Tasavvuf Rûhuyla Mezcolmuş ANADOLU DERVİŞİNİN RÛHU

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Baktılar:

Tarihin en işlek koridoru olan Anadolu’da insanlar imdat bekliyor, hidâyet bekliyor, rahmet bekliyor.

Koştular:

İlmek ilmek işlediler gönülleri. Kâh Mevlânâ olup dimağları yoğurdular, kâh Yûnus Emre olup aşk ile pişirdiler bu toprakların insanlarını. Kâh Akşemseddin ve Fatih olup müjde-i Peygamber’i gerçekleştirdiler. Çağ kapatıp çağlar açtılar. Çığları yendiler, çığırlar açtılar. Kâh Ebussuud olup ilim ve irfan ile doldurdular eğitim yuvalarını. Kâh Hüdâyî oldular devrin dalgaları arasında âsûde yollardan Hakk’a ulaştırdılar yolcuları.

Anadolu dervişleri;

Bu toprakların en karışık zamanlarında, en buhranlı anlarında iki dünyanın şifâsı oldular. Vatan dağılıp beylikler hâlinde memleket parçalandığında bile onlar parçalanmadılar, bilâkis gönülleri yeniden birlik ve beraberlik zemininde ördüler ve böylece bu milletin bağrında bir cihan devleti doğdu. Sonra mevsimlerin farklılığı ve zorlukları misâli çileli günler ve varlık-yokluk mücadelesinin yaşandığı demler oldu, yine onlar can damarı vazifesi gördüler.

Diriltici bir ruh oldular.

Bu toprakları ihyâ ettiler. Vicdanları ihyâ ettiler. Beldeleri ihyâ ettiler. Merhamet ve şefkati ihyâ ettiler. Mahrum ve muhtaçları ihyâ ettiler. Mazlumları ve mağdurları ihyâ ettiler.

Onlar, mâzîyi ve müstakbeli ihyâ ettiler. Şan ve şeref destanı hâlinde tarihimizi ihyâ ettiler. Nesilleri ihyâ ettiler. İlmi ve irfânı ihyâ ettiler. Aileyi ve toplumu ihyâ ettiler. Çünkü onların düstûru şu ilâhî gerçekti:

وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًاۜ

“Her kim birini ihyâ ederse / diriltirse (ölmesine değil maddeten ve mânen yaşamasına vesile olursa), âdeta bütün insanları ihyâ etmiş / diriltmiş / yaşatmış olur.” (el-Mâide, 32)

Demek ki;

Bir kimsenin ihyâsı, Allah katında -bugünkü rakamla ifade edecek olursak- yedi milyar insanı ihyâ etmiş olmanın sevâbına ve değerine sahip. Bu kadar mühim, bu kadar müthiş bir mesele.

İşte;

Tarihten beri Anadolu’yu ihyâ eden gönül erleri ve erenlerinin ölümsüz şuuru ve rûhu bu.

Onlar; bu şuur ve ruh ile nice âbideler diktiler, nice destanlar yazdılar, nice zaferler kazandılar, nice çınarlar yetiştirdiler. Onlar, daima ihyâ eden oldular. Onlar, yakıp yıkanlardan olmadılar hiç. Her zaman yeşerttiler, güzelleştirdiler.

Çünkü onlar;

Bir bayrağın altında bütünleşmiş, kalplerindeki îman coşkusuyla aynı kıblede bir ve beraber oldular. İllâ ellerinde Kur’ân ile yaşadılar. Çünkü Kur’ân, göklerden yere;

Diriltici Bir Ruh

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَاۜ مَا كُنْتَ تَدْر۪ي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْا۪يمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْد۪ي بِه۪ مَنْ نَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِنَاۜ وَاِنَّكَ لَتَهْد۪ٓي اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۙ صِرَاطِ اللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ اَلَٓا اِلَى اللّٰهِ تَص۪يرُ الْاُمُورُ

“(Ey Rasûlüm!)

‒İşte,

‒Sana,

‒Emrimizden «BİR RUH» (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik.

(Bundan önce);

‒Sen «KİTAP» nedir,
«ÎMAN» nedir bilmezdin.

‒Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz «BİR NUR» yaptık.

Şüphesiz ki;

‒Sen «DOĞRU BİR YOL»a iletiyorsun;

‒«ALLÂH’IN YOLU»na…

‒O ki, göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi…

Dikkat et;

‒Bütün işler sonunda Allâh’a döner.” (eş-Şûrâ, 52-53)

Bu hakikat;

Çok câlib-i dikkat bir mâhiyet örgüsüdür, çok net bir formüldür âdeta:

•Diriltici «bir ruh» olarak,

•«Kitap ve «îman».

•«Bir nûr» olarak

•«Hidâyet kaynağı», yol gösterici.

•Yol ise «sırât-ı müstakîm» / dosdoğru yol. O da ancak;

•«Sırâtillâh» / Allâh’ın sırâtı.

•«Allah» ki, göklerde ve yerde ne varsa her şeyin tek sahibi.

