RAFLARDA DEĞİL GÖNÜLLERDE OLMALI

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Tarih şâhit oldu.

Bütün insanlık şâhit oldu.

Osman Gazi’nin diktiği fidan; Kur’ânî bir istikamet etrafında, dalları bütün dünyaya uzanan kocaman bir çınar hâline geldi.

Asırlarca dünyaya hükmettik. Adâlet tevzî ettik. Mazlumlara her dâim kanat gerdik. Zâlimlere de asla geçit vermedik. Bütün dinlerin mensuplarına hoşgörüyle muamele ettik. Hattâ İstanbul’un fethinde düşmanlarımız bile şunu itiraf etmekten kendilerini alamadılar:

“–Kardinal külâhı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.”

Çünkü Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ ettikçe kazandığımız, yıkılmaz ve bozulmaz özelliklerimiz vardı.

Kur’ân’da beyan edilen birlik olma emri istikametinde; kopmaz kardeşlik bağlarıyla, benzersiz birlik ve beraberlik nümûneleri sergiliyorduk.

Kur’ân’da övülen; Allah yolunda cihâd etmek, can vermek, şehâdete ermek hususları istikametinde; âdeta şehid olmak için yarışıyorduk.

Kur’ân’da defalarca geçen, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak düsturu mucibince; iyi ve güzel olan ne varsa toplumumuzda yeşertiyor, kötü ve çirkin olan ne varsa engel oluyorduk.

Kur’ân’da örnek gösterildiği üzere, en yüce ahlâka sahip olan Efendimiz’in kılavuzluğunda; toplumumuzu güzel ahlâk kaideleriyle ihyâ ediyorduk.

Bu şekilde Kur’ânî hayat ölçülerine sarıldıkça, Allah Teâlâ her alanda nimetler lutfetti. Saâdet devirleri yaşadık. Bugün Avrupa dediğimiz, batı dediğimiz yerler; insanlığa sığmayan uygulamalarla dolu, medeniyetten yoksun, bilimden uzak, cehâletle kavruluyordu. Biz ise, sadece dînimizin emrettiklerini hassas bir şekilde uygulamak sûretiyle; gerek ahlâkta gerek ilimde gerek ticarette gerek aile hayatında gerek sosyal hayatta muhteşem seviyelere ulaşmıştık.

Nihayetinde; Cenâb-ı Hakk’ın dînini yaymak, O’nun kitâbını herkese ulaştırmak dâvâsıyla yanıp tutuştukça bütün yeryüzüne hâkim bir cihan imparatorluğu hâline geldik. Samimiyetimiz ve ihlâsımız nisbetinde de Allâh’ın yardımıyla yenilmez ordularımız oldu.

Ancak gün geldi… Ne yapsalar bir türlü galip olamayanlar, sonunda bütün bu kuvvetimizin ve mazhariyetlerimizin kaynağını hedef aldılar.

William Ewart Gladstone… İngiliz Müstemleke Nâzırı iken Lordlar Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada eline Kur’ân-ı Kerîm’i almıştı. Kabinedekilere göstermiş ve akabinde şöyle seslenmişti:

“–Eğer bu kitabı Türklerin elinden alamazsak onları asla yenemeyiz!”

Aslında kendi cephesinden bakınca haklıydı. Çünkü biz o yüce kitap ile âdeta yaşıyor, nefes alıyorduk. Çanakkale’de düşman çemberi içinde kalan Binbaşı Lütfü Bey’in, o hengâmede canhıraş bir şekilde seslendirdiği feryâdında; ölümle burun buruna olduğu anda dahî duyduğu endişeyi görüyoruz:

“–Yetiş yâ Muhammed, kitâbın elden gidiyor!”

İşte bu sebeple yedi düvel, karşımızda Gladstone’un hedefi üzere birleşti. Kur’ân-ı Kerîm’i elimizden almak ve bizi Kitâbullah’tan ayırmak için…

Hedefleri adımızın müslüman olması/olmaması değildi artık… Veya topla tüfekle meydanlarda yenmiş olmaktan da vazgeçmişlerdi. Usûl değiştirmiş; kendilerine benzetmek ve yaşayışlarımızı kendi istedikleri tarzlarda şekillendirebilmek sûretiyle bizi gizli bir esâret altına almak üzere odaklanmışlardı. Bize âdeta kalkan olan, tâbî oldukça kültürümüzü ve dînimizi koruyabildiğimiz mukaddes kitâbımızdan da uzaklaştırmak maksadıyla türlü plânlar yaptılar.

Köklü medeniyetimizde en câhilimizin bile okumayı bildiği harflerimizden mahrum bırakıldık. En âlimlerimizi dahî câhil bırakan bir harf sistemine geçirildik.

