BİR BAŞKA AÇIDAN TESETTÜR

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

«Tesettür; hakkında en fazla konuştuğumuz meselelerimizden biri olduğu hâlde, bu konuyu bir kere daha yazmaya neden ihtiyaç duydun?» diye aklınıza gelmiştir belki. Maalesef son zamanlarda duyduğum üzücü haberler beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. O haberlerden bahsedip sizi de üzmek istemezdim ama tehlikenin farkına varmamız da gerekiyor.

Son zamanlarda gerek iş bulmak ve çalışmak kadınların üzerine bir vecîbe imiş gibi bir anlayış ortaya çıktığı için; gerekse böyle bir sebep bile yokken başını örtmeye direnen veya hattâ -az da olsa- başını açan kız kardeşlerimiz oluyormuş. Maalesef bazı ebeveynler de;

«Kendi isteğiyle örtünsün diye ısrar etmiyoruz.» diyerek bu konuyu hafife alan bir tavır sergiliyorlarmış. İnternette, belki de sahte hesaplar açarak;

«Bak, ben açtım, çok memnunum, sen de aç!» diye gençlerimizi ifsâd eden kişiler zuhur etmiş. O yüzden tesettür konusunun önemini hatırlamakta fayda var.

Evvelâ tesettür ile alâkalı bilgimizi düzeltelim:

Tesettür, Allâh’ın kadın kullarına bir emridir. Bu emri tutmamak, bizzat kadının kendisi için bir isyan ve günahtır.

Zaman zaman vaizlerimizin bile yaptığı bir ifade hatası var;

“–Erkekleri günaha sokmayın!” diyerek sanki günaha giren erkeklermiş, onlar günaha girmesin diye kadınlardan rica ediliyormuş gibi yanlış bir telâkkîye sebep olunuyor.

Hâlbuki; eğer erkekler isteyerek bakmıyor, istemeden gözüne çarpınca bakışlarını indiriyorsa günaha girmezler. Ama yine de bu sıkıntıyı yaşattığı için tesettürsüz kadın, kul hakkına girer.

İsteyerek ve ısrarla bakıp günaha giren erkekler sebebiyle de, ayrıca bir günaha sebep olma günahına da girmiş olur. Ama hiçbir erkek başını kaldırıp bakmasa da kadınlar Allâh’ın emrine itaatsizlik ettikleri için günaha girmiş olurlar. O yüzden tesettürsüzlük hem bizâtihî günahtır, hem de çok katmanlı günahlara girmeye sebeptir. Bu şekilde anlamak lâzım…

İkinci bir mesele de şudur: Dînimizde bazı ameller dînin şiârı olarak farklı bir mânâ kazanır. Meselâ ezan okumanın hükmü nedir? Ezan, müslüman bir memleketin şiârıdır. Halkı müslüman bir memlekette hiç kimse ezan okumazsa, herkes mes’ul olur.

Tesettür de müslüman hanımın ve halkı müslüman olan memleketlerin bir şiârıdır. Bir yerde dînin salâbetini; yani sağlamlığını, aktifliğini, gücünü temsil eden bir işarettir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîs-i şerîfi meşhurdur:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

«Onlardan olmak» ne demek bir düşünelim?

Tesettürsüz olmak, gayr-i müslim ve fâsıka kadınların kılık kıyafetidir. Mahşer günü, insanlar gruplar hâlinde toplanırlar. Her topluluk bir sancak altında, o yolun önderleriyle ve tâbîleri arasına karışmış vaziyette meydana gelirler.

Kâmil mânâda mü’minler; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Livâü’l-Hamd / Hamd sancağı altında toplanıp, her türlü endişeden selâmette olurlar;

“O gün onlara korku ve hüzün yoktur.” (Bkz. el-Bakara, 2/62; Âl-i
İmrân, 3/170; el-A‘râf, 7/35; Fâtır, 35/34) müjdesine nâil olurlar.

Ama kişinin üzerinde mü’min sıfatına gölge düşüren hâller varsa; kâfirlerle, isyankârlarla, günahta ısrar edip tevbe etmeyenlerle bir benzerlik varsa hangi sancak altında olacak?

