Günümüzle Mukayeselerle ŞEHZÂDE KATLİ MESELESİ
Asım UÇAROK
“Ve her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser-i ulemâ dahî tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar.”
«Fatih Kanunnâmesi»nde geçen bu satırlar; zaferlerle, muvaffakiyetlerle, eserlerle dolu Osmanlı tarihinin en çok tartışılan meselelerinden birine işaret eder.
Bizi kim idare etmeli? Bir şehri, bir ülkeyi veya dünyayı? Talip çok ise; hangisi, hangi hakla bu salâhiyeti elinde tutacak, sonrasında onu elinden almak isteyenlere nasıl mukabelede bulunacak?
Bu suâlin cevabını vermek ne geçmişte kolay idi, ne de bugün…
Cumhuriyet veya demokrasi usûllerinin de meseleyi ne kadar çözdüğü tartışmalıdır. İşte 1946’dan beri devam eden çok partili cumhuriyetimizde yaşananlara bir bakalım:
•Başarılı ve başarısız darbeler,
•İdam edilen bakanlar ve bir başbakan,
•Kapatılan partiler, yasaklanan, vatandaşlıktan çıkarılan veya sürgün edilen siyâsîler,
•Fâil-i meçhul birçok cinayet,
•Aralarında cumhurbaşkanlarının dahî bulunduğu şüpheli ölümler ve kazalar…
Hukuk, bir insanın öldürülmesine çok zor hükmedebilir. Hele bir insanın hayatını, bütün insanlığın hayâtiyetiyle müsâvî gören İslâmiyet, elbette insan hayatına büyük ehemmiyet verir.
Fakat bu riyâset mücadelesi;
“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!” atasözündeki eski ve yeni mânâyla iç içedir.
“Yani başa güreşen kişiler, başlarını kaybetme ihtimalini göz ardı etmezler.”
“Devlet otoritesi olmazsa, çok fazla kan akar.”
Bu sebeple tehlikeli anlarda, otoriteyi korumak için olağanüstü kanunlar devreye girer. Savaş zamanlarında, örfî idareye geçilir. En son 15 Temmuz akabinde gördüğümüz gibi, OHAL ilân edilebilir.
Kardeş katli meselesini günümüzde, en iyi anlamamıza sebep ise, terörle mücadele olmuştur. Normal hukuk sistemlerindeki;
“Muhakeme edilmeden infaz olmaz.”,
“Kişi, aksi ispatlanıncaya kadar suçsuzdur.”,
“Şüphe maznunun lehine değerlendirilir.” gibi prensipler, terörle mücadelede çoğu kez mecburen ihlâl edilmektedir.
Buna bizzat teröristler sebebiyet vermiştir. Çünkü terör faaliyetlerinde; daima sivillerin hayatları hiçe sayılmış, hattâ sivillerin imkânları bir kalkan ve siper gibi kullanılmış, sonunda da, teröre kalkışanlar, normal insanların hak sahibi olabileceği haklardan yararlanamaz hâle düşmüştür.
Geçmişe, saltanat / monarşi sistemine uzandığımızda, bir şehzâde olmak, tahtın muhtemel bir vârisi olmak demekti. Meşrû sultanın başına bir şey gelirse, yerine şehzâdelerden biri geçecekti.
Osmanlı’dan önce; «ülüş sistemi»yle, topraklar bölünmüş, devletler şehzâdeler arasında pay edilmişti. Fakat bu sistemden, çınar gibi uzun bir hâkimiyet hedefleyen Osmanlı’da vazgeçildi. Çünkü ülkeler bölünürse; komşu devletler yine birbiriyle çekişiyor, yine kardeşlerin mücadelesinde, dindaş ve soydaş insanlar kırılıyordu.
Fatih’in Kanunnâmesi; aslında, kendisinden 1,5 asır önce verilmiş bu kararın zapta geçirilmesinden ve tatbikatta tereddüde mahal verilmemesini sağlamaktan ibaretti.
