GÖRÜNMEZ OK: BİYOTERÖR!
Ömer Sâmi HIDIR samihidir@gmail.com
Tarihçi İbn-i Batuta, kaleme aldığı bir eserde Çin’den yayılmaya başlayan bir vebâ salgınından bahsetmekte. 1387 yılında ortaya çıkan bu salgın, bugün de yaşadığımız salgının merkezi kabul edilen Wuhan bölgesinden çıkmakta. Avrupa’ya kadar yayılan ve 150 milyon kişinin ölümüne sebep olan bu hastalık esnasında «karantina» bilinmiyordu. Avrupa; hasta olan insanlara, içine şeytan girmiş bir kişi olarak muamele ediyordu. Temizlik kültürü de yoktu, halk pislik içinde yüzmeye devam ediyordu.
Tarihte büyük salgın hastalıklar yaşanmıştır. Hastalık ve sıhhat her zaman bizim için imtihan vesilesidir. Yenmesi dînen yasak olan hayvanların bize birtakım hastalıkları bulaştırması da muhtemeldir. Tedbirimizi alıp tevekkül ederiz. Fakat bir de hâinliğin, sinsi plânların karıştığı hâdiseler vardır.
1763’te İngiliz hâkimiyetindeki Amerika’da Kaptan Ecuyer; o zamanlar Amerika’da yaşayan yerli halk ile ilk karşılaşmasında güya bir barış nişânesi olarak kabîlenin şefine iki battaniye ve bir mendil hediye etmişti. Gelen hediyeleri alan kabîle bunları kullanmış ve memnun olmuşlardı, fakat asıl gerçek birkaç hafta sonra kendisini gösterdi. Çiçek hastalığı mikrobu taşıyan bu eşyalar kabîlede birçok kişinin ölümüne sebep oldu. Mâsum kadın ve çocuklar, hiçbir tedaviye cevap vermiyordu. Çaresiz kalan yerli halk, daha fazla kayıp vermemek için çözümü ata topraklarını terk etmekte buldu. Neticede işgal ve sömürü için gelen batılılar, istediklerini elde ettiler. Tabiî geride nice mâsum insanın âhını bırakarak!
O günden bu yana yaşanan birçok gelişme var, fakat zâlimler yine sinsi plânlar kurmakta. Artık önemli olan, geride hiçbir iz bırakmamak. Biyolojik birer canlı olan virüs ve mikroplar, terör amacı ile kullanıldığı için buna «biyoterör» denilmekte. Bir mikrobun silâh olarak kullanılması, terörün bir kat daha sinsi hâli. Saatli bomba misâli hemen ortaya çıkmadığı için; geride parmak izi yok, delil yok.
Harp hiledir. Fakat hile, savaş suçu işlemek değildir. Mâsum canlara kıymak değildir. Bizim medeniyetimizde, mâbedlere sığınan kimselere dokunmak yoktur.
Peygamber Efendimiz’in Bedir Harbi’ndeki hâli, bizim için en güzel nümûnedir. Çünkü Peygamberimiz; her zaman, af ve merhamet menbaı olmuştur.
Bedir’de; müslümanlar erken gelip Bedir kuyularının bulunduğu mevkie yerleşmiş, kuyu sularından istifâde için bir havuz teşkil etmişlerdi.
Kureyş ordusu gelince bir kısım müşrikler, müslümanların havuzundan su içmeye geldiler. Müslümanlar onlara mâni olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Gelip içtiler.
Saatler sonra kılıç kılıca harbe tutuşacakları insanlara ikramda bulunmak, İslâm asâletinin ve merhametinin ne müthiş bir tezâhürüdür.1
Buna karşılık müslümanlar dışındakilerin savaş ahlâkı ve hukuku olmamıştır.
1945 yılında nükleer bomba atılan iki Japon şehrinde bitkiler bile yok oldu. Tesiri on yıllarca geçmeyen, nesilden nesile aktarılan ârızalar devam edip gitti. Sadece o yıl 200 binden fazla kişinin ölümüne sebep olan bu bombalar, tarih sayfalarına en acı sahneler olarak kaydedildi. Ne var ki bu vahşeti bir yol olarak seçen akıllar bununla kalmadı. Biyoteröre çağ atlatıp daha da ileri gittiler.