Âyet-i kerîmede buyuruluyor ki:

“(Mahşer günü); «Ey mücrimler! Siz bugün (mü’minlerden) ayrılın!» (denir).”
(Yâsîn, 59)

O gün insan, îmânı ve birtakım sâlih amelleri, iyilikleri yahut nâil olduğu şefaat sayesinde kurtulacak olsa bile; o bitmek bilmeyen günde kâfir ve fâsıklarla haşrolup, onlardan ayrılamayıp, mü’minlerin arasında olamadığı için çekeceği eziyet bile yeter. Cehennemin homurtuları, korkunç sesleri ve fena kokusu mücrimlerin tarafını kaplamıştır. Hiç içine girmese bile cehennemin korkusu, insanın ödünü patlatmaya yeter.

Şimdi, kızlarımız câhillik sebebiyle ayak diriyorsa bunları kendilerine anlatalım. Biz anlatmazsak nereden bilecekler? Okuldan mı, internetten mi, arkadaş çevresinden mi öğrenecekler?

Elbette bu sadece kadınlarla ilgili bir husus değil; kâfirlere özentili giyim kuşam, âdet ve alışkanlıklar her mü’min için tehlikeli. Bir insan dünyada; kimlerin sayısını, görünürlüğünü, aktifliğini artırdıysa, o gün de onlarla, bir müddet de olsa bir arada kalmanın eziyetini çekecektir.

Camileri boş bırakıp eğlence yerlerini doldurduysa, mü’minlerin yanında saf tutmayıp dünyayı kendine asıl gaye edinenler arasına karışıp gittiyse, mahşer gününde yeri ve durumu biraz karışık olacaktır.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Her kim şu beş vakit namazı eksiksiz kılarsa; namazı, kıyâmet gününde ona bir aydınlık, hakkında delil ve kurtuluş olur.

Her kim de bu beş vakit namazı gereği gibi kılmazsa kıyâmet gününde Kārun’la, Hâmân’la, Firavun’la ve Ubeyy İbn-i Halef’le birlikte haşrolur.” (Müsned, 2/169; Dârimî, 2/301; İbn-i Hibbân, 1448) buyuruyor.

Îmânı olduğu hâlde namazını düzgünce kılmamak bakımından bu kâfirlerle benzer durumda olmak, hesap bitene kadar onların arasında kalıp eziyet çekmeye sebep oluyor. Sonunda îmânı ve iyilikleri sayesinde kurtulacak olsa bile hesap gününün eziyeti yeter.

Bu arada unutmayalım ki mahşer gününe «gün» denilmesi, her şeyin «gün gibi açığa çıkmasına» işarettir. Yoksa süre olarak bizim bu günlerimize benzemez. Âhiret günlerinin bin yıldan uzun bir süre olduğu haber verilmiştir.

O bitmek bilmeyen zaman boyunca Allâh’ın gazap ettiği, yalvarıp yakarmalarını duymak bile istemediği, hiç kimsenin şefaat edemeyeceği, hiçbir meleğin acımayacağı, birbirleriyle lânetleşen, birbirinin azâbının artırılması için bedduâlaşan o kâfirlerle birlikte olmak ne korkunçtur, bir düşünelim.

Hem o gün başka hiç azap görmese, insana hissedeceği mahcubiyet ve pişmanlık acısı bile azap olarak yeter. Mü’min kardeşlerinin arasında olmak varken, ağyârın arasında kalmak… Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ümmetini havzının başına toplarken, onların arasında olamamak…

Meselenin bir başka yönü de var ki, o da her günahın içinden küfre giden bir yol olması. Bu hususta gerçek yaşanmış bir hikâye anlatacağım:

Henüz Kur’ân kursuna devam etmekte olan genç bir kızdım; konu komşuyla fazla bir araya gelme fırsatım yoktu. Ancak Ramazan aylarında, hanımların kendi aralarında toplanıp okudukları mukabeleye iştirak ederdim. Bu mukabele toplantıları bana, aynı apartmanda oturduğumuz hâlde hayat tarzlarımız farklı olduğundan, pek sık görüşemediğimiz hanımlarla sohbet etme imkânı sağlardı.

