HAYATI OKUMAK

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

Bir cuma sabahı idi. Hanımı kahvaltı için sofrayı hazırlarken İrfan öğretmen de okula gitmek için hazırlanıyordu. İki küçük oğlu da henüz uyanmamışlardı.

Onlar uyanmadan evden çıkmalıydı yoksa büyük olanı kendisi ile gitmek için peşine takılır, gidemeyince de saatlerce ağlardı.

Okul ile ev birbirine çok yakındı, okul bahçesi ile arasında bir yol vardı. Ders zili çalmaya başlasa bile, evden çıkıp derse yetişebilirdi.

İlk dersi orta üçüncü sınıfa idi. Okuma ile ilgili bir konuyu işleyecekti.

İrfan Öğretmen kahvaltısını yaparken zihninden de; «Dersle ilgili neler verebilirim?» diye düşünceler geçiriyordu. Aklına radyoyu açmak geldi.

Cuma sabahları güzel sohbetler yapılıyordu, bazen de Kur’ân-ı Kerim okuyorlardı. «Kısmetimizde ne var bir bakalım…» dedi orta büyüklükteki üç pille çalışan radyoyu açtı.

«Önce Kur’ân okunan bir yer var mı?» diye düğmeyi çevirdi, bütün dalgaları aradı, o an için Kur’ân okuyan bir yer çıkmadı.

Gece-gündüz şarkı-türkü programları oluyordu da; «Bir cuma sabahı bile bir sayfa Kur’ân okunmuyor.» dedi.

Bir yazarın kitapla alâkalı bir sohbetine rastladı;

“–İyi, tevâfuk oldu. Belki konumuzla ilgili güzel fikirler, çarpıcı örnekler çıkar, bir şeyler öğrenir öğrencilerime anlatırım.” dedi.

Konuşmacı, yabancı bir yazarın kitabından aldığı şu örneği veriyordu:

“Yediğimiz gıdâlar nasıl vücudumuzu besliyorsa, okuduğumuz kitaplar da rûhumuzu beslemeli. Bir kasap dükkânındaki etleri düşünün, o etler dükkânın buzdolabında ya da içeride vitrindeki kancalarda asılı durduğu zaman, bize hiçbir fayda sağlamaz.

Ne zaman kasaptan eti alır evimize getiririz, onunla yemek yapar yeriz, o zaman o et bize gıdâ olur, kan olur, bedenimiz onunla güç bulur.

Kitaplar da böyledir. Bir kitapçının raflarında duran kitaplar orada olduğu müddetçe kimseye fayda sağlamadığı gibi, onları alıp evimize getirdiğimizde de eğer sadece kitaplığımızın içinde süs gibi durursa yine kimseye faydalı olamazlar…

Ne zaman bu kitapları elimize alır, güzelce anlayarak okuruz, o zaman ondaki bilgiler hâfızamıza yerleşir rûhumuza güç verir…

Onlardan öğrendiğimiz bilgilerle düşünce ufkumuz genişler, anlayışımız derinleşir, hâdiseleri kavrayışımız kolaylaşır…

Sağlam bir şahsiyet ve karakter sahibi olmada bizlere büyük faydalar sağlar…”

Radyodaki okuma ile ilgili sohbet bu şekilde devam ediyordu. Tamamını dinlemek istedi ama vakti yoktu, ders zili çalmak üzereydi.

Evden çıktı, giriş kapısı olmayan okul bahçesinden geçip okul binasına girdi. Dersinin olduğu sınıfa geçti, selâm verip öğretmen masasına oturdu.

Ders defterini yazıp imzaladı. Bu esnada çocuklara konuyu sessizce okumalarını söyledi.

Yanında hikâye, roman, şiir türünde birkaç örnek kitap vardı. Onlardan bölümler okuyup, konuyu zenginleştirmeyi düşünüyordu.

Öğrenciler konuyu okurken pencereden dışarıya baktı. İbret alınacak, hayret edilecek bir manzarayla karşılaştı. Hayran hayran baktı.

Allâh’ın sonsuz kudreti ve sayısız hikmetlerinden birisi ile karşı karşıyaydı. «Bu güzelliği çocuklarla paylaşmalıyım.» diye düşündü.

“–Okumasını bitirenler geriye yaslansın.” dedi. Nihayet herkes okuyup arkaya yaslandı.

Öğrencilerle çok iyi anlaşıyordu. Onları seviyor, kendisi de seviliyordu.

Dersleri sohbet havasında işler, her konuda genel bilgiler anlatırdı. Öğrenciler buna alışkındı.

Hepsi kendisine bakıyordu. Ne soracak ya da ne anlatacaktı. Bugün hangi kitabı tanıtacaktı. Masada üst üste duran kitaplara baktılar. Zaten konu da kitap ve okuma ile ilgiliydi.

Ama öğretmenleri konuya başlamadı, çünkü farklı bir manzara görmüştü. Bunu öğrencilere de göstermeliydi.

Bunun için onlara hitâben;

“–Sınıf olarak herkes ayağa kalksın!” dedi.

Çocuklar hepsi birden kalktı, meraklı gözlerle öğretmenlerine bakıyorlardı. Niçin kalkmışlardı, ne söyleyecek diye bekliyorlardı.

Sınıfın çok geniş tek bir penceresi vardı. Dışarısı çok rahat olarak seyredilebiliyordu.

Onlara;

“–Yavrum herkes pencereden dışarıya baksın, dikkatini çeken bir şey var mı incelesin…” dedi.

Sonra da onlara ne gördüklerini sordu. Öğrenciler tek tek söz alıyor gördüklerini anlatıyorlardı.

