DÜNYA-ÂHİRET İÇ İÇE

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Son asırlarda gündemimizden hiç düşmeyen dînî ve îmânî meselelerimiz, siyâsî ve içtimâî dertlerimizden ayrı değildir. Onların perde arkasında birbirleriyle ciddî irtibatlarının bulunduğunu söyleyebiliriz.

Dünya ve âhiret dengesi mevzuu; sadece nasslar, öğütler ve hayat tarzı çizgisi içinde tartışılmaz. Mevzu hakkında konuşan veya yazanlar, müslümanların son asırlarda yaşadıkları «geri kalmışlık» psikolojisinin tesiri altındadırlar. Bu sebeple; âhiret lehine dünya aleyhine kuracakları cümlelerin, bu geri kalmışlığa katkıda bulunacağı gibi bir endişeyle hareket ederler. Bu sebeple; «Dünyayı da ihmal etmemek lâzım…» kabîlinden cümlelerle mevzuya îtidal ile yaklaşma ihtiyacı hissederler.

Şunu kesinkes söylemeliyiz ki; ümmetçe geri kaldıysak, bu, âhirete fazla(!) hazırlanmamız yüzünden olmadı!.. Bilâkis, dünyamıza da âhiret hazırlığımıza da yansıyan bir tembellik yüzünden oldu. Dünyada da âhirette de geçer akçe olan; doğruluğu terk ettiğimiz, güzel ahlâkı ve şahsiyeti bıraktığımız için oldu.

ÂHİRETİ TERCİH YİNE DÜNYADA

“Dünyayı seviyor ve onu âhirete tercih ediyorsunuz!”, “Sakın ha dünya hayatı sizi aldatmasın!” ve benzeri îkazlar, mü’minleri intihara davet değildir!..

Ekserisi ABD’de olmak üzere, birçok bâtıl ve dar çerçeveli sözde tarîkat (sect); müntesiplerini topluca intihar ettirerek, öbür dünyada bir yerlere yani sahte cennetlere götürmeye çalışmıştı. Kimine göre bu intiharları kıyâmeti tetikleyecekti, kimilerine göre topluca Sirius yıldızına yolculuk yapacaklardı.(!)

Yine ABD’de Mormonlar denilen, teknolojiyi reddederek, 100-150 sene evvelin imkânlarıyla yaşamayı, dînin bir gereği gibi gören bir grup da var.

Hayır; İslâmiyet’in âhireti üstün tutma emri, dünyayı veya teknolojiyi terk etmek mânâsına gelmiyor.

Hattâ müslümanların ekseriyetle zayıf, fakir ve kölelerden meydana geldiği, zulüm ve işkenceler altında horlandıkları Mekke günlerinde inen bazı sûrelerde; Hazret-i Dâvud ve Süleyman devrinin ihtişamlı zamanlarının zikredilmesi, arzın sâlihlere mîras olacağının hatırlatılması; mü’minleri, bu yokluk psikolojisinden çıkarmaya mâtuftur diye düşünülebilir. Yani sanki şöyle söylenmektedir:

“Müslümansınız diye, hep gariplik çekmeyeceksiniz. Gün gelecek arzın anahtarları sizin önünüze serilecek!.. Nitekim geçmişte de böyle zamanlar yaşanmıştı.”

Yapılan bazı akademik çalışmalar; İslâm’ın ilk asırlarındaki İsrâiliyat rivâyetlerinin, husûsen hıristiyan menşeli olanlarının, dünyayı reddetmek mânâsındaki bir zühdü fazlaca öne çıkardığını gösteriyor. Evlenmeyi, çoluk çocuğa karışmayı bile, insanı dünyaya bağlayacak bir «belâ» gibi gösteren ve âhirzamanda pek de iyi bir şey olmadığını iddia eden bir anlayış. Bu düşüncenin ilk dönemlerdeki bazı zâhidlerde tesir icrâ ettiğini de söylemek durumundayız.

Fakat diğer yandan, mutasavvıfların çoğu; asıl meselenin dünyayı tamamen reddetmek olmadığının da farkında olmuş, bu hakikati daima dile getirmişlerdir.

Çünkü;

İslâm’ın âhiret mesajı, yol ayrımlarıyla alâkalı. Bir yol dünyayı, bir yol âhireti göstermiyor bu yol ayrımlarında. Bir yol dünya menfaatini, bir yol âhiret faydasını gösteriyor. Fakat iki yol da dünyada. İki tercih de dünyada yaşanıyor. Fakat biri; dünyevî rahatlık, konfor ihtivâ ediyor. Diğeri ise; biraz meşakkat, sabır ve zahmet barındırıyor. İşte âhireti seçmek, âhirette faydalı olacak yolu seçmek oluyor ki bu yol da dünyada.

Bu mühim bir nokta. Çünkü âhireti seçenler de dünya ömürlerini, yazılan ecele kadar yaşıyorlar. Belki biraz rahattan mahrum oluyor, fakat huzuru elde ediyorlar. Belki biraz meşakkat çekiyor, fakat uhrevî istikbal adına daha ümitvar olabiliyorlar.

O yol ayrımlarında; bazen âhiret faydasını gösteren yolda, dünyanın îmârı mevcut olabilir. Fakat dünya menfaatini gösteren yolda, dünyanın da tahribi var olabilir.

Meselâ, yaptığın işi; bozuk, eksik, hakkını vermeden yapmak, dünya yolu. Fakat o işi; düzgün, sağlam, hakkını vererek yapmak, âhiret yolu. Bu gibi durumlarda, âhireti seçmek dünyayı ihmal değil, bilâkis îmâr olmakta.