«İnsan dilinin altında gizlidir.» derler ya; hanımlarla sohbet ettikçe fark ederdim ki çoğu, dış görünüşlerinden umulmayacak kadar «inanmış» insanlardı. Ancak içinde bulundukları cemiyet hayatının rengine bürünmekten kendilerini alamıyorlardı. Bilhassa apartmanımıza yeni taşınmış bir hanımın kişiliği ve hayat hikâyesinde bu vaziyet açıkça görülüyordu.

Bu hanım, dindar bir annenin kızıymış. Babasını erken yaşta kaybetmiş. Varlıklı bir aile talip olunca onların evinde maddî imkânlara kavuşmuştu. Ama bu ailenin dînî hassâsiyeti yoktu.

Bu hanım; İslâmî konularda konuşulduğu zaman ilgi gösteren, inançlı ve hisli bir insandı. Fakat evlendikten sonra; kocasının iş arkadaşları ve aile çevresi ile bir araya geldiği zaman da onlara uyum gösteriyordu. Kocasının variyetli bir adam olmasının etkisiyle deniz kenarında yazlık evleri vardı. Yaz boyunca, oradaki hayat tarzına ayak uyduruyordu. Belli ki îmânı vardı ama âhiret hazırlığını sürekli ihtiyarlık zamanına erteliyordu.

Ancak ne yazık ki ömür sermayemiz bize her zaman ertelediğimiz hazırlığı yapma fırsatı vermiyor. Hele bir de ömrün son kısmı hastalıklarla geçerse kişinin o ruh hâliyle, hiç alışkın olmadığı amellere yönelmesi o kadar da kolay değil…

İşte, bu hanımın başına gelen tam da böyle bir musîbetti. Kolunun altında bir kitle fark edince biyopsi yaptırmış ve aldığı haberle birden dünyası kararmıştı. Bundan sonraki dokuz yıllık hayatı, eziyetli tedavilerle geçti.

Ben kitaplarda yeis, yani «ümitsizlik» kelimesini okurdum ama henüz tam mânâsıyla anlayamamıştım. Onun hâli bana, ümitsizliğin nasıl bir felâket olduğunu anlattı. Esasen kalbi son derece yumuşak bir insan olmasına rağmen, birden tuhaf bir katılık gelmişti üstüne. Galiba bunun en büyük sebebi, ânîden yüzleştiği «suçluluk duygusu» ile ümitsizlik girdabına düşmesiydi.

Kendisini ziyarete gittiğim zaman bana oldukça soğuk davranmıştı. Ayrılmama yakın;

“–Biliyorum, bunlar hep başıma günahlarımdan dolayı geliyor değil mi? Annem bana kızardı, günah işliyorsun diye, ama onu dinlemezdim. Hep o yüzden oldu…” dedi.

Ümitsizliğe kapılıp iyice isyana doğru savrulduğunu hissedince, biraz ümit aşılamak istedim:

“–Neden öyle söylüyorsun. Hastalık dindar kişilerin de başına geliyor. Hem Allâh’ın kuluna ceza vermek için ne acelesi var? Hepimizin iri ufak hatalarımız var, hastalık veya dertler olsa olsa uyarıdır.” dedim.

–Senin için söylemesi kolay; ufak tefek günahın olsa hemen tövbe eder, Allah ile aranı düzeltirsin. Ama ben arayı bozdum bir kere… Bile bile yaptım ben…

İnsanın hataya düştüğü zaman, kalbi katılaşmadan önce hemen dönüp tövbe etmesi ne kadar önemliymiş meğerse… Günahların üst üste birikmesi insanı böyle kahredici bir ümitsizliğe sürüklüyordu demek ki.

Sonra bu hanımın ölüm korkusuyla isyana varan sözler söylediğini duydum, çok üzüldüm.