Bu kanunnâme maddesi, aslında;
“Şehzâdelerden biri, padişah olunca, otomatik olarak, kardeşlerini katletsin!” mânâsına gelmiyordu. Eğer böyle olsa, meselâ Yavuz, Şehzade Korkut’u Manisa’ya vali tayin etmezdi.
Fakat bunu böyle hiçbir suç tahakkuk veya teşebbüs merhalesine girmediği hâlde tatbik edenler oldu. III. Murad’ın tahta geçtiğinde, 15 kardeşini katlettirmesi, gönülleri dilhûn eden bir uygulama oldu. Zaten devamında da bu tatbik edilemedi.
Metinde geçen «nizâm-ı âlem için» ifadesi, âlemin nizâmı önünde bir tehdit varsa, mânâsındadır. «Lâzımdır veya vâcibdir.» yerine münasiptir ifadesinin kullanılması da, meseleyi; tatbikatı yapacak padişahın durum değerlendirmesine bıraktığını göstermektedir.
Bir batılı seyyahın şu satırları, saltanat sisteminde şehzâde olmanın nasıl istismâr edilen bir kuvvet olduğunu gözlerimizin önüne sermektedir:
“…padişahın hayatta bir kardeşi varsa, bu askerlerin padişahtan istekleri hiç sona ermez. Diledikleri şey kabul edilmezse; «Allah kardeşini eksik etmesin!» diye bağrışırlar. Bu, onu tahta getirmek istediklerini anlatmak içindir.”
Paşalar, vezirler ve vâlideler de; bir padişahı indirip, yerine kardeşi veya evlâdını geçirmeye heveslenenler arasındadır.
Bu taht mücadelesi öyle çirkinleşirdi ki; kardeşini devirmek isteyen şehzâdelerin, yabancı devletlerle işbirliğine girmesi vakâ-yı âdiyeden idi. Bizans’ın, Papalığın, İran’ın ve Rodos şövalyelerinin bu yola tevessülleri meşhurdu.
Günümüz dünyasında, şeklen cumhuriyetle idare edilen nice ülkede, demokrasinin ne kadar yavaş ve zor geliştiği, halkın iradesine; asker, bürokrasi, oligarşi gibi vesâyetlerin konulduğu malûmdur. Yani aslında iktidar mücadelesinde ruh aynı kalmış, sadece şekiller değişmiştir.
Günümüzde de iktidar mücadelesinde; muhalefetteki bazı güçler dünyadaki siyâsî kamplaşmalara istinâd etmek isteyebilmekte, bunlar ülkelerin iç kamuoylarında hıyânet ve ihânet olarak görülmektedir.
Böyle bir atmosferde, alınan şehzâde katli kararları üçe ayrılır:
1. Kesin bir şekilde, meşrû otoriteye karşı ayaklanma suçuna girişenler. Bunlar şehzâde olsunlar, olmasınlar; günümüzdeki teröristlere yapıldığı gibi, cezalandırılmışlardır. Bu zaten şer‘î bir emirdir. Bağy suçunu işleyenlerle alâkalı âyetlerin tatbikatıdır, yani «Had» cezasıdır.
2. Ayaklanma işaretlerinin belirmesi üzerine; isyan suçunun tahakkuk etmesinin beklenmeyip, derhâl müdahale edildiği durumlar. Bunlarda, suçun teşebbüs hâlindeyken engellenmesi mantığı vardır. Fatih’in kanunnâmeyle düzenlemeye çalıştığı saha budur.
İslâm hukukunda; tâzir cezası, siyâseten katl olarak adlandırılmıştır. Birçok küllî kaide; mecburiyet hâlinde iki şerden ehven olanını seçmeye, umumun zararını def için, hususî zararı tercih etmeye izin vermektedir.
Mutlakiyet sisteminde güçler ayrılığı yoktur. Dolayısıyla, padişah aynı zamanda en büyük hâkimdir. Bir hamle sonrasında padişah olabilecek bir şahsı, herhangi bir hâkim yargılayamaz.
Günümüzde de bakanlar, ancak meclis kararıyla, yüce dîvanda yani Anayasa Mahkemesi’nde muhakeme edilebilirler ki örneği pek nâdirdir.
