MODERN İNSAN NEREYE?

H. Kübra ERGİNhkubraergin@hotmail.com

Allah Teâlâ âyet-i kerîmede, evlilikteki ihtiyaçtan bahsederken; çok zarif bir benzetme yaparak;

“…Onlar sizin için libas (giyecek, elbisedir), siz onlar için elbisesiniz…” (el-Bakara, 187) buyurmuş. Neden libas; yani giyilen, örtünülen eşyaların umumî ismi olan bu kelime seçilmiş? Pek çok mânâ gizlidir hiç şüphesiz, ama bir mânâsı da şu olsa gerek; çünkü giyinmek insana mahsus bir ihtiyaçtır.

İnsan ile diğer canlılar arasında ortak ihtiyaçlar var; meselâ su gibi, gıdâ gibi, barınak gibi… Ama elbise, sırf insan için ihtiyaç. İnsan hâricindeki hayvanat zaten giydirilmiş.

Nikâh, evlilik de insana mahsus bir ihtiyaç. İnsan hâricindeki canlılar, sadece belli bir mevsimde nesillerini devam ettiriyor. Birçoğunun tek yaptığı, uygun bir yere yumurtalarını bırakmak. Sonra çekip gidiyor. Yumurtadan çıkan yavrulardan ölen ölüyor, kalan kalıyor.

Bazı kuş cinsleri gibi bir kısım mahlûkat, yavrularına bakmak için yardımlaşıyor. Ama onlar da yine belli bir müddetten öteye geçmiyor. İnsanoğlu ise evlâtlarına, bebeklikten ta yetişkinliğe kadar bakıyor, terbiye ediyor, dünya hayatı ve hayattan daha ötesi için rehberlikte bulunuyor.

Geçtiğimiz sayıda, evrim teorisi hakkında bir girizgâh yapmıştık. Kısmen anlatmaya çalıştığımız gibi, bugün evrim ne ispat edilebilir, ne çürütülebilir bir iddia durumundadır.

Âdeta bir antik çağ mitolojisi gibi;

“Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar…” diye bahsedilen, masallar âlemi gibi bir zamanda geçiyor.

Çok çok eski zamanlarda ne olmuş, nasıl olmuş, bunu belki hiçbir zaman kesin olarak bilmek mümkün olmayacak. Ama asıl önemlisi, biz neye inanacağız?

Evet; fen bilimleri çok önemli, bize çok faydalar sağlıyor. Ama mademki bu birikip ilerleyen türde bir disiplindir, o hâlde kesin sonuca ulaşmamız belki de insanlık tarihinin sonuna kadar sürecektir. Hattâ belki de hiçbir zaman teorilerin doğru olup olmadığını bilemeyeceğiz. Öyleyse kanunlarımızı yaparken, ahlâk anlayışımızı düzenlerken neyi esas alacağız?

Bu önemli bir konu; çünkü biz şu anda her ne kadar lâik ve seküler bir düzende yaşıyor olsak da hâlâ insana dair en temel kabullerimizde, semâvî dinlerin -ve tahrif olmuş olsa da peygamberlerin getirdiği hikmetlerden bazı esasları devralmış dînî kalıntıların- insan tarifini esas alıyoruz. Bu tarifler, ne kadar birbirinden farklı olsa da bir noktada birleşiyor:

“İnsan; hayvandan sadece tür olarak veya gelişmişlik derecesi bakımından değil, mahiyet olarak farklıdır.”

Bizim devlet düzeni kurmamız, kanunlar çıkarmamız, mülkiyet, nikâh ve benzeri müesseseleri meydana getirmemiz; hep bu temel kabulden doğuyor. Eğer biz insanı hayvandan çok farklı olmayan, sadece beyni gelişmiş, iki ayağı üzerinde durup ellerini kullanmaya başlamış bir cins canlı olarak görüyorsak; bütün bu kanun nizâmı ve ahlâk anlayışı temelini yitiriyor. Elbette evlilik de…

Bugün batıda bunun savaşı veriliyor. Meselâ bir örnek: İngiltere’de bir hukuk firması Londra belediyesine ait otobüslerin üzerine bir reklâm vermiş:

“Hayat kısa, boşan gitsin!”

