Fazîletlerin Timsâli; CÖMERTLİK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Bir maksada mâtuf bütün faaliyetlerde aranan ortak nokta, verimliliktir. Verimli, bereketli olmayan bir faaliyet ya ıslah edilip beklenen neticeye göre uygun mecrâsına oturtulur veyahut da bu mümkün olmuyorsa durdurulur. İlmin de her sahadaki gayesi, en verimli ve faydalı teknikleri geliştirmektir. Bir çiftçi, bahçesinden ve tarlasından en iyi verimi almak için uğraşır, didinir; bunun için yeni yetiştirme tekniklerini araştırır, ürün çeşidini değiştirir, yapabileceği başka faaliyetleri dener…

Sonsuz nimetlerle insanın istifadesine tahsis buyurulan kâinâtın biriciği olan dünyadaki meşgale; onu yaratan Allah Teâlâ’nın rızâsı çerçevesinde tesis edilen bir nizamda sürdürülen hayatla dünyanın nimetlerinden faydalanmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Namaz kılınınca, artık yeryüzüne dağılın; Allâh’ın lutfundan nasibinizi arayın…” (el-Cum‘a, 10) buyurulması, bu vâkıaya da bir işaret hükmündedir. Bu nimetleri elinde bulundurmak, hikmetine binâen insanın saâdeti ile alâkalı bir imtihan vesilesidir. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle işaret buyurulur:

“Sonra, o gün nimetlerden sorguya çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Dünya malının mülkiyeti mevzuu; insanın en önemli bir meselesi olarak görülmüş, bu uğurda, büyük ve kanlı mücadeleler vâkî olmuştur. Daha önceki devirlerde başlayan bu fikirler, geçen asırda sistemleşmiş; ferdiyet merkezli kapitalizm ve cemiyet merkezli komünizm olarak iki kutupta tezâhür etmiştir.

Ferdî hürriyeti esas alan kapitalizm, ekonomiyi onun mülkiyet hakkı çerçevesinde tanzim eder.

Kapitalizmde, çalışanların ezildiğini iddia eden komünizm ise; içtimâî adâletin tesisi için, mülkiyet hakkının cemiyet adına devlete ait olması gerektiğini kabul eder.

Bunların dışında; bir de her iki sistemin belirli esaslarının terkibiyle, mülkiyetin devlet ve fert arasında paylaştırıldığı sistemden söz edilebilir. Ancak tatbîkatta, sermaye çevrelerinin daha fazla kazanabilmeleri için çalışanların sömürülmelerine yol açan kapitalizmde de; hantal bir bürokrasi ile, ekonominin çarklarının zorlukla döndürülebildiği ve çalışanların yoksul kaldığı, üstelik devlet erkânının yeni bir sömürgeci sınıf olarak ortaya çıktığı komünizmde de, cemiyetlerin âdil ve müreffeh bir içtimâî hayata kavuşturulamayacağı görülmüştür. Dahası bu iki mihrak; dünyanın zenginliklerine sahip olabilmek ve nüfuz sahalarını genişletebilmek ihtiraslarının peşinde, savaşarak veya anlaşarak iki kutuplu bir nizamın teşkili yolunda dünyayı kan ve ateşe boğmuşlardır.

Her iki beşerî sistemin fikrî esaslarını hazırlayan filozofların ve ekonomistlerin dünyayı kendilerine göre tanzim etme ihtirasındaki Siyonist çevreye bağlı olmaları, bu sistemlerin insanlığın hayrına olmak gibi mâsum ve fazîletli bir niyetle ortaya konulmadıklarının bir işareti olarak görülebilir. Nitekim her iki sistemde de, «insan» gibi, kâinâtın kendisine tahsis buyurulduğu bir yüce varlık; ancak, bu muhteşem keyfiyetinden sıyrılıp, bir makinanın dişlisi derekesine düşürülmektedir. Ona bu ulviyeti veren «din» vâkıasının en aza ircâ edilerek, hattâ «afyon» kabul edilip yok sayılarak içtimâî hayattan çıkarılması yoluna sapılmaktadır.

İnsanlığın ufkunda parlayan son ve tahrîfâta uğramamış tek din olan İslâm’da ise; her şeyin sahibi, Allah Teâlâ olarak beyan buyurulmuştur. Şerîata göre fertler, resmen mülkiyet hakkına sahiptirler. Ancak hakikatte; mal, mülk, can ve bütün varlıkları yaratan Allah Teâlâ, onları insanlara emânet olarak tevdî buyurmuştur. «Ezel Bezmi»nde Rabbine itaatini beyan eden insana düşen de ahdine vefâdır.

İnsan; mes’ûliyetindeki emânetlerin kullanılmasıyla alâkalı olarak, âhiret gününde hesaba çekilecektir. Nitekim bir hadîs-i şerifte;

“Kıyâmet gününde dört şeyden (ömründen, gençliğinden, malından ve ilminden) sorgulanmadıkça, kulun ayaklarının yerinden kımıldamayacağı…” (Tirmizî, Kıyâme, 1) îkaz buyurulur. Bir diğer hadîs-i şerifte de, bu hesaba hazırlanmadaki bir gaflet hâli şöyle ifade buyurulur:

“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Geçmişte pek çok insan; üzerindeki nimetlerin gerçek sahibi olduğu vehmiyle istikametini şaşırmış, hüsran girdaplarında mahvolup gitmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, ihsân edilen emânetler hakkında şöyle beyan buyurulur:

“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) Allah Teâlâ adına yeryüzünde barış ve huzuru tesis etmek gibi ulvî bir vazifeyi yüklenen insana düşen, kendisine tevdî buyurulan emânetlere riâyet etmek ve onlar üzerinde ilâhî rızâya uygun şekilde tasarrufta bulunmaktır. Aksi takdirde, günümüzdeki veçhile, dünyanın kan ve ateşler içinde yaşanmaz hâle gelmesi mukadder olur.

