KÂRIN ORTAKLARI

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Esmâ bint-i Yezîd -radıyallâhu anhâ-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at eden hanım sahâbelerdendir. Lâkabı «Hatîbetü’n-nisâ: Kadınların hatibi» idi. Bu lâkap ona ashâb-ı kiram tarafından kadınları temsilen Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek muhtelif sorular sorması dolayısıyla verilmiştir.

Esmâ -radıyallâhu anhâ- Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den seksen bir hadis rivâyet etti. Firâsetiyle ve zekâsıyla öne çıkan bu hanım sahâbî, Şam’da vefat etti.

*

Bir gün kadınlar, zihinlerini meşgul eden bir meseleyi öğrenmesi için Esmâ -radıyallâhu anhâ-’yı temsilci seçtiler. Esmâ -radıyallâhu anhâ- Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu yere giderek huzûruna girmek için müsaade istedi. Müsaade edilince de şu suâli sordu:

“–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Ben Sana kadınların elçisi olarak geldim. Allah Sen’i bütün erkek ve kadınlara peygamber göndermiştir. Biz, Sana ve Sen’in Rabbine îmân ettik. Erkekler; Cuma namazı kılmak, camiye ve cemaate çıkmak, hastaları ziyaret etmek, cenâzelerde bulunmak, birden fazla hacca gitmek gibi hususlarda bize üstünlük sağlamış bulunuyor. Bütün bunların en önemlisi, Allah yolunda cihâd etmektir. Fakat siz hac veya umre için yahut düşmanla savaşmak üzere evinizden çıktığınız zaman; mallarınızı biz koruruz, iplik eğirip size elbise yaparız, çocuklarınızı besleriz. Buna göre bizler sizin kazandığınız hayır ve sevaplarda size ortak olamaz mıyız?”

Esmâ -radıyallâhu anhâ-’nın bu sözlerini takdir eden Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına;

“–Siz bir kadından, din konusunda sorduğu bir soruda bundan daha güzel söz işittiniz mi?” buyurduktan sonra Esmâ -radıyallâhu anhâ-’ya dönerek şunları söyledi:

“–Ey kadın! İyi anla ve seni buraya gönderen hanımlara da iyice anlat ki bir kadının kocasıyla güzel geçinip onun hoşnutluğunu kazanması, sevap bakımından o saydığın üstünlüklerin hepsine denktir.” buyurdu. Esmâ -radıyallâhu anhâ-, bu cevaptan son derece memnun olarak oradan ayrıldı ve bu müjdeyi arkadaşlarına aynen iletti. Müjdeyi işiten hânelerde âdeta bayram sevinci yaşandı. O günden itibaren sahâbe hanımlarının ve onların izinde giden sâliha hanımların gözünde, artık ev hizmetleri bir yük değil, ecir vesilesi oldu.

GÖZYAŞINI İYİ SEZMELİ

Tâbiîn âlimlerinden Ebû Amr Âmir bin Şerâhil eş-Şa‘bî -rahmetullâhi aleyh- 640 yılında Kûfe’de doğdu. Beş yüz kadar sahâbîyi tanıdı. Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh-’ın halkasında ilim öğrendi. Emevî halîfesi Abdulmelik bin Mervan’ın elçiliğini yaptı. Daha sonra bir sene müddetle Kûfe kadılığı vazifesini üstlendi.

Şa‘bî -rahmetullâhi aleyh-, son derece nüktedan ve hazırcevaptı. Kendisine iblisin karısının ismini soran birine; «Biz o düğünde yoktuk!» diyerek latîfeyle karşılık vermişti.

Şiir ve edebiyattaki derin birikimini yansıtan;

“–İstesem hiç durmadan ve tekrar da etmeden bir ay size şiir okuyabilirim.” sözü meşhurdur.

Şa‘bî -rahmetullâhi aleyh-, 722 yılında Kûfe’de vefat etti.

*

Kendisi anlatır:

Kadı Şureyh ile beraberdim. Ona, kocası ile dâvâsı olan bir kadın geldi. Kadın hüngür hüngür ağlıyordu. Bunun üzerine ben Kadı Şureyh’e;

“–Yâ Ebâ Ümeyye! Herhâlde bu kadın mazlumdur.” deyince Kadı Şureyh;

“–Yâ Şa‘bî! Hazret-i Yûsuf’un kardeşleri de babalarına ağlayarak gelmişlerdi. Bu kadının ağlaması onun suçsuz olduğunu göstermez.” dedi.
(Fahruddîn Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut, 1990, XVIII, 81)

İKİ ACI

Sultan I. Bâyezid Han, 1354 yılında Akşehir’de doğdu. İyi bir tahsil gördü. Sultanönü (Eskişehir) ve Germiyan (Kütahya)’da sancakbeyliği yaparak idârî sahada, Anadolu ve Rumeli topraklarında birçok savaşa katılarak askerî sahada tecrübe kazandı. 1389’da tahta çıktı. İstanbul’u iki defa kuşattı. Haçlılar tarafından kuşatılan Niğbolu’ya giderek 1396’da büyük bir zafer kazandı. 1402’de Timur’la yapılan Ankara Savaşı’nı kaybetti. Bu savaşta, ordusu büyük zâyiat verirken kendisi esir düştü. Sekiz ay esir olarak kaldıktan sonra, rahatsızlanarak 8 Mart 1403 tarihinde vefat etti. Kabri, Bursa Yıldırım Camii’ndeki türbesindedir.