Elbette kilise bu reklâmın kaldırılmasını istemiş. Çünkü îtikad ve amel yönünden ne kadar tahrif olsa da, evliliğin korunması ile ilgili hassâsiyetleri var. İnsana mahsus bir özellik olan nikâhı, aileyi muhafaza etmek gerektiğine inanıyorlar.

Tıpkı bizde olduğu gibi, batı ülkelerinin de çoğunda; sermaye sahipleri, sanat çevreleri, sinema, medya ve şimdi de internet âleminde hâkim olan kesimler, kilisenin bu hassâsiyetine sahip değiller. Mesele sadece hassas olmamaktan ibaret mi, yoksa bundan da öte kasıt var mı? O da tartışılan mevzular arasında.

Son zamanlarda ülkemizde Avrupa Birliği’ne intibak adına çıkarılan kanunların da, ailenin yıkımını hızlandıracağı endişesi hâkim. Bu kanunları çıkaran zihniyet, sadece ailenin korunması hassâsiyetinden mi mahrum yoksa aileyi yıkmak için kasıtlı bir gayret içinde mi?

Gelin bu soruya cevap ararken şu unsurları da hatırlayalım:

Her şeyden önce materyalist-kapitalist zihniyet için ailenin korunması lüzumsuz bir hassâsiyet. Çünkü onlara göre zaten aile, sun‘î bir müessese. İnsanı sadece maddiyattan ibaret görüp, diğer hayvanattan sadece biraz farklı sayan bu ideolojiye göre, nikâh zaten uydurma bir gelenek.

Bu zihniyete göre din; insanoğlunun bilimler gelişmeden önceki bir zannı, uydurması… Dinler beşer ürünü olduğu gibi, kaynağını dinden alan ahlâk anlayışı ve buna bağlı müesseseler de beşer ürünü. Bu zihniyetin elbette evliliğin korunması konusundaki hassâsiyetleri anlamaları beklenmez.

Ayrıca şunu da düşünelim: evlilik, tabiatı îcâbı birtakım mes’ûliyetler ve sınırlamalar getiriyor. Âhirete inanan insan, bu mes’ûliyetleri yüklenirken sonundaki mükâfâtı düşünüp sabrediyor. Hattâ sadece evlendikten sonra değil, bekârlıkta da kendini haramdan sakındığı için, evlilik ona nimet oluyor. Bu sebeple, evliliğin yükünü de seve seve çekiyor. Ama kendini hayvan cinsi sayıp, haram-helâl diye bir fark bilmeyenler; evliliğe adım atmakla hiç alışkın olmadığı sınırlamalarla kuşatıldığını hissediyor. Hâliyle alışkanlıklarından vazgeçemeyip sonunda da boşanma noktasına geliyor.

Batıda bugün boşanmalar yaygınlaştıkça; «Evlilik başarısız bir müessese!» «Evliliğe sadâkat göstermek, insan yapısına uygun değil!» diye haberler yapılıyor. Bir yandan hukuku, ahlâkı hiçe sayarken; bir yandan da kendi ortaya çıkardıkları fiilî durumu bir delil olarak ileri sürüyorlar. İnsanlık tarihinin çoğunda gayet başarıyla ayakta kalmış ve insanoğlunu da bugünlere getirmiş olan evlilik müessesesini çürüğe çıkarmaya çalışıyorlar.

Böyle bir zihniyetin; özellikle yıkmak gibi bir kastı olmasa da, ailenin yıkılmasına aldırış etmeyeceği ortada. Meselenin diğer yanına bakarsak; evliliği ve umumî mânâda ahlâk kaidelerine uygun bir hayat tarzını, büyük bir gayretle, îtinayla, her türlü fedâkârlıklarla muhafazaya çalışmazsanız, kendiliğinden ayakta kalması mümkün değil. Çünkü insan bir yanıyla gerçekten de nefsânî yönleri olan ve hattâ bu yönü şeytânî ayartmalara da müsait olan bir varlık.

