İNSANLIK BU HÂLE NASIL GELDİ?

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Haber bültenlerinde şahit olduğumuz bir manzara vardır; trafik kazası gibi bir sebeple hayatını kaybedenlerden bahsederken, vefat etmiş bu kişilerin fotoğrafları ekranda yer alır. Elbette internet çağında muhabirler bu fotoğrafları, ekseriyetle o kişilere ait sosyal medya adreslerinden almaktadır. Bunun neticesinde biraz önce vefat etmiş hanımların; düğünlerde çekilmiş renkli kıyafetli, makyajlı fotoğrafları milyonların seyrettiği haber bültenlerinde görünüverir.

Acaba o hanım, bu fotoğrafı sosyal medya hesabına koyarken hiç aklına gelmiş midir; «Ben trafik kazasında öleceğim, bu fotoğrafımı cümle âlem görecek» diye… Hiç zannetmem. İnsanoğlu kendisine ölümü hiç konduramaz. Ama akla gelmeyen şeyler başa geliverir.

Ânî bir ölümle gelen nedâmet ve hasâret yetmiyormuş gibi, kaldırmaya fırsat bulamadığı fotoğrafların o kadar insan tarafından seyredilmesinin günahından dolayı hissedilen pişmanlık acısı…

İnsanlarımız bunları düşünemiyor, keşke bunu engelleyen bir kanun olsa. Artık ölmüş kişilerin hususî fotoğraflarını ekranlara koymak serbest olmasa. Çünkü sahibinden izin alma imkânı yok. İzinsiz olarak kullanmaya ne hakkımız var?

Bilmiyorum; bugün yetişen nesil, böyle bir hassâsiyeti anlayabilir mi? Kameralı cep telefonları çoluk çocuğa kadar herkesin elinde. Her yerde fotoğraf çekme furyası.

Fotoğraf makineleri ilk kez ülkemize getirildiğinde ecdâdımız pek hoş karşılamamış. Hattâ zaruret îcâbı çekilen vesikalık fotoğraflarda bile yere bakmışlar. Birçoğumuzun aile albümlerinde vardır böyle fotoğraflar. Neden fotoğraftan rahatsız olmuşlar?

İslâm medeniyetinde; resim, heykel gibi canlıların sûretini yapmaya dair sanatlar yerine hat, tezhib, ebrû gibi sanat dalları tercih edildi. Bu sanat dallarında; harfler, geometrik şekiller ve nebâtî motifler kullanıldı.

Zamanımızdaki manzarayı görünce dînimizin bu husustaki hassâsiyetini daha iyi anlayabiliyoruz. Fotoğraf, video ve benzeri görüntüler çekmek yaygınlaştıkça, insanlar dış görünüşleriyle daha çok uğraşır oldular.

Bir düşünün; muhitinizde bulunan berberler, kozmetik ürün satan dükkânlar, ihtiyaçtan öte süslenme maksatlı çeşit çeşit kıyafetler ve aksesuarlar sergileyen vitrinler… Tabelaları gözünüzün önüne bir getirin; solaryum, fitness, dövme ve estetik merkezleri… Bunlar hep dış görünüşü güzelleştirme va‘diyle gençlerimizi kendine çekiyor.

Bizim dînimiz; insanın etten, deriden, kıldan vs. maddî dokulardan meydana gelen dış görünüşünün bir önemi olmadığını bildiriyor. İnsanın Allah katında ancak kalbi ve amelleri ile kıymet kazanacağı haber veriliyor. Ama dînimizden uzaklaştıkça, batılı zihniyet ve hayat tarzının etkisine girdikçe; insanlarımız, ömürlerinin en kıymetli çağını, parasını, zamanını hep dış görünüşüyle uğraşmaya harcıyor.

Gittikçe maddîleşen dünyada; insana, bilhassa da kadına sırf dış görünüşüyle değer biçiliyor. Üstelik insanımız kendisini ve kendi milletini aşağı görüyor, düşmanı olan batılıların güzellik standartlarına uymaya çalışıyor. Önüne konulan her ürünü sorgulamadan tüketiyor. Sadece para kaybetmiyor, yıllarca kullandığı kanserojen kimyevî terkipler ihtivâ eden ürünlerle sağlığını da kaybediyor.

Maddiyatçılık ve dış görünüşle meşguliyet, sadece çağımıza mahsus değil. Tarihe baktığımız zaman Eski Mısır, Roma hattâ ondan önceki medeniyetlerin kalıntılarında dahî süslenme maddelerini görüyoruz. Geçmiş medeniyetlerde de hak yoldan ayrılıp, mânevî yönden çöküşe girildiği devirlerde, kendini teşhir âdeti yaygınlaşmış.

Bugün batı âlemi, kendi bozuk zihniyetini esas alarak; «Kadınlar kendini teşhir etmek ister.» gibi bir iddia ile yola çıkıyor. Hâlbuki bu, sadece bir bozulmanın neticesidir. Bizim Anadolu kadınımızı düşünelim. Osmanlı devrinde, kadınların devam ettiği medreseler yoktu. Kız çocuklarının dînî eğitimi, sıbyan mekteplerinde öğrendiği namaz sûrelerinden ibaretti. Hattâ kadınlarımız arasında şamanlık dîninin kalıntısı bazı hurâfeler de asırlarca devam etmiştir. Ama bu kadınlar bugünkü hayâsızca açık saçıklığa hiç meyil duymamışlardı. Hattâ devletin zayıfladığı dönemlerde, eşkıyâların türediği, başıbozukluk zamanlarında dahî kadınlar arasında bugünkü modalar türememişti. Bunlar daima dışarıdan geldi.

