SALGIN, ATEŞTİR; YAKITSIZ SÖNER!

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Aşere-i mübeşşereden Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radıyallâhu anh-, 583 yılında Mekke’de doğdu. İlk müslümanlardandır. Kureyşli müşriklerin ağır baskı ve işkencelerine maruz kaldı. Bu baskılardan kurtulmak maksadıyla Habeşistan’a hicret eden ikinci kafilede yer aldı. Bir müddet sonra Mekke’ye döndü. Ardından da Medine’ye yerleşti. Müslümanların önde gelenlerindendi. Bedir ve Uhud savaşlarında kahramanca cihâd etti. Askerî ve idârî zekâsıyla, fedâkâr, cesur ve mütevâzı idi. Güzel ahlâkıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in methine mazhar oldu. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, meşhur Amvâs Tâunu’nda vefat etti. Kabri, vefat ettiği Amtâ köyündedir.

*

Amvâs, Kudüs’e otuz üç kilometre mesafede bir köydü. 639 yılında burada çıkan salgında aralarında Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Ebû Süfyan -radıyallâhu anhüm-’ün de bulunduğu birçok sahâbe efendimiz vefat etti.

Salgının çıktığı günlerde Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Şam’dan yola çıkmıştı. Yolda vebâ salgını haberini aldı. Bunun üzerine kafileyi durdurdu. Sahâbelerin ileri gelenleriyle yaptığı istişâre toplantısının ardından geri dönme kararı aldı. Bu karara Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radıyallâhu anh- itiraz ederek;

“–Yâ Halîfe! Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Halîfe ise;

“–Ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh’ın kaderinden yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz!” buyurdu. O sırada Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- çıkageldi. Aralarındaki konuşmayı duyunca onlara Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in şu sözünü nakletti:

“Şayet bir yerde tâun hastalığı olduğunu işitirseniz oraya girmeyin. Bir yerde tâun hastalığı çıkarsa ve siz orada bulunursanız tâundan kaçarak oradan çıkmayın.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 42: 53; Mâlik bin Enes, Câmî, 7; el-Kuşeyrî, Sahîhu Müslim, 4: 1733; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 6)

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- oradan ayrıldı. Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radı­yallâhu anh-’ın da kendisiyle gelmesini istiyordu. Fakat o, askerlerinin yanına gitti. Nihayet hastalık ona da bulaştı ve vefat etti. Komutayı Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- devraldı. O da hastalık sebebiyle vefat edince, bu sefer komutayı devralan Amr bin Âs -radıyallâhu anh- halka şu tâlimâtı verdi:

“Ey insanlar! Vebâ yanan bir ateş gibidir. Siz ise bu ateşin yakıtısınız. Birbirinizden ayrılın. Dağlara doğru gidin. Tâ ki ateş yakıt bulamasın ve kendiliğinden sönsün.”

Bu tâlimâta uyan insanlar dağlara çıktı. Salgın da nihayete erdi.

KİTÂB-I HAYAT: KUR’ÂN- KERİM

Hindistanlı müslüman mütefekkir ve şair Muhammed İkbal, 8 Kasım 1887’de Pakistan’ın Siyâlkût şehrinde doğdu. Mutasavvıf olan ailesi, onun eğitimine ihtimam gösterdi. Lâhor’da felsefe ve hukuk alanında tahsil gördü. Hocasının yönlendirmesiyle, Avrupa’ya giderek felsefe alanında doktora yaptı. Ardından Lâhor’a dönen İkbal, İngilizce ve felsefe dersleri okutmaya başladı. İçtimâî hayatta; müslümanların içinde bulunduğu vaziyetin iyileşmesi için, muhtelif çalışmalara ön ayak oldu. Pakistan’ın kuruluşuna öncülük etti. Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya, Filistin’den Afganistan’a kadar İslâm âleminin dertlerinin çözümü için en üst düzeydeki devlet yetkilileriyle görüştü. Câvidnâme, Esrâr-ı Hôdî, Şikve, Cevâb-ı Şikve en meşhur manzum eserlerindendir. İkbal, 21 Nisan 1938’de vefat etti. Kabri, Lâhor’daki Mescid-i Şâhî’nin hazîresindedir.

*

Muhammed İkbal’in her şeye can ve kemal veren hayat kitâbı Kur’ân-ı Kerîm’i okuyuşu diğer insanların okuyuşlarından farklı olmuştur. Onun Kur’ân-ı Kerim’den zevk ve tat almasında bu özel okuyuşun rolü büyüktür. Kendisi şöyle anlatır:

“Her gün sabah namazından sonra Kur’ân okumaya karar vermiştim. Babam beni görür ve ne yaptığımı sorardı; «Kur’ân okuyorum.» diye cevap verirdim. Tam üç sene bu suâli sormuş, ben de aynı cevabı vermiştim. Bir gün dedim ki:

«–Baba, bu sorularının mânâsı ne? Hep aynı şeyi soruyorsun, ben de cevap veriyorum, ertesi gün tekrar soruyorsun?» Bunun üzerine bana dedi ki:

«–Oğlum demek istiyorum ki, Kur’ân’ı sana inmişçesine oku!»