*

Yıldırım Bâyezid Hân’ın oğlu Ertuğrul, Sivas’ta sancakbeyi olarak bulunuyordu. Timur ise Doğu Anadolu’ya girdikten sonra Sivas’ı kuşattı. Ertuğrul, Timur’a karşı askeriyle çarpışsa da mağlûp olarak şehid oldu. Bu haber Yıldırım Hân’a ulaşınca, Padişah bu vaziyetten derin bir üzüntü duydu. Bir yandan Ertuğrul gibi bir oğul, diğer yandan Sivas gibi bir kalenin kaybı onu çok sarstı. O günlerde maiyyetiyle beraber Uludağ sırtlarındayken; koyunlarını otlağa salmış, sırtını bir ağaca yaslamış bir çobanın çaldığı kaval sesini duydu. Padişah, keyifli çobanın kavalıyla çıkardığı nağmeleri bir müddet dinledikten sonra;

“–Çal çoban, çal… Keyif de senin, rahatlık da senin. Sivas gibi kalen mi gitti, Ertuğrul gibi oğlun mu öldü? Çal çoban, çal…” diyerek yaşadığı tarifsiz acıları yanındaki veziriyle paylaştı.

ÖLÜM HEM AYIRDI HEM BİRLEŞTİRDİ

Son dönem Osmanlı hattatlarından İsmail Hakkı Sâmi Efendi, 13 Mart 1838’de İstanbul’da doğdu. İlkokuldan sonra Boşnak Osman Efendi’den sülüs-nesih yazılarını meşke başladı, icâzet aldı. Daha sonra rik‘a, dîvânî, celî dîvânî yazmasını ve tuğra çekmesini öğrendi. Ta‘lik hattını Kıbrısîzâde İsmail Hakkı Efendi’den meşk edip 1857’de icâzet aldı. Hocasının 1862’de vefatının ardından Melekpaşazâde Ali Haydar Bey’e celî ta‘lik hattı için devam etti. Bunlarla beraber kâğıt terbiyesini, ebrû kâğıdı imâlini, kalemtıraş yapımını ve mühür hakkini öğrendi. Üstadlarından öğrendiklerini genç nesillere aktardı.

İsmail Hakkı Sâmi Efendi, 1 Temmuz 1912’de Üsküdar’da vefat etti. Kabri, Fatih Camii hazîresindedir.

*

Genç Sâmi’nin icâzet alışından sonraki yazılarını gören Ali Haydar Bey ona haber yolladı:

“–Her ne kadar hocası da ben de Yesârizâde merhumdan meşk ettiysek de ahzimiz beyninde (alma kabiliyetlerimiz arasında) fark vardır. Orada, burada yazılarına rastlıyorum. Mâşâallah çok müstaîd… Gelsin de biraz hat müzâkeresi yapalım!”

Lâkin Sâmi Efendi, Ali Haydar Bey’in bu davetine icâbet edemedi. Ne zaman hocası İsmail Hakkı Efendi vefat etti, onun defninden sonra hemen Ali Haydar Bey’in ziyaretine gitti. Kendisini tanıtınca;

“–Oğlum, bunca zamandır sana haber gönderiyorum. Neredesin?” suâliyle karşılaştı. Cevap olarak;

“–Size devam ettiğimi hocam duyar da belki gücenir, diye gelmedim. Lâkin onu bugün hâk-i gufrâna tevdî eyledik. Ben de hemen buraya koştum. Artık üstâdım sizsiniz.” diyerek Ali Haydar Bey’in eline sarıldı. Arkadaşının vefatını duyan Ali Haydar Bey ağlayarak bu vefâkâr talebeyi bağrına bastı ve «celî ta‘lîk»te kendisine rehber olmaya başladı. Seneler sonra Sâmi Efendi bu hâdiseyi talebelerine naklederken;

“–Hocayla talebeyi ancak ölüm ayırır. Ben hocalarımı terk etseydim, yazıdan feyiz bulamazdım.” demiştir. (Fikriyat, Uğur DERMAN, Hat Sanatının Büyük İsimleri, s. 23)