ALLAH TEÂLÂ’NIN HAKKINA RİÂYET ETMEK
Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com
Sonsuz kudreti ve kuvveti ile zerreden küreye şu muazzam kâinâtı muntazam bir şekilde yaratan Allah Teâlâ; hem yarattığı kâinâtın, hem de içindeki mahlûkatın nizam ve intizam içerisinde yaşaması için belli kaideler koymuştur.
Yarattığı kâinâtı ve içindeki mahlûkatı en iyi şekilde tanıyan, onların zâfiyetlerini ve yeteneklerini en iyi bilen Allah Teâlâ; mahlûkatın içerisinde akıl ve idrak nimetini verdiği insanoğlunun, bu nimeti en iyi şekilde kullanmasını ve bir imtihan mekânı olan dünyadan geçip ebedî bir hayat olan âhiret yurduna göç etmesini murâd etmiştir.
İnsanlık tarihi boyunca; Allah Teâlâ’nın kanunlarını uygulayan cemiyetlerde sulh, sükûn ve refah hüküm sürerken, O’nun kanunlarının göz ardı edildiği cemiyetlerde, kavga ve kargaşa hüküm sürmüştür. İnsanoğlu ne zaman ki kendisini yaratan ve ihtiyaçlarını en iyi bilen yaratıcısının hükümlerini unutup bu hükümlere sırt dönmüş, şeytanın iğvâlarına aldanmış ise; o dönemden itibaren, yeryüzünde nizam ve intizam bozulmuş, adâletin yerini zulüm almış ve sükûnet ortadan kalkmıştır.
İnsan, yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olmak ve yalnızca Allâh’a ibâdet etmek gayesiyle yaratılmıştır. (Bkz. ez-Zâriyât, 56) Vazifesi Allâh’a kulluk olan ve dünya imtihanını kazanıp, çıkarıldığı cennete yeniden dönmek için çabalayan insanın; kendisi gibi olan insanlara, makamlara, mala, mülke ve çeşitli şeylere kul olması, yeryüzündeki kargaşanın, zulmün ve eziyetlerin en önemli sebeplerinden biri olmuştur.
Nasıl ki; bir bedende iki kalp ve beyin olamıyorsa, bir müessesede aynı yetkide iki yönetici olamıyorsa, bir devletin iki başkanı olamıyorsa, hattâ bir mahallede iki muhtar olamıyorsa -olması hâlinde çatışma ve kargaşa oluyorsa- bu kâinâtı yaratan Allah Teâlâ’nın da yetkilerinde, koyduğu kanunlarda bir ortak olamaz. Allâh’ın mülkünde, O’nun koyduğu kanunlara alternatif kanunlar oluşturmak, bugün olduğu gibi kavgaya ve kargaşaya sebep olmaktadır.
Bu durumu ecdâdımızdan Sultan II. Selim Han şöyle ifade etmiştir:
Âşık-ı sâdıkta dil birdir, olamaz yâr iki,
Hîçbir taht üzre mümkün mü ola hünkâr iki?..
İnsanoğlu; Allâh’ın kanunlarını terk edip kendi akıllarıyla sistemler, kanunlar ve devletler kurmaya başladıktan sonra, yeryüzünde kavga, kargaşa ve savaşların sonu gelmemiştir. Allâh’ın kanunları ve nizamı; insanı yüceltirken, onu yeryüzünün efendisi kılıp, bütün mahlûkatı onun hizmetine sunarken; beşerî ideolojiler insanı insana, sistemlere, putlara, mala, mülke, makamlara hizmetçi etmiş ve onun şerefini ayaklar altına almıştır. Bunu yaparken dünyayı ıslah edecek, nesli ve ekini koruyacak insanı; hem kendi neslini, hem de içinde yaşadığı dünyayı, iklimi ve nesli yok edecek bir canavara dönüştürmüştür.
Kendisini yaratan Allah Teâlâ’nın kanun ve kaidelerine riâyet etmesi hâlinde eşref-i mahlûkat olma pâyesi verilen insan; kendi hevâ ve hevesine, şeytanın yalanlarına ve iğvâlarına uyması hâlinde ise esfel-i sâfilînden olma durumu ile karşı karşıya kalmaktadır. Eşref-i mahlûkat olan insan; önce kendi kalp dünyasında kendisini Rabbinden uzaklaştıran, O’na muhalefet eden bütün varlıklardan, dünyevî ve nefsânî kirlerden arınmaya ve bu mekânı tek ve yegâne yaratıcımız olan Allah Teâlâ’ya tahsis etmek için mücadele etmelidir.
Yaratılmış her şeyin bir hakkının, hukukunun olduğuna inanıyor, bu hakların teslimi noktasında hassâsiyet gösteriyoruz. Pekâlâ, Allah Teâlâ’nın da hakkının olduğunu biliyor muyuz? Yaratılmışların hakkına, hukukuna riâyet etmek için hassas davrandığımız kadar, bizi yaratan Rabbimiz’in hakkına da yeteri kadar hassâsiyet gösteriyor muyuz?
Nasıl ki, bize emânet olarak verilen evlâtlarımızın üzerinde bir başkasının hüküm vermesini, onlara istediklerini yaptırmasını, anne/baba olarak normal karşılamıyorsak, bize ait olan bir mülkün veya eşyanın, bizim dışımızdaki bazı insanlar tarafından, rızâmız ve iznimiz olmadan kullanılmasına, tasarruf edilmesine tepki gösteriyorsak, sadece dünyaya ait olan şeyler için bile bir başkasının iradesine râzı olmuyorsak; yarattığı kâinâtı ve içindeki mahlûkatı üzerinde tasarrufta bulunması gerekenin yalnızca onları yaratan Allah Teâlâ olması gerektiğini kabul etmeli ve bu hakkın teslimi konusunda mücadele etmeliyiz.
Bugün yeryüzünde hangi yana baksanız; güçlü olan veya gücü yanına alanların, kendilerinden zayıf ve yardımsız kalanları ezdiğini, zulmettiğini, hattâ soykırıma tâbî tutup yok etmeye çalıştığını görürsünüz. Yaşanan bu mücadelenin; bir inancın, bir düşüncenin hâkim olması için değil, herhangi bir madenin veya zenginliğin ele geçirilmesi, o zenginliğe sahip olanların da güçlülere kul/köle olması için yapıldığını görüyorsunuz.
Adâleti tarif edenler; «Bir şeyin olması gereken yerde durması» diye ifade etmişlerdir. Yani bir şey aslına, esasına uygun bir yerde ise, yaratılış/yapılış amacına hizmet ediyorsa, orada bir aksaklığın ve noksanlığın yaşanması beklenmez. Şayet bunun tersi yaşanıyorsa orada her türlü zulmün yaşanması beklenir.
“Bir şey haddini aşınca, zıddına inkılâb eder.” misâli, insan da haddini aşmış ve dengeyi bozmuştur. Şimdi yeniden kendisine çizilen kulluk sınırlarına çekilmeli ve kendisine kul olma bahtiyarlığına erdiği Rabbimiz’den ziyade, kendisi gibi mahlûklara, fânîlere ve nefsin arzularına kul olma bedbahtlığını seçmemelidir.
Rabbü’l-âlemîn olan Allah Teâlâ; haddimizi, hududumuzu bilmeyi ve Rab olarak sadece kendisini tanımayı ve bu uğurda mücadele etme şuurunu bizlere nasip etsin.