İNKÂR ÇEŞİT ÇEŞİT…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir îkazı:

“Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zaman insan; mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler, mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dîni küçük bir dünyalığa satar.” (Müslim, Îmân, 196)

Kıyâmet alâmetleri, âhirzaman îkazları; asla ümitsizliğe, bedbinliğe / karamsarlığa, kötümserliğe sevk etmek için değildir. Tedbir almaya, uyanık olmaya, haberli ve müteyakkız bulunmaya hazırlık içindir. Rasûlullah Efendimiz’e îmanda, kalbe tatmin de verir.

Hakikaten şu hadîs-i şerîfin yaşandığı bir devre geldik. Gün içinde basit bir konuşmayla, küçük bir twit ile insan maâzallah dîninden olabilir.

Büyüklerin âhirzaman hakkında bir hatırlatması var: Kur’ân-ı Kerîm’i okuduğumuz zaman; Âd, Semûd kibirden; Medyen ve Eyke ticârî ve iktisâdî ahlâksızlıktan; Lût Kavmi cismânî ve sapkın azgınlıktan; Nuh Kavmi inat ve alaycılıklarından ve hepsi; inançsızlıktan, küstahlıktan, şirkten ve nankörlükten dolayı helâk edildi. İlâhlık taslayan Nemrutlar ve Firavunlar, maddeye hükmettiğini zanneden Kārunlar, ilmin takvâsından yılanın kabuğundan sıyrıldığı gibi soyunan Bel‘âmlar… Bunların hepsi farklı farklı devirlerde yaşadılar. Her birinin helâkine, sayılan birkaç sebebin bir araya gelmesi yetti.

Günümüzde ise, hepsi bir arada… All in one… Aynı zamanda küfrün her çeşidi. Bir köşede ateizm, bir köşede deizm, bir başkası agnostisizm… Aynı zamanda fısk u fücûrun her çeşidi. Mâlî, cismânî… Zulümlerin her çeşidi…

Böyle bir devirde helâk olmuyorsak, Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Ümmetimi topluca helâk etme!” niyâzının bir semeresi olarak, O’na medyûn olarak kurtulabiliyoruz.

Fakat helâkin ferdîsi devam ediyor. Yani sabah-akşam fert fert küfre, dalâlete, fısk u fücûra kayıplar veriyoruz.

Benzeri bir durum da; on beş asırlık İslâm tarihinde dönem dönem yaşanmış irili ufaklı bütün sapmalar, günümüzde hep beraber yaşanıyor. Bir tarafta hâricîler, bir tarafta şia gücünün zirvesinde, bir tarafta modernistler, bir tarafta tarihselciler, bir tarafta tasavvufu istismâr edenler…

İster internet ve globalleşme diyelim; sosyal medya ve ferdîleşme tesiriyle, artık herkes birer fenomen veya öyle hissediyor. Herkesle röportaj yapılıyor meselâ, en azından sokakta. Herkes beyanatta bulunuyor, hiç değilse sosyal medyadaki köşesinde. Yani nefsinin hevâsına uyan için; herkes kendi çapında birer Kārun, birer Firavun, birer Hâmân olma potansiyelinde. Geçmişteki gibi, köşesinde sıradan insanlar değil hiç kimse. Böyle olunca ayak kayması, dil sürçmesi sık sık yaşanıyor.

Bu sebeple akāid çok mühim. Doğru bilgi, sağlam idrak ve koruyucu tatbikat ile…

Bu inkâr çeşitliliğinin bir zararı da şu: Çeşitli idraklere, yapılara uygun kılıklara bürünebiliyor. Meselâ ateizm; oldukça marjinal, sivri bir tavır. İçinde hiç mâneviyat barındırmıyor.

Birazcık yaratıcı kabulü katarak, deizm türü inkâr şekli de piyasaya sürülmüş. Bilhassa dinlerin müesses yapılarına ve temsilcilerine öfkeli kesimler için deizm, güya pratik bir çözüm. Yaratan tanrı makbul, emreden tanrı makbul değil bu anlayışa göre.

Bizim diyarlarımızda yine yaygın bir inanç sapması da, bozuk mürcie… Kısaca;

“Benim kalbim temiz!” sloganı arkasında, dîni hayatına hiç sokmayan insanların inanış şekli. Gafletin kesif şekli. Alnı secdeye, midesi helâle hasret bu insanları; cenâzelerinin camiden kaldırılması ve müslüman mezarlığına defnedilmekten başka, İslâm’a bağlayan pek bir şey yok. İşte yukarıda ifade ettiğimiz; beyanlar, twitler içerisinde inkâr ifade eden şeyler de söylemişlerse, iş işten geçmiş oluyor.

Bir inkâr türüne daha dikkat çekiyor araştırmacılar: Panteizm.

Çeşitlenmede daha duygulu, hassas, hattâ rûhâniyete istîdatlı kişileri hedef seçiyor bu yapı. Çünkü varlığa, kâinâta mânevî bir bakış açısı var. Kâinattaki oluşlar ve hâdiselerdeki akışlarda Cenâb-ı Hakk’ın işaretleri vardır. Kaderdeki sırlı tecellîler vardır. Mânidar sıralanışlar, dizilişler vardır. İşte panteizm, yaratıcıyı o varlığın bâtınından ibaret saymak gibi bir sapıştır. Panteizm, global kültür istîlâsına da en uygun inkâr çeşididir. Zira nahif ve belirsizdir. Yuvarlak lâflarla her tarafa çekilebilir. Eklektik yani farklı kültürlerden bir şeyler toplamaya müsaittir. En eski paganist, Şamanist anlayışlardan günümüze ulaşan bu anlayış; tabiat, çevre ve hayvan sevgisi, pozitif enerji yollama, Uzak Doğu dinlerine varıncaya kadar türlü kılıklara girer.