İslâm dîni, insanı her yönüyle bir bütün olarak görüyor. İnsanda bulunan farklı yönler; onu neye inandığı, neyi gaye edindiği ve kimin rehberliğine uyduğuna bağlı olarak, melekleşmekten hayvanlaşmaya, hattâ şeytanlaşmaya kadar götürebiliyor. Bu yüzdendir ki, insanın neye inandığı çok büyük ehemmiyet kazanıyor. Çünkü insan ne olduğuna inanıyorsa o oluyor.

Ailemden bir gençle konuşuyordum. İnsan aklı ve vicdanının yeterli olmadığını, mutlaka dînin ve dinden doğan şerîat nizâmı ve ahlâkî terbiyenin mecburî olduğuna delil olarak tarihten örnek vermiştim:

“–İnsanoğlu içinde yaşadığı cemiyetten ne görürse onu ahlâk olarak benimser ve uygular. Meselâ tarihte; kızlarıyla, kız kardeşleriyle düğün dernek kurarak evlenenler oldu. Eskimolar yaşlıları ölüme terk ediyorlardı. Afrika’nın bazı yerlerinde yamyamlık normaldi. Tarihteki birçok kavimde insan kurban ediliyordu. Hattâ Avrupa mitolojisindeki kurt adam efsanesi, bu uygulamadan doğar. Eğer aya kurban etmek için seçilen kişi kaçarsa, her dolunayda kurt adam olacağına inanılıyordu…”

Genç kardeşimiz dedi ki:

“–O zaman insanlığı bugüne, semâvî dinlerden kalma ahlâk kalıntıları getirdi. Şimdiden sonra onları da yok ederlerse tam vahşîleşmenin yolu açılacak.”

Aynen öyle…

Bazı sapkınlıkların şu anda normal sayılması, bir test niteliğinde olabilir. Bunu aştıktan sonra sıra kim bilir neye gelecek? Belki öyle günler göreceğiz ki;

“İnsan cesetlerini toprağa gömüp niye ziyan ediyoruz? Önemli bir protein kaynağı!” diyerek gıdâların içine katacaklar. Ben bir ilmî yayında;

“Dışkı, B vitamini için iyi bir kaynaktır.” diye okuduğumu hatırlıyorum.

Eğer kapitalist zihniyet; evrimi bahane ederek dînin statüsünü ele geçirecek olursa, hayatın her sahasında kendi menfaatine göre hukuk ve ahlâk üretmeye kalkışacaktır.

Belki mübalâğalı gelebilir ama gelecekte çocuklarımız; “yapay zekâya sahip robotların bakım ve onarımında vazifeli, düşük zekâlı biyolojik yaratıklar…” durumuna düşebilirler. Çünkü büyük sermaye sahipleri; güçlerine güç katmak için hümanizmi de rafa kaldırıp, robotu insandan daha fazla evrimleşmiş, daha üstün bir varlık olarak kabul edebilir. Buna ne mâni olabilir?

Bu yüzdendir ki, evrim teorisi; sadece tabiat tarihine dair bir teori meselesi değil, bizim insanlaşma yolculuğumuzun bundan sonrası ile ilgili çok mühim bir mesele… Ve hayatımızın her sahasında; evrimcilik, yani bilimi putlaştırma ile îmân arasında bir yol ayrımına gelmemiz kaçınılmaz.

Bunun içindir ki, bugün bizim; bilim disiplinlerinden hukuk sistemine kadar her sahada batıdan tercüme kültür yığınını bir kenara bırakıp, artık kendi îmânımıza uygun medeniyet müktesebâtımızı teşekkül ettirmemiz lâzım. Ümmetin lider ve rehberi olmak istiyorsak, bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmemiz şart.