KOŞAN ADAM…
Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com
O; mahallede, Garip Dede diye bilinirdi. İstanbul Kasımpaşa taraflarında yaşardı. Garip Dede’nin garipliklerinden dolayı ona bu isim verilmişti. Hiç ummadığınız bir anda kapı çalar;
“–Çöpünüz varsa alabilir miyim?” derdi. Aldığı çöpün içini önce güzelce çöpe boşaltır. Yenecek yemek artıkları varsa, yine güzelce kendi getirdiği kaba kor ve köpeklere, kedilere verirdi.
Yine gelir;
“–Atılacak eşyanız var mı, ben atayım!” der ve sizin atmak istediğiniz ikinci el eşyaları alır, götürür, çöpe atmaz, kullanılacak durumda ise mutlaka ihtiyacı olan birine verirdi. Eşya, kırılacak ağaç ise onları kırar; ya soba yakanlara verir ya da odun fırınına götürür;
“–Sen bunları yak, bana da ekmek ver!” derdi.
Fazlaca konuşmayı sevmezdi. Para da istemezdi. Eğer siz; o görmeden cebine atarsanız o zaman bir şey demez, ya kendi kullanır ya da yine ihtiyaç sahiplerine verirdi.
Garip Dede yine bir gün koşarak gidiyordu. Sanırsınız ya biri kovalıyor ya da bir yere yetişecek; o kadar hızlı gidiyor ve elinde de bir tepsi var, üzeri örtülü bir tabak taşıyor. Tam koşarken karşısından gelen, mahallenin varlıklı ailelerinden iş adamı Remzi Bey ile karşılaştılar. Daha doğrusu karşılaştılar mı, o mu karşılaşmak istedi o ayrı bir konu. Garip Dede, Remzi Beyi karşısında görünce birden zınk diye durdu ve sordu:
“–Koşuyorum, koşuyorum yetişemedim. Sen yetiştin mi bari?”
Remzi Bey, Garip Dede’nin bu sözüne bir anlam veremedi:
“–Neye Garip Dede? Neye yetişemedim mi?”
“–Evlâdım! Her kime sorsam;
«–Nasılsın?» diye;
«–İşte koşturuyoruz Garip Dede!» diyorlar.
«–İşlerin nasıl?» diyorum;
«–Koşturuyoruz!» diyorlar.
«–Hayatın nasıl gidiyor?» diyorum;
«–Koşturmaca…» diyorlar. Ailesini soruyorum;
«–Çoluğun çocuğun nasıl?» diyorum;
«–Koşturup duruyorlar!» diyorlar. Allah Allah! Demek ki koşturmak iyi bir şey öyleyse ben de koşayım, dedim. Yetmiş dokuz yaşındayım ve bu yaşıma kadar koşturmadım. Bir de koşturayım, dedim. Şu sokaktan bir koştum. Esnafa selâm veremedim, köpeklerin rızkını dağıtamadım. Koşturma telâşından Allâh’ı zikredemedim. Etrafa güzel, huzurlu bir nefes alıp veremedim. Kısaca, koşturmakta bir fayda göremedim. Huzurlu ânımı yaşayamadım. Sen yılların tüccarısın. Yıllardır koşturuyorsun. Sana soruyorum:
«–Sen bu hayatın boyunca koşturmada ne buldun? Koşarken hayatı da aynı anda nasıl yapabildin? Allah aşkına şu işin sırrını da bana da söylesene. Bu yaşıma geldim ben bulamadım. Ne olur bu sırrı bana söyle!»”
Remzi Bey, verilen mesajı anlamıştı. Evet, yıllardır o ülke senin bu ülke benim koşturup durdu. Ünlü ve başarılı bir tüccardı. Ama ne çocuklarının büyüdüğünü görebildi. Ne annesinin cenâzesine yetişebildi. Ne de dostlarının mutlu gününde yanında olabildi. Ya çelenk gönderdi, ya; «Katılamayacağım!» diye tebrik telgrafı gönderdi. Ya da şoförüyle hediyeler gönderdi. Ama hiçbir zaman ânı yaşayamadı. İşte bunu hatırlatmıştı Garip Dede. Ve o gün niyet etti, önce duâ ile başladı işe:
“–Allâh’ım! Ne olur ânı yaşayabilmem için bana yardım et, yol göster!”
Kısaca:
Vaktin oğlu mânâsına gelen «ibnü’l-vakt»; tasavvufta, sûfînin her vakit, içinde bulunduğu zamana en uygun düşen ibâdet ve amelle meşgul olması anlamında kullanılmaktadır.
Ânın yaşanması demek;
“O, her gün bir şe’ndedir.” (er-Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesinin yorumundan ibarettir. Buna göre vakit, tıpkı mekân gibi Hakk’ın sürekli tecellîlerini taşıyan bir mazhar ve tecelligâhtır. İnsana düşen vazife, her anda gerçekleşen bu tecellîleri idrâk etmektir.
“O; ölümü ve hayatı, amel/davranış bakımından hanginizin daha güzel olacağını imtihan etmek için yarattı.” (el-Mülk, 67/2) âyetiyle de ömrümüzü iyi kullanmamızı tavsiye ediyor.
“Hâlbuki sizin üzerinizde elbette (yaptıklarınızı) hıfzeden, şerefli kâtipler vardır (ki), onlar yaptıklarınızı bilirler.” (el-İnfitâr, 10-11-12)