ÇİĞNETMEDİ NÂMÛSUNU ÇİĞNETMEYECEK!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Asırlar önce…

Müslüman olan kabîleler, Hazret-i Peygamber’e gelmişler ve kendilerini eğitecek rehberler istemişlerdi. Hazret-i Peygamber de onlara Âsım bin Sâbit -radıyallâhu anh-’ın başkanlığında on kişilik bir heyet gönderdi.

Bu mukaddes vazifeyle;

O heyet, ellerinde yüce bir emânet, yola çıktı.

Neydi o emânet?

Mukaddesattı, nâmustu. O emânet, bayraktı. O emânet vatandı. O emânet, ezandı. O emânet, Kur’ân’dı.

Lâkin;

O yolcular geçiyorken Recî denen yerden,
Pınar başında biraz durdular, fakat birden,
Kuşattı onları, kātillerin rezil çeşidi,
Huzeyl uzantısı, Lihyânoğulları’ndan idi.
Sığındı kāfile yüksekte bir küçük köşeye,
O dar mekânı saran zorbalar; «Zafer bu!» diye,
Bağırdılar: ‒ Bize teslîm olun, görün şafağı,
Yeminle söz, sizi öldürmeyiz, inin aşağı!
Siper alıp dedi Âsım: ‒ Bakın yılan özüne,
Ne varsa aynısı bir kâfirin çürük sözüne,
Güven duyup da ben inmem; ölümden artığı yok!
Rezilce başladı düşman hücûmu, atmaya ok!

El açtı göklere Âsım: «‒Şehîdin eyle bizi,
Rasûl’e bildir İlâhî, bizim bu hâlimizi!»
İçip şehâdeti ok yağmurunda on kişiden,
Sekiz şehîdin akan kanlarıyla doldu çimen.
Ağırca bir yara almıştı Âsım’ın bedeni,
Ölür iken dedi: ‒Yâ Rab, bırakma küfre beni!
Günün başında gözettim, Sen’in ki dînini ben,
Günün sonunda kanat ger şehid vücûduma Sen!
Gazapla fırladı düşman: ‒Günün bu nâmı için,
Şu nâşı parçalayın Bedr’in intikāmı için!
Kadeh yapıp kafasından kızıl şarap içelim!
O anda oldu şehîd Âsım’ın duâsı nesim,
Hemen gelip arılar çevresinde ördü duvar;
‒Verilmesin, dedi Allah; şehid vücûda zarar!
Ne yapsalar yeni bir set çekip yığınla arı,
Birer birer geri döndürdü kanlı zorbaları.
Sefil gürûh, işi mecbur, bıraktılar geceye,
O nâşı Hak da o akşam yok etti, sor niceye!
O günden Âsım için, ey nesil, bu oldu nişan:
‒Bu bir şehîd, arılar hikmetiyle tam korunan!

Asırlar sonra…

Aynı düşmanlıklar, aynı tuzaklar, aynı saldırganlıklar daima yaşandı. Çanakkale’de yaşandı. Millî Mücadele’de yaşandı. 15 Temmuz’da yaşandı. Hâlâ yaşanıyor. Yaşanacak da. Fakat asırlar öncesindeki dirâyet de, zaferler de Allâh’ın izniyle tekrar edecektir. İstiklâl şairimiz Âkif’in dediği gibi:

Âsım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek,
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek!

Çünkü o nâmus;

Kur’ân ile mayalanmış, ezan ile yoğrulmuş ve ay yıldız ile yerlerin ve göklerin yenilmez şânına bürünmüştü.

Dün Çanakkale Harbi sonrasında Churchill’e;

“‒Biz Çanakkale’de Türklerle değil, Allah ile harp ettik, tabiî ki yenildik!” dedirten kudretimiz, işte buydu. Çanakkale’de düşmana geçit vermeyen ruh, işte buydu.

Âsım’ın nesli işte böyle yetişmiş yiğitlerdi. O nesli böyle muhteşem yapan da, elindeki ve kalbindeki o peygamber emânetiydi, o şerefti.

Elbette;

O şeref, her yeri fethettiğimiz bir mâzî,
Ulu dergâhta misâfir idi Osman Gāzî,
Ona, yatsın diye ikrâm edilen hoş odada,
Baktı Kur’ân-ı Kerim var, dedi hürmettir edâ,
Edebinden uzanıp yatmadı bir ân o gece,
Fecre dek hâl-i ibâdet ve tilâvet, ne yüce!
Gāzi Osmân’ı bu can hürmeti, serdâr etti,
Allah Osmanlı’yı dünyâya hükümdâr etti.
Dedemin Hazret-i Kur’ân’dı bu bayrakta ünü,
Yaşadık âyet-i fethin o yenilmez gücünü!
Elde Ay, haçlı karanlıklara bastık nûru,
Bizler Allah diyerek Varna’da yendik gâvuru!
Yaşanan besmelemiz oldu zafer Niğbolu’da
Açtı Peygamber’imin müjdesi, İstanbul’u da.
Kul olup yeryüzünün hâkimi olduk kaç asır,
Yazdı târih, yüce Kur’ân, bizi gālip yaşatır!
Hak, onun hâfızı bir milleti mağlûb etmez,
Yedi kat gökte bu Kur’ân bizi mahcûb etmez!
Ey nesil, biz, bu hidâyet ile yendik küfrü,
Bu adâletle bütün çağlara vurduk mührü!
Ey nesil, hürmet-i Kur’ân’la gelen izzete bak,
Gāye ancak, yaşamaktır, yaşamaktır, yaşamak!