Fert kendisine ihsân edilen nimetleri emânet olarak görmeyip, kendi çalışmasının bir eseri zannederse; onu, nefsine râm olarak harcamaya meyleder. Hâlbuki, bu vâriyetin sarfında, «dünyanın, âhiretin tarlası olduğu» gerçeği akılda bulundurulmalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;

“O takvâ sahipleri ki; bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyurulur. «İnfâk»ın önemi hakkındaki âyet-i kerîmeleri öğrenen ashâb-ı kiram hazerâtının fakir olanlarının; hemen dağdan odun, çalı çırpı toplayıp satarak, parasını infâk etmeye koşmaları, bu mevzuda gösterilmesi gereken hassâsiyete bir örnektir. Kur’ân-ı Kerim’de, infâkın keyfiyetine bir işaret olarak;

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla «birr»e (hayrın kemal noktasına) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyurulur. Bunu öğrenen Hazret-i Ebû Talha -radıyallâhu anh-, hemen Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek, en sevdiği hurma bahçesini infâk ettiğini bildirmişti. Kur’ân-ı Kerim’de; «Sadakayı alanın Allah olduğu»nun (et-Tevbe, 104) ifade buyurulması, onun ne büyük bir fazîlet olduğuna ve nasıl bir edebe riâyet edilmesi gerektiğine de bir işarettir.

Kur’ân-ı Kerim’de cömertlik; sonsuz lütuf ve kerem sahibi olarak, Allah Tealâ’nın sıfatları arasında gösterilmiştir. Bir hadîs-i şerifte de;

“Allah cömerttir ve cömertliği sever.” (Tirmizî, Edeb, 41) buyurulur. İnfâk etmekte şuur sahibi olmak, verilenin miktarından daha önce gelir. Bu cümleden olarak; bir hadîs-i şerifte;

“Yarım hurma ile de olsa cehennemden korunun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10, Menâkıb, 25) buyurulur. İlâhî ahlâkla müzeyyen olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; cömertlik bakımından da, insanlığın ufkunda «en güzel örnek» olarak parlamaktadır. Elinde olanı hemen dağıtan, kendisinden bir şey isteyeni boş çevirmeyen, yoksa da ödünç alıp veren Âlemlere Rahmet Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu emsalsiz hasletleri; O’nun tâlim ve terbiyesiyle yetişen ashâb-ı kiram hazerâtınca temessül edilmiş ve teselsülen sonraki nesillere aktarılmıştır.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Kişinin kendi malı, hayır yaparak önceden gönderdiği; mîrasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır.” (Buhârî, Rikāk, 12) buyurarak, ümmetinin saâdeti için, hayır yapmaya teşvik etmiştir. Esâsen, bir cemiyette, fertlerin farklı mevkîlerde bulunmalarının hikmeti, onların birbirlerine muhtaç hâlde bulunmalarıdır. Aslında, bir hususta ihtiyaç sahibi olanlar, o bakımdan muhtaç olmayanlara zimmetli durumdadırlar. Bu münasebetle, içtimâî hayatta herkes birbirinden mes’uldür. Fakirin zengin üzerindeki hakkı, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurulur:

“Sâilin (ihtiyacını arz edebilen fakirin) ve mahrumun (iffeti sebebiyle isteyemeyen muhtacın) onların (zenginlerin) servetlerinde (belirli bir) hakkı vardır.” (ez-Zâriyât, 19)

“Mü’min; «… Sen onları sîmâlarından tanırsın…»” (el-Bakara, 273) âyetinin sırrına ererek, muhtaç durumdaki kardeşinin istemesine bile lüzum kalmadan, onun sıkıntısını sîmâsından anlayabilecek bir firâsete ulaşmalıdır.”*

Cömertlik, muâmelât çerçevesinde, bir insanın içtimâî verimliliğidir; bütün fazîletlerin fiiliyattaki timsâlidir, muhassalasıdır, onu tamamlayan cüz’üdür. Merhametin, şefkatin, sevginin, ferâgatin, hasbîliğin, vefânın… varlığının müşahhas tezâhürüdür. Atasözümüz;

“Tatlı aşın yoksa, tatlı sözün olsun.” der. Zarurete binâen; gönlü kırık olana gösterilecek bir tebessüm bile, bir cömertlik ifadesidir. Bütün seyyahların sitâyişle, öve öve bitiremedikleri birkaç asır önceki eski cemiyetimizde, siftah eden bir esnaf, gelen ikinci müşterisini, komşu esnafa gönderirken; bugün bu güzelliklerden mahrum kaldık. Dünyevî cereyanların içtimâî hayat damarlarımızı yakıp kavurduğu ülkemizde; en küçük bir bâdirede, ihtiyaç maddelerinin nasıl yağmalandığına, nasıl karaborsaya düştüğüne ibretle şahit olundu. Rahmet cemiyeti, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in inşâ ettiği «asr-ı saâdet» rûhâniyetine âşinâ olan, fazîletli insanlarla hayat bulur. Fazîlet de öncelikle, «zengin gönüllerde» yer bulur. Elhamdülillâh; ulaştığımız ve idrak etmekte olduğumuz mübârek Ramazan ayı ve bayramı, fazîletlere yuva olacak gönüllerin kazanılmasına vesile olsun.

______________

* Osman Nûri TOPBAŞ, Genç dergisi, s. 92.