Pişman olmak kolay zannediyoruz ama hiç de öyle değilmiş. Ölüm gerçeği, insanın duygularını bozuyor. Eğer insan ölümü çok hatırlar, çok hazırlanır, ünsiyet kurarsa, dünya hayatını nefse zor gelen amellerle, kısıtlamalarla acılaştırırsa bu acı daha hafif olabilir.

Dünya hayatının zevklerine karşı çekingen olup ibâdetlerine ağırlık veren bir müslüman; dünya hayatını bir vazife tadında yaşadığı için ölümü de bir nevî emeklilik ve terhis gibi görebilir. Hattâ artık zahmetin biteceği ve mükâfâta kavuşacağı hissi ona sürur dahî verebilir. Hele hele Hak âşıkları için ölüm; bir «şeb-i arûs» yani sevgiliye kavuşma günüdür.

Ama gördüm ki, dünya hayatını sınırsızca lezzetler içinde yaşayan kişiler ise dünyadan ayrılmak istemiyor; ölümden nefret ediyor. Kendi hayatını ve tercihlerini gayet iyi bildiği için, öte âleme dair hisleri gayet kötü oluyor ve bir türlü ümit duyması mümkün olmuyor. Allâh’a kavuşmaya istek duymak şöyle dursun; neredeyse kendisini öldürdüğü için Allâh’a karşı son derece menfî hisler duyuyor.

Allah korkusuyla, kısıtlamalarla dünya lezzetlerinden uzak kalmak, vazifelerle hayatın tadını acılaştırmak, meğerse ölüm korkusu ve ümitsizlik hastalığına karşı ne kadar faydalı bir ilâçmış!

Bu hâli görünce, dedemin nasihati aklıma geliyor. Kendisi; rahmetli Bozkırlı Mustafa Hocaefendi’den dinlediği nasihati aktarırken, işaret ve orta parmaklarını bitiştirerek şöyle derdi:

“–Mü’minin kalbinde ümitle korku, şu iki parmak gibi başa baş olmalıymış. Kişi ne ümitsizliğe yuvarlanacak ne de korkusuzca günah işleyecek. Bilhassa ömrün ilk yarısında, gençlik hisleri zamanında korku şu orta parmak gibi fazla olmalı ki insanı günahlardan alıkoysun. Ömrün son zamanında ise şeytan ümitsizlik vererek aldatmasın diye, ümit korkuyu geçmeliymiş.”

İnsan günahın zevkine alıştıkça, dünya lezzetleri ve başarıları nefsânî tarafını kuvvetlendirdikçe; âhireti bir masal gibi dinlemeye başlıyor. Bir yandan da âhireti hatırlamak hep bir suçluluk duygusu verdiği için, kasten hatırlamak istemiyor. Sonunda da tevbe etmekten bile ümidini kesebiliyor.

O yüzden son nefesimizi îmân üzere vermenin endişesini taşımalı ve hiçbir günahı küçük görmemeliyiz. Rabbimiz’in merhameti engindir, affı çoktur ama ya biz tevbe edemeyecek kadar katılaşırsak? Bunu da göz önünde bulundurmalıyız.

Başta kendim olmak üzere bütün anne-babalara diyeceğim şudur ki, âyet-i kerîmelerde;

“Mal ve evlât fitnedir…” (Bkz. el-Enfâl, 8/28; et-Teğâbün, 64/15) ifadesinin asıl mânâsı, işte bu anlarda ortaya çıkar. Onlar bizim îmânımızı, samimiyetimizi deneyen zorlu imtihanlardır. Eğer kalbimizde îman varsa nasıl onların âhireti hususunda çırpınırcasına gayret göstermeyiz?

Onları dünyevî bir ateşin içinde görsek, dehşet içinde onları oradan çıkarmak için elimizden geleni yapmaz mıyız? Feryat figan edip, herkesi yardıma çağırmaz mıyız?

Eğer böyle hararetli, böyle endişeli, gözleri yaşlı, gönlü yanık bir şekilde;

“–Aman yavrum sen ne diyorsun?” diye çırpınsak bu onlara tesir etmez mi sanıyoruz?