Ülkeleri birbiri ile düşman gibi gösterip yıllarca iki tarafa da silâh satmakta yarıştıktan sonra, bu bilinen silâhların hiç işe yaramadığı farklı bir silâh ürettiler. Artık görünen ordular yerine «görünmez ordular» olarak tarif edilen virüsler kullanılır oldu. Nükleer saldırılarla; sınırlı sayıda insana, sınırlı bir bölgede tesir etmek yerine; artarak devam eden kayıplar, uzayıp giden coğrafyalarda, can çekişmeler revâ görüldü.
Fark ettirmeden bulaştırılan virüsler, bir şehirden çıkıp salgın hâlinde ülkeleri dolaşır oldu. İnsanlık tarihinde; bu çapta büyüyüp, dünya genelini esir alan bir salgın acaba vâkî midir?
Büyük maddî kayıplar verdirmek, en ucuz yöntemlerle yapılmakta. 1994 yılında Hindistan’da yaşanan vebâ salgını; sağlık, ticaret ve turizm alanlarında Hindistan’a 2 milyar dolar kayıp yaşatmıştı.2 Fakat biyoterör ile mal ve can kayıplarından hariç olarak; halkı korkutmak, panik oluşturmak, dolaylı olarak hükûmetleri de paniğe sevk etmek hedeflenmekte.3 Netice olarak; ülkedeki dengelerin bozulması, gayr-i sâfî millî hâsılanın düşmesi, askerî kapasitenin zayıflaması, genel bir küçülme ve istikrarsızlık meydana gelmesi istenmekte.
2000’li yıllarda; bir terör faaliyeti olarak, içerisinde toz hâlinde şarbon sporları bulunan zarflar posta aracılığı ile bazı önemli kimselere gönderildi. Bunlardan bir kısmı hastalandı, bir kısmı ise can verdi. Neticede bu mevzunun sıradan bir güvenlik mevzuu olmadığı, üst seviye bir mesele olduğu kabul gördü. Birleşmiş Milletler nezdinde bu hususta tedbir mâhiyetinde bazı anlaşmalara imza atıldı. Fakat her ülkenin kendisine göre haklı sebepleri olduğu için, biyolojik silâh îmâlinden kimse vazgeçmedi. Bugün 17 ülkenin, aktif olarak yürüttüğü biyolojik silâh programı olduğu düşünülmekte. Bazı ülkelerde, bu virüslerin yüksek miktarlarda depolandığı da bilinmekte.
Şu an Çin ve Amerika; virüsün ilk ortaya çıkışı hususunda karşılıklı suçlamalar içerisinde olsa da geçtiğimiz sene vefat eden Üstad Kadir MISIROĞLU; 2004 yılında neşrettiği «Filistin Dramının Düşündürdükleri» kitabında bu tehdidi açık bir şekilde ifade ederek şu sözleri kaleme almıştır:
“Amerika, gerek Çin’in gerekse Hindistan’ın nüfusunu yakın bir gelecekte «mikrop harbi» ile azaltma plânı peşindedir. Çin’i bir milyarın, Hindistan’ı ise beş yüz milyonun altına indirecek tedbir; «şarbon mikrobu» hâdisesinde sâbit olduğu üzere mikrop üretimiyle gerçekleşecektir.”
Bu türden bir biyolojik saldırıyı önceden tahmin etmek ve engellemek çok zor. Virüsü önceden tespit edebilecek bir savunma sistemi ve hasta olduktan sonra iyileşmek için bir aşı henüz mevcut değil.
Dünyada çiçek hastalığına karşı aşıyı îcâd edip ilk uygulayanlar Osmanlı hekimleridir. Abdülhamid Han döneminde «Bakteriyoloji-i Şâhâne-i Osmânî» isimli bir müessese kuruldu. Daha sonra «Hıfzıssıhha» adını alan bu müessese, faaliyetlerine bir süre daha devam etti. Fakat ne zaman ki batıda eğitim alıp, yanlış fikirlere aklını ve gönlünü kaptıran kişiler; devlet idaresinde müessir oldular, bu müesseseler de kapandı. Neticede günümüzde batı menşeli aşılar kullanılır oldu.
Dileriz ki; müslümanlar eski kuvvetlerine ulaşsın da, mikrop üreten menfur lâboratuvarlara da mâni olsun. Yine bu topraklardan dünyaya şifâ dağıtılsın.
______________________________
1 Yüzakı Dergisi sa. 168, Kur’ânî Tâlimatlar -2-, İslâm’da Rahmet.
2 Cash ve Narasimham, 2002: 1360-1361.
3 Paquette L. 2004 Bioterrorism in Medical and Healthcare Administration.