Yakın zamanlara kadar Türk kadınları; hattâ başı açık, tesettürsüz olsalar dahî çok açık saçık kıyafetleri giymezlerdi. Eğer sokakta böyle hayâsızca açılmış bir kadın görsek; «Herhâlde turisttir veya çalışmaya gelen yabancı kadınlardan biridir.» diye düşünürdük. Ama şimdi genç nesil, o turistlerden farksız bir şekilde giyiniyor. Nasıl böyle hayâ duygusunu kaybettik?

Aslında insanda hayâ duygusu yok olmaz. Hayâ; kınanmaktan korkma, utanma demektir. Her insan; ayıplanan, çirkin sayılan şeylerden sakınmak ister. Toplumda nefsânî davranışlar çirkin görülüyor, ayıplanıyorsa insanlar bu davranışlardan utanır. Ama kıymet hükümleri aşınırsa ve hattâ altüst olursa durum değişiyor.

Bugün genç nesiller arasında kaşını almayan, erkeklerle arasına mesafe koyan vb. kızlara «Kezban» diye isim takılıyor. Üniversitelere gönderdiğimiz genç kızlarımız böyle bir zihniyetle kuşatılıyor.

Caddelerdeki reklâm panoları, vitrinler, magazin haberleri vs. kadın ve kızlara, dış görünüşüne odaklanmasını ve kendini câzip hâle getirip teşhir etmesini empoze ediyor. Hemen hemen bütün medya araçları; «cesur pozlar veren», «baş döndüren gösteriler yapan» kadınların, hayranların alkışları, şöhret, zenginlik ve dünyayı ayakları altına seren kocalar bulduklarını ballandıra ballandıra anlatıyor. Çalışma hayatında, kadınlara; modern, bakımlı, şık, prezentabl gibi sıfatlar adı altında, ancak dış görünüşü sayesinde iş bulacağı mesajı veriliyor.

Zaten büyük şehirlerde ortaya çıkan yeni hayat tarzı, ferdiyetçiliği teşvik ediyor. Büyük ailenin parçalanmasından sonra, artık çekirdek aile dahî güçlükle kuruluyor ve bir kısmı yıkılıyor.

Dînimiz erkeklerin üzerine; kavvâm olma, yani kendi nefsiyle birlikte ailesini de günahtan koruma vazifesi yüklerken, kadınların da kocasına mutî ve uyumlu olmasını emrediyor. Ancak zamanımızda hem dinden uzaklaşmanın tesiriyle, hem de gelir dağılımı adâletsizliği ve iş dünyasının batıyı örnek alan acımasız düzeni sebebiyle İslâmî aile yapısı da oldukça zarar görmüş durumda.

Bazen bir evde baba iş bulamazken genç kız eve para getiriyor. Böyle bir durumda baba kızına nasıl nasihat verecek, nasıl koruyacak, nasıl üzerinde kavvâm olacak?

Dînimizin bütün emir ve yasakları, insanı insanlaştırma, insanı Allâh’ın huzûruna lâyık tertemiz bir kul hâline getirmeyi hedefliyor. Hayâsızlık, müstehcenlik insan beyninin çalışmasına bile zarar veriyor. Yapılan bir psikoloji testinde, müstehcen görüntüler seyrettirilen bir grup gencin, seyretmeyen kontrol grubuna nazaran çok daha fazla hatalı karar verdiği görülmüş.

Beyindeki elektrik akımlarını gösteren bir cihazla yapılan araştırmada ise, şehvânî yönden tahrik edildiği zamanlarda beynin alın bölgesindeki insânî loblarında hiç akım olmadığı tespit edilmiş. Yani beynin hayvânî dürtülere dair olan kısmı çalışırken işin sonunu düşünüp ölçüp biçme, muhakeme etmekle vazifeli kısımları çalışmıyormuş. Her gün iç gıcıklayıcı bir sürü görüntüye maruz kalan bir genç; nasıl sağlıklı düşünüp, olgun kararlar verecek?

Anlaşılan o ki, bizi bu görüntü bombardımanı ile zehirleyenler; gençlerimizi kolayca güdülüp yönlendirilebilecek şaşkın ve ahmak bir sürü hâline getirmek istiyor.

Ne yazık ki her gün nice suç, şiddet vs. kötülük haberleri verirken;

“Bu gençler nasıl bu hâle geldi?” diye düşünmüyoruz. Bugün bu bozuk düzende gençler insanlaşmaya fırsat bile bulamıyor.

Rabbimiz bize ezelî düşmanımız İblis’in insanoğluna kurduğu ilk tuzağını haber verirken, bakın ne buyuruyor:

“Şeytan onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde bulundu:

«Rabbiniz’in size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, sizin meleklerden veya ölümsüz hayata nâil olanlardan olmanızı önlemektir.» Ve onlara;

«Elbette ben size öğüt verenlerdenim.» diye de yemin etti. Böylece onları aldatarak önceki mevkilerinden düşürdü. Ağacı(n meyvesini) tadınca, çirkin yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara seslendi:

«Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?»” (el-A‘râf, 20-22)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Her dînin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı da hayâdır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 17) buyururken, Allâh’a lâyık bir kul olmanın yolunun hayâ hassâsiyetinden geçtiğini bildiriyor.