Pek mukaddestir emânetleri Peygamber’imin,
Oldu, can hürmetinin kısmeti, Sultan Selim’in!
Sarayın kalbine koydurdu Yavuz, Topkapı’da,
Orda gündüz-gece Kur’ân okutup oldu fedâ!
Kırk imiş hâfız-ı Hak, kendi de kırkıncı kişi,
Tâ asırlar boyu sürdürdü gönüller bu işi!

Ehl-i diller dedi: Osmanlı, bu can hürmetten,
Oldu dev imparatorluk, küçücük beylikken!
Yirmi dört milyonu hem geçti bizim topraklar,
Altı yüz yıldan uzun sürdü bu haşmetli çınar!

Bu izzetle;

Bu millet, daima tarih sayfalarını şan ve şerefle doldurdu.

Bu izzetle;

Âsım’ın nesli, çok az bir güçle bile nice dev orduları alt etti. Âsım’ın neslindeki bu izzet her defasında gösterdi ki, metafizik, daima fiziği bertaraf etmektedir. Nitekim onlara saldıran devâsâ güruhlar, onlardaki dirâyet ve ilâhî nusret karşısında;

“‒Gökten inen güçleri gördük!” deyip yüz geri oldular.

Onlar, şehîden verdikleri son nefeste bile;

“‒Kıble ne tarafta?” şuuru içinde ölümsüzlüğe kavuştular.

Tarih sayfaları şâhit:

Bütün zaferlerimiz, o şühedâ nesillerden bize kalan var oluş destanlarımızdır.

Bu bakımdan;

Âsım’ın nesli, bugünler için de yarınlar için de çok mühimdir.

En mühim husus da;

Onların nasıl yetiştiğidir. Bu sarsılmaz îmâna nasıl sahip olduklarıdır. Düşmana geçit vermeyen ruhlarını, nasıl inşâ ve ihyâ ettikleridir. Bu gerçeği düşmanlarımızdan daha fazla idrak mecburiyetindeyiz ki, asıl ve büyük hücumlarını şanlı nesillerin îmanlarını, irfanlarını, ahlâklarını, millî ve mânevî duygularını yok etmeye yoğunlaştırmış olan istîlâcı ve sömürgeci zâlimler karşısında daima galibiyet yine bizim olsun.

Bu itibarla;
Âsım’ın neslini yetiştiren anneler, babalar, yuvalar ve eğitim ortamları, her zaman çok mühim.

Unutmamalı:

Onlar nasıl yetişti?

İdrâk etmeli:

Onlar satırlardan değil, ancak kendi gönüllerinden alabilecekleri bir ilimle ve irfân ile yetiştiler. Yüce sırlar ve hikmetlerle yetiştiler. Îman ve ezanlarla yetiştiler. Aşk ve şuur ile yetiştiler. Onlar vatan sevgisi ve Peygamber aşkıyla yetiştiler.

Bu öyle bir aşk idi ki;

Cenâb-ı Hakk’a ve Rasûlullah Efendimiz’e yakın olmanın sermâyesiydi.

Bu kıvamda;

Gönüller, itmi’nâna erdi, mutmain ve huzurlu oldu. Müstakîm ve dosdoğru yaşadı. Makam-mevkî, şöhret duygularını bertaraf etti. Onlar, Rasûlullah Efendimiz’le beraberliğin güzelliklerini tattılar. Ebedî rahmete gark oldular. Bütün insanları o rahmet deryâsına davet ettiler.

Bunun özü de;

Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak bilmekti.

Çünkü bu şekilde;

Bilenler, ilâhî ihtişam ve kudret akışlarına âşinâ olup ilâhî feyz ve tecellîlerden kalben nasîb alabilenlerdir.

Bilenler; şu fânî imtihan dünyasında en büyük endişeyi yani, «müslüman olarak can verebilmek» endişesini yaşayanlardır.

Bilenler; dünya ile âhiret arasında, yani kul rızâsı ile Hak rızâsı arasında tercih yapmak mecburiyetinde kaldıklarında, Hak rızâsına râm olurlar.

Bilenler; vatanın, milletin ve bayrağın emânet olduğunun idrâki içindedirler. Zira îmânın, ırzın, nâmusun, malın ve canın muhafazası; vatan ve milletin muhafazası ile olur.” (Osman Nûri TOPBAŞ)

Bu idrâk ile;

Bilenlerden olmanın hâsılı da, yüce bir idraktir.

İşte o yüce idrak, insanı ancak ahsen-i takvîm eyler. O idrak çünkü insanlığı Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâkıyla yoğurup gönülleri rahmet dergâhı hâline getirecek ve âhirzamanda inim inim inleyen çaresizlere derman olacaktır. O idrak çünkü müslümanlar arasında kardeşliği perçinleyecektir. O idrak çünkü nice kötülüklerle dolup taşmış olan bu dünyaya şifâ olacaktır. O idrak çünkü dibindeki her türlü kiri, gübreyi, pisliği ve berbat şeyleri ince ince tezkiye ederek onlardan tertemiz meyveler üreten ağaçlar misâli eyleyecektir bizleri.

İşte o idrak çünkü bizleri emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker çizgisinde yaşatacaktır. O idrak çünkü sırât-ı müstakîm üzere yaşatarak bizlere Allâh’ın rızâsını kazandıracaktır. O idrak çünkü bizleri şefâat-i Muhammed Mustafâ’ya mazhar eyleyecek ve bizi O’na ebedî komşu kılacaktır.

Velhâsıl o yüce idrak;

Nesilleri, daima Âsım’ın nesli eyleyecektir.

Daima denilecektir ki:

Çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek!

Ne mutlu o nesillere!

Bütün şehidlere yâ Rabbi rahmet eyle yine,
Bu mü’min orduya uğrunda nusret eyle yine,
Düşürme fitneye düşmân önünde cephemizi,
Zafer zafer yedi iklimde izzet eyle yine!.. (Seyrî)

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn…