SALGIN TEFEKKÜRLERİ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Bu yazıyı yazarken karantina tedbirleri için çoluk çocuk eve kapanmış durumdaydık. Sizin elinize geçtiğinde durum değişecek mi, bilmiyorum. Salgın hastalık haberlerinin bütün dünyanın tek gündem maddesi olduğu günlerden geçiyoruz.

Salgının büyük bir hızla yayılarak dünyanın en zengin ve güçlü ülkelerini dahî çaresiz bırakması, hiç şüphesiz ibret verici bir hâdiseydi. Karantina ve sokağa çıkma sınırlamasını eğer biraz tefekkür etmek için ve kendi içimize, kendi gerçek gündemimiz ve vazifelerimize dönmek için değerlendirmiş olsaydık çok kârlı çıkardık.

Bir bakıma bu virüs bizi üç ayların mâneviyatından istifade etmeye mecbur etti. Daha Ramazan ayı girmeden, îtikâfa benzer bir dünyadan el etek çekme hâline girdik. Fakat bu güzel fırsatı dijital araçlar ve ekranlar arasında hebâ etmekten kurtulabildik mi?

Bu salgın da hemen her hadise gibi, bol bol şâyiaların çıkarılmasına zemin oluşturdu. Çıkarılan şâyialar arasında komplo teorileri de oldukça revaçtaydı. Yakında çıkarılacak aşı ile insanların kısırlaştırılacağından tutun da, insanlara çip takılacağına kadar her türlü iddia ortada dolaştı. Aslında zorla uygulanan aşılara veya mecburen takılan çiplere gerek yok; dünyadaki sosyo-ekonomik düzen, insanları gönüllü olarak kısırlaşmaya ve âdeta çip takılmış gibi, dijital takiplerin bir parçası olmaya yönlendiriyor. Belki salgın bu gidişi biraz daha hızlandırabilir, o kadar.

Elbette bu salgının çok ciddî neticeleri olacak. Dünya tarihinde salgın hastalıkların çok ciddî sonuçları da oldu. Büyük ihtimalle bu salgın da, dünya tarihinin kırılma anlarından biri olarak tarihe geçecek.

Salgından sonra yeni bir dünyanın kurulup kurulmayacağını şu merhalede söylemek zor olsa da; salgının en çok etkilediği ülkeler göz önüne alındığında, ekonomik, siyâsî, askerî ve toplumla alâkalı ciddî değişimlere sebep olabileceği söylenebilir. Çünkü salgın birçok ülkede ciddî sorgulamalara ve tenkitlere sebep oldu.

Zaten ne zamandan beridir, dünyanın birçok bölgesinde çatışmaları sonlandıramayan, insanlık dışı manzaralara seyirci kalan BM ve AB gibi çatı kuruluşları, bu salgın konusunda da etkisiz kalarak kuruluş maksatlarını yerine getirmekten uzak olduklarını gösterdiler. Bugün artık batı insanının kendi medeniyetlerine duyduğu güven, mühim ölçüde sarsıldı.

Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın en zengin ülkeleri olmalarına ve dünyanın teknolojik olarak en donanımlı hastahânelerine, araştırma lâboratuvarlarına sahip olmalarına rağmen salgın konusunda büyük bir yenilgiye uğradı.

Ekonomik daralma yaşamamak için tedbirleri geciktiren ABD’de vaka ve ölüm sayısı büyük bir hızla arttı. Başkan Trump’ın sorumsuz ve istikrarsız yönetimi; halk sağlığından çok, bu yıl yapılacak başkanlık seçimlerine yönelik kampanyasının problemlerine odaklandı. Hazine Bakanı Steven Mnuchin gibi kimi isimler, ekonominin büyümesine halk sağlığından daha fazla önem verdi. Bunun yanında ABD sağlık sisteminin de ne kadar yetersiz olduğu ortaya çıkmış oldu.

Çin; ekonomik büyüme konusundaki başarısının yanı sıra, salgını kontrol altına almakta da büyük bir başarı göstermiş görünüyor. Ancak ülkede hâkim olan komünist idarenin resmî açıklamaları gerçeğe uygun mu, bundan hiç kimse emin olamıyor.

Türkiye de salgına karşı tedbir alma konusunda oldukça erken harekete geçmesiyle birçok ülkeye nazaran oldukça başarılı bir mücadele sergiledi. Sağlık yatırımları sayesinde salgına hazırlıklı giren Türkiye, salgından ölüm sayılarını sınırlı tutabildi. Ancak hastalığın, -virüsten kendisi etkilenmeyen ama taşıyıcı olarak başkalarına yayan genç kesimin etkisiyle- ülke geneline yayılmasının önüne geçilemedi. Yine de sosyal devlet ve insan hayatına değer verme bakımından, dünyada eşine az rastlanacak bir örnek ortaya koydu.

