Toplumdaki Kadın ve Erkek Münasebetlerinde ŞER‘Î ve FITRÎ GERÇEKLER

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Kadın ve aile gibi en mahrem, en şahsî, en hususî sahalarımıza belki en son geldi, ama geldi. Artık medeniyet farkının dayattığı zıtlıklar, ailenin kapısına dayandı.

İki medeniyet arasındaki bakış açısı farklarını ortaya koymazsak, meseleyi boş yere pratik hayattaki yansımalarıyla tartışmak zorunda kalıyoruz.1 Hayattaki tezâhürler ise, arkasındaki felsefeyi de bir şekilde sürükleyip ulaştığı her yere bulaştırıyor.2

Mehmed Âkif’in; Berlin Hâtıraları şiirinin arasında neşrettiği fakat sonra, Safahat’tan çıkardığı bir bölüm vardır. Akif, orada Tevfik Fikret’i ağır bir şekilde hicveder ve batı taklitçisi zihniyetin kadının toplumdaki rolü hakkındaki bozuk ve ahlâksız görüşlerini açıklar. Hulâsası şudur:

“Kadın, câzibesiyle erkekleri peşine takar. Erkekler de sosyetedeki bu kadını elde edebilmek için çalışır; para, güç, makam elde etmek için diğer erkeklerle yarışır, hattâ bu arada nezâket, giyim zevki gibi özellikler kazanır. Böylece kadının toplumda, medeniyet ve terakkîyi harekete geçirici bir rolü olduğu anlaşılır.”

Bu anlayışın bizim dînimize, örfümüze ve ahlâkımıza ne kadar zıt olduğu âşikâr. Batının ise bugüne kadar devam eden anlayışı bu. Buna hizmet etsin diye, batı iki mefhumu kullanır: Hak ve hürriyet. Kadın hakkı ve kadın hürriyeti.

Çünkü, bütün köklü medeniyetler; erkek-kadın arasındaki çekim kuvvetini kontrol altına almaya çalışır, tanzim ederler. Örf, töre, kanun koyarlar. Nikâh, iffet, tesettür, evlenme yasakları zuhur eder.

Batı ise; bu tedbirleri, kadın hakkına ve kadın hürriyetine aykırı bulur ve emansipasyon, feminizm vb. mefhumlarla bunları yıkmaya çalışır.

Biz ise, Allah hakkıyla ters düşen bir «hak ve hürriyet» kabul etmeyiz. Kaldı ki; İslâm, vaz ettiği tâlimatları, kanun gücünden ziyade vicdan gücüyle tatbik ettirir. Asırlar boyunca kadınlarımız; zâbıta korkusundan değil, Allah korkusundan dolayı tesettüre riâyet etti, nâ-mahrem nazarlardan korundu. Fakat batılı kafa, müslüman kadını, erkeklerin esâreti altında görür. Tıpkı İslâm diyarlarına demokrasi getirmeyi (!) çok istedikleri gibi, müslüman kadınına da hak ve hürriyetini vermek için can atarlar!

İşin medenî ve siyâsî yönü böyle. Bir de biyolojik ve psikolojik tarafı var.

Devrimizde bir moda var: Ağzı lâf yapan bilim adamları yahut bilim meraklıları, videolar çekiyor. Bilim anlatıcılığı deniliyor buna. Tıp, biyoloji, sosyoloji ve psikoloji sahalarında dolaşan bu konuşmalarda kadın beyni ile erkek beyni karşılaştırmaları, kadın-erkek münasebetlerinin tabiatı gibi mevzulara temas ediyorlar ve hulâsaten şunu söylüyorlar:

“Biyolojik olarak varlığımızı sürdürmek için yemek, kendimizi korumak ve neslimizi devam ettirmek güdülerine sahibiz. Erkek beyni; hormonları îcâbı, sık sık bu ihtiyacı tatmine yönelecektir. Aşk, evlilik vb. hepsi bundan ibarettir. İnsan özel bir kişiye değil, en çok gördüğü kişiye âşık olur vs.”

Anlaşılacağı üzere, bu konuşmalarda evrimci bir bakış açısı hâkimdir. En azından, insan sadece biyolojik ve maddî olarak ele alınmaktadır. Ruh, ahlâk, irade, mâneviyat ve rûhâniyet hiç hesaba katılmamaktadır.

Fakat bir gerçeğin itirafı vardır bu konuşmalarda: Erkek beyni (isterseniz erkek nefsi diye de okuyabilirsiniz) sürekli, câzibedar kadın ile uyarılırsa, gerçekten de tamamen bu noktanın zebûnu ve esiri olur. İşi, gücü şehvet olur. Aile sahibiyse ona hıyânete yönelebilir. En azından duyguları bulanır, kirlenir. Bugün batı ve batıcı edebiyatlar, romanlar, senaryolar lebalep bunlarla doludur: Aldatma, kirlenme, ihânet, plâtonik saplantılar, şiddet, sapışlar…

İslâm’ın; bir erkeğin görebileceği kadınları, hanımı ve mahremleri (evlenemeyeceği kadar yakın akraba ve hısımları) ile sınırlandırmak istemesindeki hikmetlerden biri de bu olmalıdır.

