KİM KURTARACAK?

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Soru: “Üsküdar’da sahilde giderken bir kişinin ayağı kaymış denize düşmüş. Çığlık atıyor; «Kurtarın beni!» diye. Bu kişiyi kimin kurtarması gerekir?”

Denize atlayıp boğulmak üzere olan kimseyi kurtarabileceğine inanan kimselerin tehlikeli de olsa bu fiile kalkışmaları onların üzerine farz olur.

Bu misali, farz-ı kifâyeyi anlatmak için verirler.

Peki; bu sırada sahilde bir kişi oturuyor, fakat yüzme bilmiyor. Böyle bir durumda boğulmakta olan bir kimseyi kurtarmak için o kişinin denize atlaması doğru olur mu?

Tabiî ki olmaz. Çünkü o da denize atlarsa, kurtarılması gereken kişi ikiye çıkmış olur. Hattâ;

“…Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) âyet-i kerîmesinin ifadesine göre, yüzme bilmemesine rağmen denize atlaması; bırakın bir farzı yerine getirmek, olsa olsa hamâkat ve bir harama teşebbüs olmuş olur.

Denize düşen bir kimseyi kurtarmak; yüzmeyi bilen, kurtarma eğitimi almış olan, cankurtaran dedikleri vasıfları taşıyan kimselere farz.

Bütün fiillerimiz, Allâh’ın iradesi ve arzusu çerçevesinde şekillenir.

Cenâb-ı Allâh’ın ezelî bir iradesi vardır. Bu irade bazı şeyleri bizden yapmamızı ister. Yapmamızı istediği şeylerin bir kısmı; kesinlikle yapılması gereken, yapıldığında sevap, yapılmadığında ceza söz konusu olan şeylerdir. Bunlara «farz» diyoruz.

Bunların bir kısmı yapıldığında sevap olan, yapılmadığında günah olmayan, Allâh’ın yapmamızı istediği şeylerdir. Bunlara da «müstehap, mendup» diyoruz.

Cenâb-ı Allah yine birtakım filleri yapmamamızı ister. Kesin olarak yapmamamızı istediği, yapıldığında günah, yapılmadığında sevap olan şeylere «haram» diyoruz.

Yine Cenâb-ı Allâh’ın yapmamamızı istediği; yapıldığında günah, yapılmadığında sevap olan ama birincisi kadar kesin olmayan şeylere de «mekruh» diyoruz.

Fiillerimiz içerisinde; yapıp yapmamakta hür olduğumuz, serbest olduğumuz birtakım fiiller var. Bunlara da «mubah» diyoruz.

Farz dediğimiz, Allâh’ın bizden kesin olarak yapmamızı istediği şeyler; «farz-ı ayn» ve «farz-ı kifâye» olarak ikiye ayrılır.

Farz-ı ayn her bir ferdin yapması gereken, her yapıldığında yapan kimseye bir yarar sağlayan ibâdetlerdir. Meselâ namaz. Her birimiz namazı kılmakla mükellefiz. Ve her namazı kıldığımızda namazın faydasından istifade ederiz -ki namazın faydası âyet-i kerîmedeki ifadesiyle- insanı arı-duru kılmasıdır.

Farz-ı kifâye; tabiri câizse içtimâî ibâdet dediğimiz, toplumun tamamını ilgilendiren ama toplumdan bir kısım insanların yerine getirmesiyle diğerlerinin üzerinden düşen, bu hâliyle yapanların sevap kazandığı, eğer toplumda birtakım kimseler yapmışsa diğerlerinin üzerinden günahın düştüğü bir ibâdettir.

Şimdi yazımızın başındaki misale dönebiliriz: Biri denize düşse onu kurtarmak farz-ı kifâyedir.

Fakat şöyle bir incelik var:

Eğer bu işi yapabilecek birden fazla kimse varsa farz-ı kifâyedir. Fakat o esnada sahilde sadece bir kişi varsa; orada, o zaman, ona farz-ı ayn hâline gelir.

O hâlde; yüzme bilmek, yani toplumda yüzme bilen kişileri bulundurmak da farz-ı kifâye olmuş olur.

