anlatılan ve ne kadar anlatılsa dahî ifadelerin yine de az geldiği yegâne şahsiyettir O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. O’nun dışında bir isim hangi özelliklere sahip olsa bile, bir anlatırsınız, iki anlatırsınız. Sonra da anlatacak bir şey bulamazsınız ve söylemek istediğiniz sayısız kelimeler ortada kalır. Lâkin mevzu Fahr-i Kâinât olunca daima tam tersi olmaktadır, yani kelimeler bitmekte ancak Cenâb-ı Hakk’ın «rahmeten li’l-âlemîn» âyeti olan Hazret-i Peygamber’in özellikleri ve sonsuz ahlâkı, şahsiyet ve fazîletleri hâlâ bitmemektedir.

Şeyh Gālib ne güzel söyler:

Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin Efendim,
Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim,
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin Efendim,
Menşûr-i «le-amrük»le müeyyedsin Efendim,

Sen, Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim!..

Hutben okunur minber-i iklîm-i bekāda,
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda,
Gülbang-i kudûmün çekilir arş-ı Hudâ’da,
Esmâ-i şerîfin anılır arz u semâda,

Sen, Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim!..

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

Aynı iştiyak ve yönelişin aşk potasında eriyip kavrulan Yaman Dede’nin O’na hâlini arz edişi de bir başkadır:

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlâllah,
Nasıl bilmem bu hicrâna dayandım yâ Rasûlâllah?
Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Rasûlâllah,
Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

Yanan kalbe devâsın Sen, bulunmaz bir şifâsın Sen,
Muazzam bir sehâsın Sen, dilersen rû-nümâsın Sen,
Habîb-i Kibriyâ’sın Sen, Muhammed Mustafâ’sın Sen,
Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam,
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam,
Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek!
Nasîb olmaz mı sultânım haremgâhında can vermek?.
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

Bütün mesele;

Muhammedî bir muhabbetle O’nun yolunda yaşamak. O’nun ahlâkından nasîb alarak yaşamak.

Çünkü hadîs-i şerifteki;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) müjdesi, mahşer gününde buna göre, yani O’nun ahlâkıyla ahlâklanarak yaşamaya göre tecellî edecektir.

Unutmamalı;

Mühür O, aşk O, sevenler, O’nun yolunda gider,
Umut semâsı O Server, O’nun yolunda bu yer.
Hayâtı en yüce örnek, bütün ömürler için,
Asırlar üstü muammer, O’nun yolunda değer.
Medîne’nin gülüdür, Mekke’nin yetim tâcı,
Makamda Bülbül-i Ekber, O’nun yolunda haber.
Emîn adıyla O’nun tüm isimlerinde su var,
Devâ O, Rahmet O Enver, O’nun yolunda beşer.
İçinde en ulu derman, yegâne sevdâ O,

Muhabbet incisi defter, O’nun yolunda kader.
Uçar O’nunla koşanlar, cemâl-i cennete dek,
Huzûr O’nunla müyesser, O’nun yolunda keder.
Asıl O, cümle fasıllarda, yâr-i müstesnâ,
Büyük şefâati yâver, O’nun yolunda su ver!
Bidâyetinde cihânın, nihâyetinde O Rûh,
Ezân O şanlı Muzaffer, O’nun yolunda zafer.
Tamâmı O’nda güzelliklerin, O Şâh-ı rusül,
Liman O, Arş’a seferber, O’nun yolunda sefer.
Elem yok emrine kurbân olan yüreklere hiç,

O çehre, ay gibi cevher, O’nun yolunda kamer.
Nebî Muhammed O Ahmed, en özge peygamber,
Ufuklar ufkuna minber, O’nun yolunda seher.
Namazda yan yana mîrâc eden sahâbe misal,

Yanında ol, O’na can ver, O’nun yolunda yeter.
O Lâle, öyle misilsiz ki, dil susar, göz över,
Lügat bu sırra pes eyler, O’nun yolunda bu der.
Uyan, ne muhteşem ahlâk O, canlı bir Kur’ân,
Ne mutlu, müjde-i mahşer, O’nun yolunda eser.
Duâ O Çâre, cehennem sırâtı dar ise de,
Aşar O’nunla berâber, O’nun yolundakiler.

Yemîn eder O’na Allah, o denli Sevgili O,
Akarsudur O’na Kevser, O’nun yolunda hüner.
Şeref O her iki dünyâda, şân O, ey Seyrî,
Amân-ı ümmet O Rehber, O’nun yolunda bu fer.

Tekrar unutmamalıyız;

En doğru hayat, O’nun yolunda O’nun ahlâkını yaşamaktır…

O’nun ahlâkı ise; Kur’ân-ı Kerim’dir.

Takvâ üzere yaşamak ve yaşatmaktır.

O’nun ahlâkı; îman ve ihsandır. Amel-i sâlihlerdir. Hakkı ve sabrı tavsiyedir.

O’nun ahlâkı; adâlet ve merhamettir, şefkattir. Âlemlere rahmet tevzî etmektir.

O’nun ahlâkı; yetimlere, gariplere, kimsesizlere, mahrum ve muhtaçlara sahip çıkmaktır.

O’nun ahlâkı; zâlimin zulmüne engel olmaktır, hakkı tutup kaldırmaktır.

O’nun ahlâkı; hür bir vatanda ezanını gür okumak, bayrağını şan ve şerefle dalgalandırmaktır.

Hâsılı O’nun ahlâkı; Yüce Allâh’ın «Ne güzel!» dediği bir kulluk hayatıdır.

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn!..

________________

1 el-İnşirâh, 4.
2 el-Kalem, 4.