İşte o günden itibaren Kur’ân’ı anlamaya ve ona tam yönelmeye başladım. İşte o günden sonra söylediğim her şey onun nurlarından aldıklarım; nazmettiğim şiirlerim onun incilerinden dizdiklerim olmuştur.” (Muhammed İkbal, Cavidnâme)

HEYBETLİ ASLAN!

Sadrazam ve şair Koca Râgıp Paşa’nın asıl adı Mehmed’dir. 1698’de İstanbul’da doğdu. Tahsilinin ardından devletin muhtelif kademelerinde vazife aldı. Vezîr-i Âzamlığa kadar yükseldi. Memleketin ve özellikle İstanbul’un îmârı için çalıştı. Askerî ve idârî sahada birçok düzenleme yaptı. İlim ve irfânı yüksekti. Şahsî servetiyle kütüphâne, çeşme, mektep gibi birçok eser yaptırdı. Cömert, nüktedan, mütevâzı bir şahsiyete sahipti. Beyitlerinden;

Turfe dükkân-ı hikemdir bu köhen tâk-ı felek
Ne ararsan bulunur derde devâdan gayrı.

“Bu eski dünya, görülmemiş, yeni hikmetler dükkânıdır. Bu dükkânda derde devâdan başka ne ararsan bulunur.” meşhurdur. Sadrazam Koca Râgıp Paşa, 1763’te İstanbul’da vefat etti. Kabri, Fatih semtinde kendi yaptırdığı kütüphânenin bahçesindedir.

*

Sadrazam Koca Râgıp Paşa; dünya dengeleri ve Osmanlı’nın mevcut durumunu değerlendirerek, Ruslarla muhtemel bir savaş hususunda padişaha devamlı mâni olurdu. Râgıp Paşa’yı bir gün huzûruna çağıran Sultan, paşaya sordu:

“–Neden daima savaştan kaçarsın? Şayet derdin akçe ise Edirnekapısı’ndan Rusçuk’a kadar akçe dizerim.”

Râgıp Paşa Sultan’a tedbirin değişmez şiâr olduğunu ifade eden şu cevabı verdi:

“–Padişahım! Osmanlı, savaş meydanlarının aslanıdır. Bu heybeti ile birçok Avrupa devletini korkutmaktadır. Fakat savaşa girecek olursak; düşmanlarımız, kükremiş aslanın ağzında dişi, pençelerinde tırnaklarının olmadığını göreceklerdir. Uzaktan korku salan bu aslanın zaafları, mücadeleye girdiğinde meydana çıkar.”

Bu sözü söylediği dönemde Osmanlı ordusunun eski gücünden eser yoktu. Devletin bir müddet savaşa girmeyip ordusunu güçlendirmesi gerekiyordu.

SÜNNETİ OLMAYAN DİN OLMAZ!

Muhammed Hamîdullah, 19 Şubat 1908’de Hindistan’ın Haydarâbâd şehrinde dünyaya geldi. Geleneklerine bağlı, köklü ve mutasavvıf ailesi onun yetişmesine hususî ihtimam gösterdi. İlk eğitimini baş müftü olan babasından aldı. Yüksek tahsilini, hukuk sahasında yaptı. Akademik çalışmaları çerçevesinde; Avrupa, Hicaz, Orta Doğu ve İstanbul’da bulundu. İstanbul’da Şerafettin YALTKAYA, İsmail Saib SENCER gibi ilim adamlarıyla görüştü. Siyer-i Nebî üzerine çalışmalar yaptı. 1936’da ülkesine dönerek hukuk fakültesinde ve dînî ilimler fakültesinde ders verdi. Muhammed Hamîdullah, 17 Aralık 2002 tarihinde vefat etti. Kabri, ABD/Jacksonville’deki müslüman kabristanındadır.

*

Prof. Dr. İsmail KARA, Sözü Dilde Hayâli Gözde adlı kitabında şu anekdota yer verir;

1975-1976 yıllarında Muhammed Hamîdullâh’ın «İslâm’da kölelik» konusunda verdiği konferansın soru faslında yaşlı bir zât;

“–Hoca Efendi! Duyuyoruz ki bazı hocalar; «Sünnet namazları kılmasanız, sünnet ibâdetleri yapmasanız da olur!» diyorlar. Bu doğru mudur, siz ne buyurursunuz?” sorusuna mukabil şunları söyler:

“–Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında biri çıkıp da; «Bu Allâh’ın emri, bu ise Peygamber’in emridir, ikisi arasında fark vardır!» deseydi, herkesin ittifakla; «Hâzâ kafir: İşte kâfirin tâ kendisi!» diyeceğinden hiç şüpheniz olmasın. Ama fıkıh açısından meseleye bakacak olursak; sizin de bildiğiniz üzere iki emir, iki yasak, iki tavsiye arasında dünyevî ve uhrevî müeyyideler ve statüler açısından fark vardır. Kardeşimizin sorusundan, sünneti küçümseyen hocaların varlığına dair bir intibâ edindim. Bunun merdûd (reddedilmiş) olduğu açıktır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünneti olmadan elbette din olmaz.”