İçtimâî Bünyenin Temel Direği: KİMLİK ŞUURU

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Muhteşem tarihî yapılar; muhteşem mimarların, o eserlerin her bir malzemesini ihtimamla seçip işleyerek, göz nûru yapım teknikleriyle inşâ etmelerinin semeresidir. Geçen yüzlerce, binlerce yıla rağmen solmayan, paha biçilmez mücevherlere nisbet edilebilecek göz kamaştıran parıltılar, bu ihtimamın işaretleridir. Her yapı asırları aşamaz; aşanların esrârı, bu sıra dışı fevkalâdelikte gizlidir.

Her medeniyet; kendi hususiyetlerini yansıtacak, kendi vasıflarıyla donanmış, şahsiyeti bu kimlikle tezâhür etmiş insan tipi ile hayat bulur; onlarla devam eder. Bu keyfiyetin bozulması hâlinde, zevâli mukadder olur. Bu meseleyle alâkalı olarak, şanlı tarihimizdeki Kanunî Sultan Süleyman ile Yahya Efendi Hazretleri arasındaki konuşma ibretâmiz bir örnektir. Osmanlı cihan devletinin en muhteşem bir devrinde Kanunî Sultan Süleyman, sütkardeşi Yahya Efendi Hazretleri’ne bir mektupla; «Bu devletin bir gün zeval bulup bulmayacağını…» sorar. Hazret’in cevabı pek vecizdir:

“–Nemelâzım Sultanım!” Sultan bu cevaba bir mânâ veremeyerek, bizzat yanına gider ve tekrar sorar. Yahya Efendi de bunun üzerine şu îzahatta bulunur:

“–Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyî olsa, işitenler de; «Nemelâzım» deyip uzaklaşsalar; sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa; fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; câhiliyye cemiyetini «asr-ı saâdet»e yükseltirken, bu emsalsiz ruh inkılâbını gerçekleştirmede kimlik şuuru temelinde, şahsiyetin inşâsının en güzel örneklerini vermiştir. Bu sağlam esasa istinâdendir ki; vücut bulan bu muhteşem medeniyet, insanlığa asırlar boyu süren, tarihin bir benzerini daha kaydetmediği bir rahmet iklimini bahşetmiştir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu irşâdı; mevzuun mahiyetine, muhataplarının her birisinin anlayış ve istîdâdına göre farklı tarzlarda tezâhür etmiştir. Dikkat buyurulan ihtimam ve titizlik, fert fert câhiliyye tortularından tamamen kurtulup nev‘i şahsına münhasır İslâm kimliğinin, âidiyet şuurunun kazanılmasına yöneliktir. Bu da ancak «tezkiye», yani nefsini temizleme ve iradenin hâkimiyeti ile mümkündür.

Âlemlere rahmet Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «canlı bir Kur’ân» olarak, O’nunla aynîleşmeyi en büyük saâdet olarak gören ashâb-ı kiram hazerâtının önündeki «en güzel örnek»tir. Bu vaziyette mü’mine düşen; o İlâhî Rehber’in hâlini temessül ederek kemâle ermek; başkalarını örnek alma yerine, onlara örnek olmaktır.

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) hadîs-i şerîfiyle, kimlik şuuruna dikkat çekilerek, hayat tarzı bakımından İslâm cemiyetinin diğer topluluklardan kesin hatlarla ayrılması gerektiğine işaret buyurulmaktadır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tâlim ve terbiyesiyle, «gökteki yıldızlar gibi» kâmil rehber vasfı kazanan ashâb-ı kiram hazerâtı ve onları takip eden mübârek nesiller, «asr-ı saâdet» ikliminin, fevkalâde geniş bir coğrafyaya yayılmasına vasıta olmuşlardır.

Nasıl ki kimlik şuuru, bir medeniyeti ve onu temsil eden cemiyetleri ayakta tutan bir âmilse; «kimlik» buhranı da, onun zevâlinin sebebidir. Günümüzde İslâm âleminin düştüğü zilleti doğuran da bu acı vâkıadır. İslâm coğrafyasının yüz akı sosyoloğu İbn-i Haldun; «Mağlûpların, galipleri taklit ettiği» tesbitinde bulunur. İşte; «haçlı kini ve şuuru» ile toplanıp güçlenen batı karşısında kendisine güveni zaafa uğrayan İslâm âlemi, bu içtimâî vâkıa ile sarsılıp izzetini kaybetti. Düştüğü kimlik buhranının sevkiyle, «batılılaşma» sevdasına kapılarak onu taklide yöneldi. Günümüzde «Stockholm Sendromu» adı verilen bu marîz ruh hâli, «düşmanına bağlanma» olarak tarif ediliyor.