Cankurtaran hizmeti vermek farz-ı kifâye olduğu gibi, toplumun hayâtiyetini sürdürecek olan bütün meslekleri icrâ etmek de toplumda farz-ı kifâyedir. Eğer toplumun hayâtiyetini devam ettirecek olan herhangi bir mesleğin toplumda icrâ edilmiyor olması söz konusu olursa, o toplumdaki herkes bundan mes’ul olur.

Bu meyanda;

İmam Gazâlî Hazretleri; İhyâ-i Ulûmi’d-dîn: Din ilimlerinin canlandırılması, hayat kazanması adını verdiği o meşhur eserinde ilk bölümü, ilim bölümü olarak belirler. Bu bölümde ilimle ilgili detayları verir. Sonlarına doğru ilimlerin «farz-ı ayn ilimler», «farz-ı kifâye ilimler» olarak sınıflandırılmasını yapar:

Farz-ı kifâye ilimler olarak sınıflandırdığı ilimlerin arasında; tıp ilmi, eczacılık ilmi, ziraat ilmi, demircilik vs. birçok mesleği sayar. Aynı zamanda dînî ilimleri de sayar ve şu enteresan sözü söyler:

“Bir yerde müslüman bir tabibin, doktorun yokluğu, sıkıntısı varken; tıp ilmini öğrenmeyi bırakıp da başka ilimlerle uğraşan vebal altındadır.”

Şimdi günümüze geldiğimizde arkadaşlar, bu okumayı bugünün üzerinden yapacak olursak; «Bugün toplumumuzda yapılması gereken, toplumun ihtiyacı olan, olmazsa olmazı nedir?» diye soracak olursak acaba nasıl bir cevapla karşılaşırız?

Ne dersiniz bugün toplumumuzun hangi mesleğe ihtiyacı var?

Şöyle bir soru soralım:

“Dünyanın gelmiş geçmiş en zekî insanları kimlerdir?”

Elbette peygamberler.

Çünkü peygamberlerde «fıtnat, fetânet» dediğimiz zekâ; vâcip olan, farz olan niteliktedir. Olmazsa olmaz.

Peki peygamberlerin vazifeleri nedir? Tebliğ yani Allâh’ı anlatmak. Dîni insanlara ulaştırmak.

Peygamberlere ihtiyacımız var. Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son peygamber olduğuna ve O’ndan sonra peygamber gelmeyeceğine göre, O Peygamber’in vazifesini icrâ edecek olan âlimlere ihtiyacımız var. Peygamber vârisi olan âlimlere ihtiyacımız var.

Şimdi az önceki boğulan adam misalimizde sorduğumuz gibi;

“Bu vazife kime düşüyor?” diye soracak olursak…

Bu vazife sokakta himmete muhtaç olan dedeye, yüzme bilmeyene değil; yüzme sanatını öğrenme imkânına sahip olan, toplumu kurtarabilecek donanım ve teçhizatı edinme kabiliyeti bulunan kimselere düşüyor. Yani bu vazife, dînini öğrenme imkânına sahip olmuş, kaliteli bir şekilde dînini öğrenmiş kişilerin omuzlarında bir yüktür. Bakkal Mehmet Amca, manav Süleyman Dayıya yüklenen yük; bulundukları yerde ümmet-i Muhammed’in ihtiyaçlarını temin etme vazifesidir.

Bir Kur’ân yuvasında eğitim alma imkânına sahip bir kişinin tam yüzmeyi öğrenecek iken;

“Bana ne millet boğulursa boğulsun. El âlemin boğulan insanını ben mi kurtaracağım?” diyerek orayı terk etme lüksü yoktur.

Meşhur bir hikâyedir. Hattatın bir tanesi kayığa binmiş. Üsküdar’dan Eminönü’ne geçecek. Yolda muhabbet ederlerken kayıkçıya;

“–Sen hat bilir misin?” demiş.

“–Bilmem Bey hoca.” demiş. “Biz okuyamadık.”

“–Desene ömrünün yarısı gitti.”

Birazdan fırtına çıkıp, kayık sağa-sola yalpalamaya, alabora olmaya başlayınca kayıkçıya gün doğmuş;

“–Bey hoca!” demiş. “Yüzme bilir misin?”

“–Yok!” demiş. “Biz okumaktan yüzmeye fırsat mı bulduk?”