Mimar Sinan; nice depremlerden sağ sâlim çıkan o muhteşem âbidelerini, âhireti seçerek mükemmel ve sağlam yaptı. Fakat günümüzdeki depremlerde kâğıt kuleler gibi yıkılan binaları yapan müteahhitler, dünya menfaatini seçenlerdi.

Namaz ve oruç gibi ibâdetlerle, riyâzat ve mücâhede gibi tasavvufî usûllerde dahî dünyevî hikmet ve faydaları müşâhede etmez miyiz? İnsanın sağlığını korur, vaktini disipline eder, vücudunu dinlendirir vs. Asıl maksat uhrevîdir; fakat bu tamamen dünya dışı, uhrevî faaliyetlerde dahî dünya hayatına bir huzur ve selâmet verme şeklinde bir şer‘î hikmet de mevcuttur.

Dünya yerine âhireti seçmek emri; aynı zamanda insanın korumak istediği değerlerin teâruz ettiği, karşı karşıya geldiği yerlerde de devreye girer.

ŞEHÂDET

Meselâ; vatanı korumak, cihâd etmek vazifeleri «dîni muhafaza» emrine mâtuftur. Fakat harbin tabiatında canı koruyamamak, yani şehâdet de vardır. Şehâdet de samimî bir mü’min için can atılan, cana minnet bilinen bir ikramdır. Elhamdülillâh milletimizde her şeye rağmen devam eden bu şehâdet aşkını, dünyayı bırakıp âhireti tercih etmek şuuruna borçluyuz.

Yahya Kemal, Mohaç Türküsü’nde, en büyük dünyevî zaferimizin sırrını söyler:

Dünyâya vedâ ettik, atıldık doludizgin…

CÖMERTLİK

Eğer, dünya ve içindekiler değerliyse, herkes onu her ne pahasında olursa olsun elinde tutmaya çalışır. Kapitalist dünyada yaşanan bu değil midir? İslâmiyet ise, bir mü’minin ancak infâk ettiğine gerçek mânâda sahip olduğu şuurunu aşılar. Çünkü dünyada mal emânettir, samimiyetle infâk edenlere, Allah Teâlâ karşılığını verecektir. Paranın dünyada kolayca para kazandırmasına (fâize) karşı çıkan İslâm; âhiret için fedâ edilen, yani Allah yolunda infâk edilen dünyalıkların âhirette kat kat geri ödeneceğini bildirir. Fâiz ile sadakanın yan yana zikri câlib-i dikkattir:

“Allah fâizi tüketir (fâiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir.” (el-Bakara, 276)

Bu tüketiş hem dünyadadır, hem âhirette. Bu bereket de hem dünyadadır, hem âhirette. İster ferdî olarak, ister toplumdaki neticeleri bakımından olsun, durum değişmez.

Denilmiştir ki:

“Mevcudu vermemek, Mâbûd’a karşı sû-i zan olur.”

Yani saklamak cimriliktir. Cimrilik de tevekkülsüzlüktür.

Günümüzde; normal emeklilik yetmez, bir de ferdî emekli ol, o da yetmez, birkaç da dairen filân olsun ki kira gelirin de bulunsun, telkinleri var. Yani dünyaya, yaşlılık yılları için yatırım.

Böyle dünya hususunda aşırı temkinli, güvenlik arayışı içinde bir anlayış elbette infâkı daraltır. Herkesi kendi derdine düşürür. Yardımlaşmayı azaltır. Çünkü uhrevî yatırımlara bir türlü sıra gelmez.

Dünyayı terk ve âhireti tercih emri olmasa; hangi sâik bunca sâhib-i hayrâta, bu vakıf âbidelerini inşâ ettirebilirdi?

RIZÂ / ŞÜKÜR / GÖNÜL TATMİNİ

Dünyayı önemsememe ve âhireti dert edinme telkinlerinin belki en mühim faydası, psikolojiktir. Dünyadaki rızık paylaşımı ve dağılımı, imtihana mebnîdir. Eğer dünyayı çok önemser, fakat bir türlü onda muvaffak olamaz, tutunamayanlardan olursanız; bunun psikolojik rahatsızlıkları olur. Tatminsizlikler, depresif duygular, kıskançlık, öfke, gerginlik gibi ahlâkî bozukluklara da yol açar. Şükür ve sabır ise, âhiretin daha iyi olacağına dair müjdeler ihtivâ eder. Gönül huzuruna vesile olur.

Dünyadaki dalgalı paylaşım; yani açların, fakirlerin ve muzdariplerin varlığı, her zaman hassas vicdanlar için ızdırap sebebidir. Onlar, bir üşüyen varsa ısınamaz ve her zaman bir üşüyen vardır. Onlar, komşu aç iken tok yatamaz ve her zaman aç bir komşu vardır. Öyleyse dünyada «şanslı rahatlar» arasında olmaya çalışmakta, asla kalp huzuru yoktur. Her infak, bu noktada vicdanı serinleten bir avuç sudur.

Dünyaya karşı mühim îkazlar vardır. Çünkü o aldatıcıdır.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Dünya ve âhiret, terazinin iki kefesi, doğu ve batı ve iki kuma gibidirler. Birini râzı etsen, diğerini kızdırırsın.”

Hulâsa edersek;

Dünya ve âhiret çekişmesi, yine dünyada yaşanır. Uhrevî tercih de dünyada yaşanır. Uhrevî tercih; dünyayı illâ yıkmaz, çürütmez, fakirleştirmez, hattâ daha ziyade bereketlendirir, mâmur eder, huzura gark eder. Fakat bencilce değil, hep beraber, kardeşçe bir îmardır bu. Rakamlara ve hesaplara değil, mânevî makamlara ve hasbîliğe dayanan bir refahtır bu.

Dünyasını da âhiretini de böyle îmâr edebilenlere ne mutlu!..