İlmiyle, sanatıyla, edebiyatıyla, tarihiyle, içtimâî yapısıyla muhteşem bir müktesebâtın sahibi olan şanlı bir medeniyetin vârisleri, bugün âdeta kendi değerlerinden utanıyorlar; her şeye «modern câhiliyye»nin merkezi olan batı açısından bakıp, o ölçüyle değerlendiriyorlar. Çeşitli sosyal ve kültürel faaliyetlerde; muhakemenin, «ilerilik ve modernlik» vehmiyle dumûra uğraması sebebiyle, kendi millî tezlerinin değil, batının dünyevî tezlerinin arkasında saf tutuyorlar.

İslâm coğrafyasında kimlik buhranı ile şaşırmış olan, «yetmiş üç fırkanın, ehl-i necat hâricinde olanlar»; birlik ve beraberlik şuuru yozlaşmış vaziyette, ülkelerini tefrika gayyâsına atmışlardır. Kavim ve inanç taassubundan beslenen, sömürgecilerin kuklası olmuş terör hizipleri; hem bu coğrafyayı kan deryâsı hâline getirerek, hem de muazzez dînimizi dünyaya «terör dîni» olarak tanıtarak sömürgecilere hizmet etmektedirler. Halklarının başına geçirilen ceberût idareciler ve diktatörler de; ülkelerine ihânetle, kendilerini getirenlere destek olup, onların kirli emellerine hizmet ediyorlar.

Birtakım kışkırtmalarla irticâ korkusunun körüklenmesi; dinle irtibat kurulabilecek her tasarrufa, batılılar da imdâda çağrılarak direnilmesi ve akamete uğratılmaya çalışılması; maalesef memleketimizin acı bir gerçeği. Tarihe şan veren, mukaddes dâvânın şerefle yürütüldüğü bir mâzîye sahip ülkemizde; daha yakın bir geçmişte, dindar insanların fişlenip zulmedildiği; okullara seçmeli din dersleri konulmasına şiddetle karşı çıkılıp velilerin tahrik edildiği; «zinânın serbest bırakılması» için hükûmete baskı yapmak maksadıyla birtakım kadın derneklerinin ve partilerin sokaklara döküldüğü; nesli korumaya yönelik olarak zaman zaman, batıdaki uygulamalar örnek alınarak gündeme gelen «içkili mekânlara çekidüzen verme» teşebbüslerinin, «feryat figanlarla» akamete uğratıldığı; kadınlar günü vesile edilerek, haklarını savunmak bahanesiyle kadınların yüz kızartıcı pankartlarla nümâyiş yapmaları… bu cümleden zikredilebilecek bazı hâdiseler.

Yeni mîlâdî yıl dolayısıyla, yapılan «yılbaşı kutlamaları» da, dûçâr olduğumuz kimlik buhranının en çarpıcı alâmetlerinden birisidir. İçkinin sel gibi aktığı, müstehcenlik ve gayr-i meşrû davranışların hayâ ve iffet sınırlarını aştığı, her ne alâka ise hindi ve çam katliâmlarının usûlden olduğu… bu çılgınlıklar; hiç bir mâkul gerekçe ile îzah edilemez. Hâlbuki, meseleye akl-ı selîmle yaklaşılırsa; yeni bir yılın başında yapılması gerekenin; her şeyi boş verip kendinden geçmek değil, geçen ve gelen yılın doğru bir muhasebesinin yapılması olduğu anlaşılır.

Sekizinci asırda dikilen Orhun âbidelerinde; Çinlilere kanan devlet adamları örnek verilerek;

“Ey Türk! Titre ve kendine dön!” îkazı yapılır. Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV, eserinde kimliğini kaybetmiş ve beyni yıkanarak düşmanın kuklası olmuş insanı, «mankurt»u işler. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Varlığımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırsınız ya da Allah, katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir…” (Tirmizî, Fiten, 9) buyurur.

İstikbal, ancak kimlik şuuru ile kazanılabilir; kimlik kaybı hem hâlin hem de istikbâlin kaybedilmesidir. Eğitim sistemi, şahsiyetin âidiyet şuuruyla inşâından mes’uldür. İnsan, Allah Teâlâ adına yeryüzünde adâleti tesis etmekle vazifeli olması hasebiyle; bu irade, milletine olduğu kadar, bütün insanlığa karşı da bir mükellefiyettir.