•Bütün işlerle birlikte «dönüş»,

•Sadece «Allâh’a»…

İbrettir:

Bu fânî âlem, ölüm yeri. Kalbi de gönlü de, insanlığı da, fazîletleri de, adâleti de öldüren bir yönü var fânî dünyanın. Ezelden aldığımız güzellikleri, gönül bağlarını târumâr eden, öldüren bir tarafı var bu gelgeç hayatın. Kendisindeki îmânı ve şahsiyeti, ahlâkı ve vicdanı ölü insanların; koca devrânı da nasıl bir ölüm meydanı hâline getirmeye uğraştıklarını her gün temâşâ ettiğimiz bir sahne. Yıllardır Suriye bir mâtem ülkesi ve harabe. Irak ayrı bir mâtem yurdu. Filistin yıllardır en ağır zulümlerin ölüm harmanı gibi. Keşmir, Arakan her yanda her türlü katliâmın acı tabloları, bu fânî âlemdeki tarih sayfalarında çok şey anlatıyor. Yani içinde yaşadığımız fânînin bir yönü, insanı da insanlığı da ölü hâle getiren bir koridor.

Hikmet şu:

Yüce Allah, insanın bu ağır zulümleri yenmesini ve huzûruna ölü olarak değil dipdiri bir galip olarak gelmesini murâd ediyor. Yani Allah’tan yola çıkan kulunun; geçtiği imtihan dolu fânîlik koridorunda gönlünü ve rûhunu gafletle öldürmeden, ancak dipdiri bir îmanla, dipdiri bir ruhla, dipdiri fazîletlerle, güzelliklerle, dipdiri bir halîfetullah şahsiyetiyle, hâsılı ancak ahsen-i takvîm olarak Allâh’a dönmesini istiyor.

Bunun da hem şuurunu hem rûhunu veriyor:

‒Diriltici bir rûh olarak kitap / Kur’ân ve îman

‒Karanlık yollarda doğru olan rotayı gösteren bir hidâyet nûru

‒Allâh’ı idrak

‒Dönüşte dipdiri bir kavuşma…

Malûm:

Ruh olmadan kimse diri olamaz. Bir bedende ruh olmayınca tek şey devreye giriyor, kefen ve kabir.

Bu çerçevede;

İnsanın şahsiyet özelliklerinde de bir ruh gerek. Yaşayış şeklinde bir ruh gerek. Adâlet ve merhamet duygularını ayakta tutacak bir ruh gerek. Kısaca insanı dipdiri bir kul olarak ezelden ebede gidişte dünyanın tuzaklı koridorundan ölmeden geçirecek ve onu, Allâh’ına ve cennetine vâsıl edecek bir ruh gerek. O ruh olmayınca, insana ait her şeyde mânevî bir ölüm yaşanıyor. O zaman tek şey devreye giriyor: Ebedî hüsran ve azâb-ı cehennem!

Fakat Allah da arzu ediyor ki;

Kâinâtın gözbebeği olarak yarattığı insan, dipdiri bir ömür sürsün ve son nasibi:

Sonsuz bir rahmet ve ebedî cennet olsun!

Bunun için;

Ölümlü dünyada diriltici bir rûh olarak Allâh’ın kitâbı, îmânı, hidâyeti ve sırât-ı müstakîmi elzem ve yegâne reçete.

Bu noktada;

Anadolu dervişi, asırlardır nümûne bir şahsiyet. Bu sırrı anlamış, dipdiri bir Allah yolcusu. Sonsuz aşkın Yûnus’u. Ebedî muhabbetin Mevlânâ’sı. Namaz namaz Hakk’a mîrâcın Hâlidî’si. «Ru’yetullâh»a götüren Muhammedî bir hayatı, nakış nakış yaşamanın Nakşî’si.

Çünkü;

Anadolu dervişinin rûhunda hiç kesilmeyen bir yankı vardır:

“‒Rabbine dön!”

Bu sedâyı ezelden ebede işiten o ruh; bütün cihana, kıtadan kıtaya tüm yollarda daima şöyle seslenmektedir:

‒GEL, DEDİ!

‒Ey yolcu!

Seni yaratıp yollara düşüren, türlü türlü âlemler seyrettirip seni muhteşem sırlarla dolduran, bunların gerçekleşmesiyle, hasret içinde olup da O’na gelesin istedi.

Sen yola çıktığın andan itibaren, O, sana;

«‒Gel!» dedi.

Yollarda kaybolmayasın diye daima;

«‒Eline hidâyet nûrumu al ve gel!» dedi.

Fakat senin aşkını da denemek istedi. Şeytana da izin verdi, onun da sana;

«‒Gel!» demesine müsaade etti.

Onun avenesi olan nice düşmanların da sana türlü türlü tuzaklar kurup en tatlı mûsıkîler gibi;

«‒Gel!» demesine fırsat tanıdı.