Biz; tesettürün hikmetini anlatırken, söze zinâ ile başlıyoruz. «İslâm zinâya yaklaşmamayı emretmiştir, bu sebeple tesettürü emretmiştir.» diyoruz. Belki bu yaklaşımı dinleyenler;

“Bir erkek ile tesettürsüz bir kadın yan yana gelirse hemen zinâ mı ederler! Bu nasıl bir iftira!” diye itiraz edebilirler. Evet; fiilen zinâya götürme ihtimali, yüzde 1-2 bile olsa, haramlara geçit vermeme, taviz vermeme ve bu noktada az ile çoğu tefrik etmeme prensibiyle hareket eden İslâm şerîatı için, bu nisbetler (oranlar) yeterlidir.

Ancak, diğer taraftan, erkeklerin çok daha büyük bir yüzdesi, uyarılmalar neticesinde; «zihnen, kalben yanlış düşüncelere saplanma, huzursuzluk» illetlerine dûçâr olmaktadır. Gerçekçi olmak gerekirse, hislerin zinâya hemen dönüşmesine engel olan unsurlar, hâlâ toplumumuzda can çekişerek de olsa yaşayan inanç, âdap, örf ve âdetlerdir. Bu bağlar koptukça, yüzdeler yükselecektir.

Evlilik nimetine dikkatimizi çeken âyetlerde, hanımların beyleri için bir «sükûnet limanı» olduğu ifade edilir.3 Bu da bahsettiğimiz biyolojik ve psikolojik huzursuzluğun ancak, helâl bir nikâh akdiyle giderilmesinin lüzumuna temas etmektedir.

Evlenip âile teşkîli bugün zor geliyor;
Görüyorsun ya nikâhlar ne kadar seyreliyor!

Âkif bir asır önce; «Seyreldi!» demiş. Şimdi ne demeli?

Erkek beyni / nefsi, evlenip gerçek huzuru bulmayı geciktirirken; her geçen gün daha fazla açılıp saçılan, boyanıp süslenen kadınlar erkeklerin bütün iş, tahsil, sokak vb. ortamlarını daha fazla doldurmaya yani erkekleri uyarmaya devam ediyor.

Netice?

Batıcıların dediği gibi, sosyetik medeniyet terakkîsi mi? Hayır.

Âkıbet; ailenin çöküşü. Kadının erkekleşmesi, erkeğin kadınlaşması, kimilerinde artık kadının câzibesini, erkeğin de bu kovalamaca hissiyâtını kaybetmesi… Birtakım sapıklıklar… Huzursuzluk, tatminsizlik…

Düz mantık ile masa başında çiziktirilen düşünceler, çoğu kez fiilî hayatta tam tersi tecellî eder. Meselâ, feminist bakış açısıyla;

“Kadınlar siyasete, iş dünyasına girseler, oraya kadın letâfetini getirirler.” denilir. Hâlbuki, şöyle bir vâkıayı gözden geçirelim:

Margaret Thatcher İngiltere Başbakanlığı yapan bir siyasetçi kadın idi. Lakabı «Demir Leydi» idi. Oldukça şahin bir yapıdaydı. Yakın zamanda isimleriyle sizi yormak istemeyeceğim ABD dış politikasındaki kadınların hangisi, Amerikan şiddetine devâ oldu? Peki Alman şansölyesi Angela Merkel’in mültecîlere bakışta, en ufak bir merhameti var mı?

Tarihe uzanalım: Osmanlı’da vâlide sultanların taht oyunlarına giriştiği zaman dilimleri, en kanlı ve zararlı dönemler oldu.

Evlâdını veya namusunu korumak için, gerekirse ateşe atılacak gözü kara bir anne hissiyâtı, süflî bir ticaret yahut siyaset dâvâsında israf edildiğinde ortaya hiç de latif bir manzara çıkmıyor. Ünsiyetten türeyen insan, girdiği ortamın rengine bürünüyor ve fıtratından uzaklaşarak bozuk bir versiyon üretiyor.

Evet, kadının tahsili ve çalışması noktasında îtidali bulmalıyız: Topluma bir farz-ı kifâye olan; kadın doktorluğu, kız öğrenci muallimliği gibi ihtiyaçlarda ihtisas sahibi hanımları yetiştirmeliyiz. Eyvallah.

Fakat kadının asıl mekânının aile yuvası olduğunu itiraf etmeliyiz. İlim, sanat, zanaat vb. meşgalelerini de kendilerine mahsus mekânlarda sürdürmelerine yardımcı olmalıyız. Şerîat kanunlarını dinletemesek de, fıtrat kanunlarına olsun kulak vererek, kadınları ve erkekleri fazlaca yüz göz etmenin fert ve topluma huzursuzluk, bunalım, şiddet, ahlâksızlık ve çöküşten başka bir şey getirmediğini artık görmeliyiz.

_______________________

1 Bir dönem; «Kadın ve erkek asansörde yalnız kalabilir mi?» tartışması gibi ayrıntılar.

2 İhtilât ve benzeri hususlarda kafalar karışık olduğu için; diyanet, ilâhiyat, imam-hatip ve müslüman STK’lar gibi yerlerde bile, yaşanan hayat kaideleşiyor ve 90’lı yıllara kadar pek taviz verilmemiş olan harem-selâmlık tatbikatları terk ediliyor. Kadın-erkek karışık toplantılar, televizyon programları vs. gitgide yaygınlaşıyor.

3 Bkz. er-Rûm, 21; el-A‘râf, 189. Benzer şekilde, insanın ailesiyle beraber olduğu gece için de sükûnet vurgusu vardır: Yûnus, 67; en-Neml, 86; el-Kasas, 73; el-Mü’min, 61.