Bizi bir arada tutan, imâmemiz mesâbesindeki makamlarımız ve sahip olduğumuz değerlerimiz etrafında; hiç mâsum olmayan çeşitli uygulamalara mâruz bırakıldık.

Her türlü ahlâksızlık yaygınlaştırılmaya çalışılırken; uhrevî ve ulvî hayat tarzlarımız, iyi ve güzel olan hasletlerimiz tırpanlanmaya çalışıldı.

Kur’ân ile hemhâl olanın yobaz ve gerici kabul edildiği sapık ve sapkın fikirler üretildi.

Ülkece Kur’ân okuyamadığımız, evlâtlarımıza öğretemediğimiz, öğretecek kimseyi bulamadığımız karanlık günler yaşadık.

Bütün bunların neticesinde de; zamanla yüce kitaptan uzak yetişen nesiller elinde mushaflarımız raflarda tozlanan bir nevî ev aksesuarı mesâbesinde kalmadı mı?

Hazret-i Ömer’e atfedilen güzel bir söz vardır:

«İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar.»

Dolayısıyla batı taklitçiliği ile Kur’ânî yaşayışından uzaklaşan insanlarımız ne yazık ki zamanla Kur’ân’ın muhtevâsından da kopar oldular. İlâhî tâlimatları okumaya okumaya niceleri sırf dünyevî endişelerle dolu yanlış hayatların müptelâsı oldu. Yüce kitâbın ihmal edildiği ve bu hususta gerekli ehemmiyetin gösterilmediği hayat tarzlarında mâneviyat köreldi. Bugün birtakım kimselerin yüce kitâbımızı mukaddes kabul ettikleri ve hattâ kendilerine göre ona sonsuz saygı gösterdikleri hâlde, Kur’ân’ın emirleri mevzubahis olduğunda hiç ihtimam göstermemeleri, hattâ lüzumsuzmuş gibi tavır takınmaları bu durumun çok acı bir neticesidir.

Bu mânâda;

«Kişi bilmediğinin düşmanıdır.» sözünden hareketle, bilgiyi rafa kaldırıp orada bıraktıkça, onunla amel etmenin mümkün olmadığı da âşikâr olmuş oluyor.

Zira malûmunuz rafa kaldırılan hususlar unutuldu. Yıllarca öğretilemedi. Bilmeyerek, öğrenemeyerek yetişenler de raftan indirme ihtiyacı hissetmedi. Rafta kalana dair hassâsiyetler de bir süre sonra lâfta kalmaya başladığından, toplumumuzda türlü türlü problem teşkil eden mevzularla karşılaştık. Hâlâ karşılaşıyoruz. Düzeltmek için ne kadar çırpınsak da; Kur’ân rafta kaldığı müddetçe, maalesef bütün uğraşlarımız masada kalmaya devam edecektir.

Çünkü asla unutmamalı:

Kur’ân’dan ve Kur’ânî düsturlardan mahrum bir hayat kurak ve verimsizdir. Hiç bitmeyecek bir hüsrana mahkûmdur. Nitekim ona sarılmayan insanın, düzgün bir istikamet üzere olması de zinhar mümkün olmaz. Öyle bir kimse neyin şer, neyin hayır olduğu noktasında daima hataya düşebilir. Her türlü menfî rüzgârdan etkilenebilir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey insanlar! Size Rabbiniz’den bir öğüt, kalplere bir şifâ ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’ân) gelmiştir.” (Yûnus, 57)

Bu minvalde yapmamız gereken;

Kur’ân’ı anlamak. Meâlini okumak, tefsirini okumak. Fakat Rasûlullah Efendimiz’in okuduğu gibi ve O’nun yetiştirdiği ashâbı gibi okumak. Her öğrendiğimiz âyeti hayatımıza yerleştirerek, yaşayışımızın kopmaz bir parçası hâline getirerek okumak. Muhtevâsıyla bütünleşerek okumak. Tarihte sadece bir döneme ait olan bir kitap olmadığının idrâkinde olarak okumak. Günümüzün bütün problemlerinin Kur’ân’ı rafa kaldırmamızın cezası olduğunun farkında olarak, mânâsında derinleşmek sûretiyle çareleri görerek okumak ve harfiyen tatbik etmek.

Kısaca;

Ahkâmıyla âmil, hikmetiyle de kâmil olabilmek.

Çünkü;

Ebedî kurtuluş, ancak Kur’ân istikâmetinde yaşanan bir hayat ile mümkündür.

Bunun için;

Îmânı kalbe sindir aman lâfta kalmasın!..
Kur’ân’ı gönle indir aman rafta kalmasın!.. (Tâlî)

beytinde de ifade edildiği üzere:

Asla raflarda değil, bilâkis gönüllerde olmalı!