Böyle yaptı ki;

Acaba ezelde sevdiğinin sesi ile bu fânîde seni avlamak isteyen düşmanın sesini birbirinden ayırabiliyor musun? Acaba kulağın sevdiğinde mi, yoksa düşmana mı kapılmış?

Tabiî;

Ola ki şaşırmayasın diye de, daha yaratır yaratmaz senin rûhuna yüce Allah, o tarifsiz sesini âdeta nakşetti. Yani sana hitap edip kendi sesiyle dedi ki:

‒Elestü bi-Rabbiküm? / Ben senin Rabbin değil miyim?

Duyan kulağın kalbini ebedî mest eden o sedâya sen, coştun da;

«‒Evet yâ Rabbî!» dedin.

O da sana;

«‒Gel!» dedi.

Sonra yolcuğun başladı. Sen bu fânî dünyanın imtihan koridorundan geçerken ansızın bir başka ses daha yükseldi:

«‒Gel!»

Böylece ebediyet yollarında sana; «Gel!» diyen iki tane sedâ oldu.

Bak bakalım;

Onları doğru tanıyor musun, tanımıyor musun; ayırabiliyor musun, ayıramıyor musun?!. İki ses;

•Biri Rahmân’ın,

•Biri şeytanın…

Bunlar, her ihtiyacının içinde var. Uykuda, yemekte, şehvette, nefeste, heveslerde vesâirede, sana ait her şeyde.

Dikkat et;

Rahmân’ın sesi, her ihtiyacında bir rahmetle buluşma vesilesi. Şeytanın sesi ise, her ihtiyacının içinde bir belâ ve âfetin tuzağı…

Bir düşün;

Merkep idrarıyla hiç tertemiz bir zemzemi karıştırıyor musun? Berbat bir helâ pisliği ile mükemmel bir helvayı karıştırıyor musun hiç? Hiç bâriz bir mikropla bâriz bir ilâcı birbirine karıştırıyor musun?

Sende bu tefrik ediş, bu ayırt ediş kudreti var olduğu hâlde;

Ne diye Rahmânî sedâ ile şeytânî sedâyı karıştırıp duruyorsun? Niye şeytanı Rahmân zannedip duruyorsun? Gerçek bilgi ve irfânın şüphesizlik deryâsı varken ne diye boş zanların ve vesveselerin çöllerinde boğuluyorsun? Hem de bile bile. Bilmene rağmen;

«‒Ay ben şeytânî değil Rahmânî zannetmiştim!» diye niçin yalan söylüyorsun?

Uyan da gör;

Hangi; «Gel!» sesine koşuyorsun?

Gözlerini aç;

Rahmân’ın; «Gel!» dediği yerde cennet var! Şeytanın; «Gel!» dediği yerde cehennem kaynıyor. Bilmiyor musun? Biliyorsan, niye unutuyorsun?

Unutma!

Sadece Rahmân’ı duy!

Her gün uyandığında dirilmeye bak!

Baksana; merhamet sahibi Allah, bir insana uyku vesilesiyle ömrüne göre 20 bin kere 30 bin kere 40 bin kere ölümü ve dirilişi ispat ediyor ve;

«‒İşte böyle dirileceksin.» diyor.

Tefekkür et;

Allah seni yarattığında sana kendi rûhundan ruh üfledi ve;

«وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ى / İnsana Benim rûhumdan üfledim.» (el-Hicr, 29) buyurdu.

«‒Ruh nedir?» diye soranlara da cevap olarak;

«قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي / De ki: Ruh, Rabbim’in emrindendir.» (el-İsrâ, 85) buyurdu.

Açıkça;

«اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَاۜ / Emrimizden «BİR RUH» (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik.» (eş-Şûrâ, 52) buyurdu.

Yani ey yolcu!

Seni zâhir ve bâtın her bakımdan ruh ile donattı.

Niye?

Çünkü;

Bu rûhu taşıyan bir kimse, hiçbir vakit zebûn olmadı. Bir anlık düşse de kalktı ve yüceldi. Yenilse de galip oldu. Malûm, bizim «Çanakkale rûhu» dediğimiz, o emsalsiz zaferi kazandıran kuvvet, işte bu ruh idi. Anadolu dervişinin rûhu. İstiklâl Harbi’nde kezâ, 15 Temmuz’da kazandıran bu ruh oldu.

Öyleyse;

Durmasın hiç bu şadırvanda mübârek su sesi,
Bitmesin Türk’e hayat kaynağı, îman nefesi…
Bu ezanlar yine dünyâlara açsın yelken,
Bu gönüller yücelip târihe geçsin yeniden!..
Uyanıp gün gibi gerçekleşecek rü’yâya,
Kalkalım şevk ile rü’yâya giren dâvâya…
Yine devrandaki tûbâ, bize ilhâm olsun,
Bin güneşten yüce irfân ile ruhlar dolsun!..
Bin tefekkürle kırılsın yine aklın kafesi,
Ve açılsın buradan kalbe ufuklar ötesi…
Koşalım, hiç erişilmez sanılan zirvelere,
Erelim göklere has yerde zaferden zafere… (Seyrî)

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…