Kimi Harşit Çayı üzerinde uçan yaban ördeklerinden, kimi kızılağaçlara konmuş balıkçıl kuşlarından bahsetti.

“–Daha başka ne görüyorsunuz?” dedi. Karşı yamaçtaki fındık bahçelerini, gökyüzündeki bulutları, dere kenarındaki ağaçları söylediler.

“–Onlardan başka ne görüyorsunuz? Daha yakına bakın!” diye söyledi.

Okulun yanından akan derenin kıyısında küçük yaykın ağaçları vardı. Ağacın suyun üzerine uzanmış ince bir dalında yalıçapkını kuşu duruyordu. Onu gösterdiler, öğretmenleri;

“–O da değil daha yakına bakın!” dedi.

Pencerenin önündeki henüz çiçek açmamış süsenleri -mor zambakları- söylediler;

“–O da değil.” dedi.

Pencerenin dört-beş metre ilerisinde küçük bir akasya ağacı vardı, o da henüz yaprak açmamıştı. O ağaca bakmalarını söyledi.

Nihayet çocuklar, öğretmenin sorduğu şeyi görmüşlerdi. Hepsi birden;

“–Örümcek ağı!” diye haykırdılar.

Ağacın iki dalı arasında futbol topu büyüklüğünde örümcek ağı vardı. Esas dikkat ettikleri görüntü sadece ağ değildi. Ağın üzerine aralıksız bir şekilde sıra sıra dizilmiş çiy damlaları, sabah güneşinin ışığıyla pırıl pırıl inci gibi parlıyordu.

Görüntü o kadar hoş idi ki, her hassas gönül etkilenirdi.

Çocuklara tekrar sordu;

“–Siz su damlalarını ipliğe dizip böyle güneşe asabilir, bunun bir benzerini yapabilir misiniz?” dedi.

“–Hayır, hocam bu imkânsız!” dediler.

“–İşte çocuklar, imkânsız dediğiniz bu görüntü basit bir bahçe örümceğinin ağı ile çiy dediğimiz su damlacıklarından oluşan emsalsiz bir manzara.

Kaç damla var tahmin edebilir misiniz?” diye ikinci bir soru sordu. Kısa bir incelemenin sonunda;

“–Rahat bin damla var hocam.” dediler.

“–Bakınız yavrum…” diyerek söze, sohbete başladı. “Okumak çeşit çeşittir, şu anda siz bir tabiat hâdisesini, bir manzarayı okudunuz.

Gördüğünüz gibi akıl sahibi olmayan bir örümcek bir fabrikada îmal edilmiş gibi incecik bir ağ îmal ediyor. Ve bir geometri eğitimi almış gibi düzgün bir şekilde ağ yapıyor. En dıştaki ağ bir altıgen veya sekizgen gibi. Metreden, santimden haberi yok ama ördüğü ağların arasındaki mesafelerde hiçbir düzensizlik yok, eğrilik yok, aralıkları aynı ölçüde.

Çiy damlalarının tesbih taneleri gibi dizilişi, güneş ışığıyla inci gibi parlaması, ağını yaptığı ağaç dallarının arasındaki mesafenin hesaplanması… Hepsi, üzerinde düşünülecek konular…”

Öğrencilere tekrar bir soru yöneltti:

“–Siz hiç ankebût diye bir kelime duydunuz mu?” dedi.

“–Hayır!” dediler.

Onlara «ankebût»un örümcek anlamına geldiğini ve Kur’ân’da bir sûre adı olduğunu, kâfirlerin işleri örümcek ağına benzetildiği için bu ismi aldığını söyledi.

“–Bu sûrede Allah’tan başkasını dost edinerek kendilerine destek arayanların durumu, âyette örümceğe benzetilmiştir. Örümceğin yuvası ne kadar zayıfsa, Allah’tan başkasının destek ve himayesine güvenenlerin tutamağı da öylesine çürüktür.” diye îzah etti.

Peygamber Efendimiz’in hicret esnasında sığındığı mağaranın giriş kısmına örümceğin ağ yaptığını, müşriklerin bir örümcek ağını bile geçemeyecek kadar düşüncelerinin ve yaşantılarının çürük olduğunu da anlattı.

Daha sonra da üç çeşit okumadan bahsetti.

Birinci olarak; insan kâinâtı okuyabilmeli, yaratılış hikmetleri üzerinde bol bol düşünmeli.

İkinci olarak; insan kendini okumalı; niçin yaratıldığını, nasıl yaratıldığını, nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini düşünmeli ve kendinde, kendi yaratılışında, kulluğun önemini, güzelliğini, gereğini okumalı.

Üçüncü olarak da yüce kitâbımız Kur’ân’ı okumalı, mânâsını derin derin düşünerek okumalı. İşte bu okumalar gerçek okumadır.

Önünüzdeki kitaptan okuyacağınız konu ise okumanın en kolayı ve normal olanıdır.

Velhâsıl ömür boyu unutulmayacak, ibret alınacak, en önemli okuma bunlardır; kâinâtı okuma, kendini okuma ve yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’i okumadır. Daha doğrusu onu anlayıp yaşamadır.

Bütün bunlara kısaca, hayatı okuma diyebiliriz…

Okumak ise öğrenmek, düşünmek ve yaşamak için değil mi?

Ağacın iki dalı arasında futbol topu büyüklüğünde örümcek ağı vardı. Esas dikkat ettikleri görüntü sadece ağ değildi. Ağın üzerine aralıksız bir şekilde sıra sıra dizilmiş çiy damlaları, sabah güneşinin ışığıyla pırıl pırıl inci gibi parlıyordu.

Görüntü o kadar hoş idi ki, her hassas gönül etkilenirdi.