Bu kararı alanların elinde ne gibi raporlar, nasıl malûmatlar vardı? Bunlar müzevirlerce uydurulmuş iftiralar mıydı, yoksa hakikî bilgiler miydi? Bunları bilemiyoruz.
Devlet başkanı makamındaki kişiye, tâzir cezası verme salâhiyeti verilmiştir. Uygulama hukukîdir.
Günümüzde de bütün devletlerde tahsîsât-ı mestûre (örtülü ödenek), istihbarat teşkilâtları ve casusluk gibi her şeyiyle hukukî olmayan ve kamuoyuna açıklanmayan yapıların bulunduğunu biliyoruz.
3. İsyana hiçbir teşebbüs olmadığı hâlde, tamamen tedbir maksadıyla ortadan kaldırmak.
Bu son maddeye şer‘an cevaz vermek mümkün görünmemektedir. Fatih Kanunnâmesi de aslında, «nizâm-ı âlem için» kaydını koyarak, toplum düzenini haleldar etmedikçe, bu katle izin vermemektedir. Fakat hukuk ifadesiyle, tarihteki bazı uygulamalarda kanun zorlanmıştır.
Öteden beri, bu üçüncü gruba bir misal olarak, Fatih Sultan Mehmed Han’ın da kendi kardeşini, daha bebekken öldürdüğü ileri sürülmüştür.
Hâlbuki, üzerinde ittifak edilen bir vâkıa değildir.
Zira Kantemir gibi yabancı tarihçiler dahî, II. Murad vefat ettiğinde Şehzâde Mehmed dışındaki bütün evlâtlarının vefat ettiğini ve bu arada Şehzâde Ahmed’in de Amasya’da vali bulunduğu sırada öldüğünü yazmaktadır ki, bu ihtimalin doğru olması hâlinde, henüz bebek iken öldürülme iddiaları da ortadan kalkar. Namık Kemal de, şehzâde Ahmed’in katledildiği iddiasını sadece bir iftiradan ibaret görmektedir.
Bazı kaynaklar ise; hâdiseyi doğrulamakla beraber, Şehzâde Ahmed’i haksız olarak katledenin Evrenoszâde Ali Bey olduğunu ve bu sebeple Fatih tarafından idam ettirildiğini kaydetmektedirler. (Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ – Doç. Dr. Said ÖZTÜRK, Bilinmeyen Osmanlı, s. 80-89)
Sultan Ahmed’den sonra, her türüyle, bu uygulama sona ermiştir. Fakat yine, yeniçeriler veya devrin zorbaları tarafından katledilen, Genç Osman, Sultan Abdülaziz gibi cinayetlerin önüne geçilememiştir. Şehzâdeler ölmemiş fakat, sarayda âdeta mahpus tutulmuş, bunun neticesinde de tahta yaşlı, dirâyetsiz ve tecrübesiz padişahlar geçebilmiştir. Şehzâdeler arasında dirâyet mücadelesi sona ermiş; fakat, vâlide sultanlar, harem ağaları, yeniçeri ağaları ve son dönemde de paşalar ve klikler arasındaki güç mücadelesi devam etmiştir.
Ecdâdımızın tatbikatlarına, devrin zaruretleri ışığında bakmak mecburiyetindeyiz. Onları peygamberler gibi tamamen mâsum göremeyiz. Fakat büsbütün, hukuksuz, vicdansız ve egoist görmek de asla kabul edilemez. «Şer‘ân kabul edilemez» dediğimiz üçüncü maddeye ait tatbikatların dahî, umumu zarardan korumaya hizmet etmek için, bir fedâkârlık duygusuyla gerçekleştirilmiş olduğunu söylemek, safdillik değildir.
KAYNAKLAR
1. Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ – Doç. Dr. Said ÖZTÜRK, Bilinmeyen Osmanlı.
2. Ekrem Buğra EKİNCİ, Osmanlı Hukukunda Kardeş Katli Meselesi.
3. Kadir MISIROĞLU, Osmanlı Tarihi.