Liberal batı ile totaliter Çin arasında Türkiye devleti kendine ait bir rejim uyguladı. Bu hâl sadece salgın dönemine mahsus bir uygulama olarak mı kalacak yoksa bu kendi öz kimliğimize ve değerlerimize ait bir nizamı tesis etme yolunda bir başlangıç teşkil edecek mi? Bu herhâlde biraz da bizim gayretimize bağlı. Neden bu hususta en azından zihin jimnastiği yapmıyoruz?

Meselâ; salgın hastalıkla mücadele bize, insanların sadece “birey” olmadığını, büyük bir insanlık ailesinin fertlerinden biri olduğunu ispatladı. Gerektiğinde umumun hayrı için, ferdin hürriyetinin kısıtlanabileceğini gösterdi. Öyleyse; özgürlük nedir, ne işe yarar, hangi sahada faydalıdır, diye konuşmanın en uygun zamanı değil mi?

Meselâ çarpıcı bir örnek; Covid 19 virüsü gibi teneffüs yoluyla kolayca bulaşan bir hastalığın yayılması için hayatı durdurabiliyorsak, kan yoluyla ve zührevî olarak bulaşan AIDS gibi hastalıkların yayılmasına karşı zinâ, fuhşiyat ve sapkınlıklar neden yasaklanmasın?

Üstelik bu korunma tedbirlerinin sosyo-ekonomik sonuçları böyle ağır olmayacaktır. Aksine ailenin korunması için, evli insanların kendini emniyette hissetmesi için çok daha müsbet etkileri olacaktır. AIDS hastalarının her gün kullanmak zorunda olduğu ilâçlar için yurt dışına ne kadar para gittiğini biliyor musunuz? Bunlar, devletin kasasından yani hepimizin ödediği vergilerden karşılanıyor. O parayla neler yapılabilir, öyleyse neden bu konuda söz hakkımız olmasın?

En kötüsü de bu hastalıklar, kötülüklerden uzak duran masum insanlara da bulaşabiliyor. Başta evlilikte eşlere, sağlık çalışanlarına, berberlere veya o berbere giden diğer müşterilere hattâ anne karnındaki bebeklere bile…

Ne zamandan beridir sigara içme serbestliğini kısıtlama uygulamalarını hayata geçiriyoruz. Neden hem sıhhate zararlı, hem aklı gideren ve aile huzuruna, cemiyetteki güvene ve insanın itibarına ağır darbe vuran sarhoşluk verici maddelerin kullanım özgürlüğü tahdit altına alınmasın?

İslâm’ın ağır had cezalarını daha iyi anlamaya vesile olmadı mı bu Korona tedbirleri?

Bunların üzerinde konuşmaktan neden çekiniyoruz? Birileri Diyanet’in bütçesini veya Suriyeli mazlumlara yapılan yardımları diline dolarken neden bunları gündeme getiremiyoruz. Bu salgın tedbirleri vesilesiyle, ferdiyetçi-hazcı liberalizmi tartışmaya neden açmıyoruz?

Bugünkü liberalizmin kurucu isimleri, aslında eski İngiltere devletinin aşırı devletçi yapısına tepki olarak özgürlükçü bir rejim talep ettiler. O dönemde İngiltere’de devlet 150 kadar suça idam cezası veriyordu.

Avrupa’da uygulanan ceza yasası; şehevî suçlara, organların koparılması ve ateşte yakılarak öldürülme de dâhil çok ağır fizikî cezalar veriyordu. Hem de bunlar toplumun seçkinleri işlediğinde görmezden gelinirken; alt kademelerine, engizisyon işkenceleriyle itiraf ettirilerek acımasızca uygulanıyordu.

Enteresandır, o dönemde vebâ salgınları Avrupa’da sosyal değişimi etkilemiş. Meselâ papazların birçoğunun salgında ölmesi, dînî merasim ve vaazların salgına pek faydasının olmaması, ama hastalıkların çaresinin ancak bilim yoluyla bulunması, dînin etkisini azaltıp, bilimi en güvenilir otorite hâline getirdi.

Bu salgın ise tam tersi bir etki yapıyor gibi görünüyor. Peygamber Efendimiz’in temizlik ve karantina tedbirleri konusundaki hadîs-i şeriflerini yayınlayan Newsweek dergisi, üslûp olarak dînin bilimle aynı şeyleri söyleyebildiğine dikkat çekiyor. Bir Peygamber’in; hastalığa maddî tedbir olarak âyin veya merasim değil, karantina tavsiye etmesi batının din algısı için oldukça çarpıcı bir gerçek.

Diğer taraftan duâ ve yalvarışların da ilmî bir tarafı var: Kişinin kaygılarını azaltıp, ümidini artırmak bağışıklık sistemi için çok faydalı…

Aslında İslâm’ı doğru düzgün anlatabilsek, din ile bilime bakış için yeni bir safha açılabilir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri gibi bize hayır duâ ve temennî düşer:

Hak şerleri hayr eyler!..
Zannetme ki gayr eyler,
Ârif anı seyr eyler,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse güzel eyler!..