Diğer inkâr çeşitlerinden farklı olarak; panteizmde gönül rahatlatmayı kolaylaştıran sahte ritüeller de çok. «Tabiatı sev, kediye mama ver, senden iyisi yok!..» İşin hümanist tarafı da eksik değil: «Sen yıldız tozusun. Evrenin rûhu seni çağırıyor vs.»

Meselâ tipik bir örnek: Dilemek. Yeni yıl dileği; «Yıldız kaydı dilek tut!», doğum günü dileği… Yakalayabilirsen; seni zengin, meşhur vs. edecek gizli sır… Nedir bu dilekler? Kimden diliyorsun? Kim verecek? Belirsiz, bulanık, dolanık…

Panteizm her kılığa girebilir. Hattâ bizden görünen şahsiyetlerin sözlerinin bozuk tefsirlerine de sızar:

Tarihte nasıl; Bâtınîlik, Hurûfîlik gibi bozuk yollar, tasavvufu istismâr etmiş ise, panteizmin de akîdesi sağlam olmayan mistik hareketleri ele geçirmesi mümkündür. Zaten her devirde; Yûnus hümanizmi, Mevlânâ evrenselciliği, dinler arası diyalog gibi yakıştırmalarla denenmiş bu yol… Maalesef günümüzde de tehlikeler barındırıyor. İdrâki gayet zor olan Vahdet-i vücud anlayışının da sıklıkla panteizmle karıştırılması, işin cabası… Bilhassa hazifli, mecazlı, istiâreli edebî lisan ile ifade edilmiş sûfî şiir ve metinleri, son derece istismâra açık.

Geçenlerde radyoda ilâhî hâlinde dinlediğim, Sun‘ullah Gaybî’nin şu sözleri meselâ:

Sana âlem görünen hakîkatte Allah’tır,
Allah birdir vallâhi sanma ki birkaç ola!..

İkinci mısradan da anlaşılması gerektiği gibi, vahdet-i vücud; Allah’tan başka bir varlık kabul etmeyi, tevhîde aykırı bulduğu için, mevcûdâtın varlığını reddeder. Fakat iş; sadece birinci mısradaki gibi anlaşılmaya kalkılırsa, işte o panteizm olur. Birinci mısranın, vahdet-i şühud düzeltmesiyle doğru anlaşılması gereken şekli şudur:

“Sana âlem görünen, hakikatte Allâh’ın sıfat tecellîleridir.”

Sahanın mütehassısları; eski Türklerin şaman olduğu iddialarının da, Türkiyat sahasına sızan bir yahudi fikriyatı olduğunu dile getiriyorlar. Fakat her hâlükârda bu topraklarda hurûfî, bâtınî bir geçmiş var. Yakın tarihlerde de bunların uzantılarına hümanizmden Zerdüştlüğe kadar aşılar yapılmaya çalışıldı.

Panteizme karşı tedbirimiz yine sağlam bir akîde.

Cenâb-ı Hak, hâlıkı olduğu âlemlerden müstağnîdir. Kullarından, kullarının ibâdetlerinden de müstağnîdir.

Cenâb-ı Hak, yarattığı varlıklardan üstün ve farklıdır.

Fizikî âlemle alâkalı bilgiler geliştikçe; insanlık, varlığı idrakte ve zanlarında yeni fikirlere yöneliyor. Fizik, kimya gibi ilimlerle, kâinâtın sırlarını tamamen ihâta edeceğini zanneden insanlık; o devirlerde pozitivist idi. Yani insânî, içtimâî ve hattâ dînî meseleleri de fizik kanunları gibi bir kesinlikte çözeceğini sanıyordu. Fakat bugün fiziğin bile öyle olmadığını anladık. Atom altı âlem, insanın avucuna sığmıyor. Belirsizlikleri, ihtimallilikleri ile bambaşka bir âlem. Fakat bu sefer de bunu; kaos diye etiketleyip, kaosu biz inançlı insanların kâinatta gördüğümüz gaye ve nizama alternatif veya cevap olarak ileri sürüyorlar. Hattâ kuantum âlemindeki enerji ve irade gibi görünümleri, aranan veya saklanmaya çalışılan yaratıcıyı; yaratılmışın kendisinde aramaya, oraya gömmeye, oraya saklamaya teşebbüs ediyorlar.

Muhâlefetün li’l-havâdis prensibi işte burada çok mühim. Allah; ne atomdur, ne cisimdir, ne karanlık maddedir, ne hepsidir. O, hepsinin hâlıkıdır. Bu sebeple; hepsinde Allâh’ın imzası, tecellîsi vardır. Zâtının değil sıfatlarının tecellîleridir. Zâtının hiçbir âlemde hiçbir doğrudan tecellîsi yoktur.

Tevhid hususunda dikkate devam etmeli.

Zira insan ameldeki bozukluğunu tevbe, takvâ ve istikametle ıslah etmeye çalışır. Fakat îtikattaki bozukluğu başta kendisi bozuk olarak kabul etmez ki, düzeltmeye gayret etsin.

Duâmız:

“Rabbimiz! Bize hidâyet verdikten sonra kalplerimizi saptırma; katından bize bir rahmet ihsân et! Şüphesiz ki Sen, çok çok bağışlayansın.” (Âl-i İmrân, 8)