“–Desene senin hayatının tamamı gitti…”

Denizde boğulan birini görmek zayıf da olsa bir ihtimal ama sokaklara çıktığımızda cehâlet denizinde boğulan, küfür ve inkâr okyanusunda çırpınan milyonlarca insanı görüyoruz. Bu batan insanlık, bizim mensubu olduğumuz insanlık. Dolayısıyla Allah bizi gücümüzle sorumlu tutuyor. Peki biz gücümüz kadarıyla sorumluluğumuzun şuurunda mıyız? Böyle bir imkâna sahipken yarı yolda bundan sonra;

«Biraz da kendime çalışayım, tabiri câizse ferdî ibâdetlerimi yerine getireyim. Ben namaz kılmayı öğrendim. Oruç tutmayı öğrendim. İbâdetimi kendime göre yapmayı öğrendim. Bununla yetineyim!» deme lüksümüz var mı!?. İçtimâî ibâdet ve vazifelerimizden bu toplumu bir peygamber vârisi olarak değiştirip istikamete, âhirete yönlendirme mükellefiyetimizden kaçma hakkımız var mı!?.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir harp siyaseti vardı ki bu taktik O’ndan sonraki bütün İslâm devletlerine ve en son Osmanlı’ya kadar intikal etmişti. Peygamber Efendimiz; hiçbir savaşında, sefere nereye gideceğini söylememiştir. Bunlardan bir savaş müstesnâdır:

Tebük Savaşı.

Tebük; zorlu bir seferdi, ona göre hazırlık yapılması lâzımdı.

Tebük, için hazırlıklar aylar öncesinden başladı. Tam ordu sefere hareket etmek üzere… Bir grup münafık;

“–Biz hazırlıklarımızı henüz bitirmedik! Hazır değiliz. Sizinle sefere çıkamayız!” diyorlar. Bunlarla ilgili âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Onların Allah yolunda cihâda, sefere niyetleri olsaydı, önceden hazırlıklarını yaparlardı.” (et-Tevbe, 46)

Dolayısıyla bu âyetin bize bakan cephesi;

“Siz toplumu ıslah etmek, değiştirmek, dönüştürmek, âhiret istikametine oturtmak isteseydiniz; önce kendi ön hazırlıklarınızı yapardınız.”

Dolayısıyla bu yönüyle bizim kendimizi hazır hâle getirmemiz, bizim üzerimize düşen bir farz-ı ayn olmuştur artık. Çünkü deniz kıyısında, denize düşmüş çırpınan insanı kurtaracak olan, yüzmeyi bilen insan olduğu gibi şu dalâlet bataklıklarındaki insanı çekip çıkaracak olan da ehl-i Kur’ân’dır. Kur’ân ve Sünnet’i yaşayan Peygamber vârisleridir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönül dünyasından da, ilim dünyasından da nasip alabilmiş âlimler demektir.

Vâris, yakınının her şeyine sahip olur. Onun için Peygamber vârisi olan; Peygamber’in ahlâkından, edebinden, takvâsından, ilminden, her şeyinden nasip alan kimsedir. Bu yönüyle İmam Gazâlî Hazretleri az önce zikrettiğimiz kitabının ilim bölümünün sonuna doğru şunu söyler:

“Fıkıh ilmi, bir dünya ilmidir.”

Fıkıh; alışverişi, evlenmeyi, boşanmayı, dünya ile ilgili meseleleri öğrendiğimiz bir ilim dalı hâline gelmiştir. Âhiret ilmi kalp ile meşgul olan ilimdir. Bir fıkıh hocasına göre; namaz kılan kimse zâhirî hareketleri yerine getirmişse, tekbirini getirmiş, kıraatini yapmış, rükûa, secdeye gitmiş, tahiyyatta oturmuş, selâmını vermiş ise namazı tamdır, sahihtir. Ama gönlünde Allah varmış yokmuş bir fıkıh hocası bununla ilgilenmez. Oysa hadîs-i şerifte;

“Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34) buyuruluyor.

Dolayısıyla; İslâmî ilimlerle meşgul olan talebeler, bir insana daha vesile olma gayreti içerisinde, ömür sermâyesini çok îtinâlı bir şekilde kullanmaya mecburdur.

Cenâb-ı Allah bizleri dînine hizmet etmeye muvaffak eylesin. Kendini düzeltip içinde yaşadığı toplumu Allah Rasûlü’nün düsturlarıyla şekillendirmeye çalışanlardan eylesin.