BİR KOLU CENNETTE…

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Yemenli Ezd kabîlesinin Devs boyunun eşrafından olan Tufeyl bin Amr -radıyallâhu anh- hicretten önce müslümanların muhasara altında bulundukları dönemde İslâm’a girmek için Yemen’den Mekke’ye geldi. Mekke’de bir müddet kaldıktan sonra memleketine döndü. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- onun tebliğiyle müslüman oldu.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-, Tufeyl’in kavmini İslâm’a davetini kolaylaştırması için; “Allâhım, ona nur ver ve bir alâmet lutfet!” şeklinde duâ etti. Bunun üzerine rivâyete göre, alnında bir ışık peydâ oldu, Tufeyl onu alnında değil kamçısının ucunda isteyince ışığı kamçıya geçti. Bu sebeple; «Zinnûr» (ışık sahibi) lakabıyla anılmıştır.

Yemâme harbinde yalancı peygamber Müseylemetü’l-Kezzâb’la çarpışıp şehid düştü. Oğlu Amr’in ise aldığı kılıç darbeleriyle sağ kolu kopmuştu.

***

Amr -radıyallâhu anh- bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın huzûruna girdi. Bir ara meclise yemek getirildi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- orada bulunan herkesi yemeğe buyur etti. Fakat Amr sofraya gelmedi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Neyin var? Niye sofraya gelmiyorsun?” diye sordu. Amr sükût etti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- devamla;

“–Belki de kolundan dolayı utandığın için yemeğe gelmiyorsun. Sol elle yemek yediğinin görülmesini istemiyorsun?” dedi. Amr bu sefer;

“–Evet yâ Emîra’l-mü’minin…” diye karşılık verdi. Ömer -radıyallâhu anh- bunu üzerine;

“–Vallâhi, sen kesik kolunla sofraya katılıp bizimle birlikte yemek yemedikçe ben bu yemeğin tadına bakmam. Bu topluluğun içinde, bir parçası cennette olan senden başka hiç kimse yok.” buyurdu. (Zekeriya GÜLER, «Tufeyl bin Amr» DİA; Mehmet DİKMEN, İslâm Büyüklerinden Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi)

GETİREN GÖTÜRÜR…

Zâlim Moğol hükümdarı Hülâgû, Bağdat’ı ele geçirdi. Şehri yakıp yıktı. Binlerce müslümanı kılıçtan geçirdi; camileri, medreseleri yerle bir etti. Yüz binlerce dînî ve ilmî eseri harap etti. Dicle Nehri’nden günlerce kan ve mürekkep aktı. Hülâgû daha sonra şehrin dışına kurduğu karargâhtan haber gönderip, o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirdi. Can korkusundan kimse gitmeye cesaret edemedi.

Bağdat’ın genç âlimlerinden Kadıhan, bu görüşmeye gideceğini söyledi. Görüşmeye giderken de yanına bir deve, bir keçi, bir de horoz aldı. Kadıhan bu hayvanlarla Hülâgû’nun çadırına vardı. Hayvanları dışarıda bırakıp içeri girdi. Hülâgû; bu ufak tefek, sakalsız bıyıksız genci tepeden tırnağa süzdükten sonra;

“–Karşıma çıkaracak senden daha olgun birini bulamadılar mı?” diye sordu.

Kadıhan;

“–Sen görüşmek için, iri yarı, boylu poslu birini istiyorsan; bir deve getirdim. Yok, yaşlı, sakallı biri ile görüşmek istiyorsan; bir keçi getirdim. Yok, sesi gür biri ile görüşmek istiyorsan; bir horoz getirdim. Üçü de çadırın önünde. Dilersen onlarla görüşebilirsin!” dedi. Hülâgû karşısındakinin sıradan biri olmadığını anladı ve aralarında şu konuşma geçti:

“–Söyle bakalım! Beni buraya getiren sebep nedir?”

“–Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi unutup makam mevki, mal mülk peşine düştük. Zevke safâya daldık. Cenâb-ı Hak da verdiği bu nimeti almak üzere seni gönderdi.”

“–Peki beni buradan kim gönderebilir?”

“–Biz gönderebiliriz. Özümüze dönüp, nimetin kıymetini bilir, zevk safâdan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek o zaman sen burada duramazsın!”

O BİZİMLE BERABER, YA BİZ!?.

Âlim, fakih, mutasavvıf Ebûbekir Şiblî Hazretleri, 861’de Sâmerrâ’nın Şibliyye köyünde doğdu. Türk asıllı olup, mümtaz bir aileye mensuptu. İyi bir tahsil gördü. Devlet kademelerinde çalışmaya başladı. Valiliğe kadar yükseldi. Hayr en-Nessâc adından bir tasavvuf şeyhinin sohbetlerine devam etti. Valilik vazifesini bırakıp Hayr en-Nessâc’ın talebesi oldu. Daha sonra Bağdat’a giden Şiblî Hazretleri burada Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- ile görüşerek rahlesine oturdu. Ebûbekir Şiblî Hazretleri, 946 yılında Bağdat’ta vefat etti. Kabri, Bağdat’tadır.

Şu hikmetli sözleri irfanına ne güzel misallerdir:

“Şükür, nimeti görmeyip nimeti vereni görmektir.”

“Tasavvuf, uzuvları zapt etmek ve nefsi kontrol etmekten ibarettir.”

*

Bir vaiz, kürsüde insanların âhiretteki ahvâlini anlatmaktaydı. Bu sırada cemaatin arasında bulunan Şeyh Şiblî Hazretleri de vaazı dinlemekteydi. Vaiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara âhirette soracağı suallerden bahsederken;

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..” gibi uzun uzun misallendirdi. Fakat bu kadar tafsilâtlı misaller vermesine rağmen, meselenin özüne dikkat çekmemesi üzerine Şiblî Hazretleri gayet yumuşak bir üslûpla vaize seslenerek;

“–Ey vaiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttun! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:

«Ey kulum! (Dünyada iken) Ben seninleydim, sana şahdamarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!.»”

ON KURUŞA ON ALTIN

Tâhiru’l-Mevlevî’nin asıl adı Mehmed Tâhir OLGUN’dur. 13 Eylül 1877’de İstanbul Fındıkzade’de doğdu. Memur olduktan sonra Fatih dersiâmlarından Filibeli Mehmed Râsim Efendi ile Mesnevîhan Mehmed Es‘ad Dede’nin derslerine devam etti. 1894 yılında Mevlevî şeyhi Mehmed Celâleddîn Dede’ye intisâb etti. Çile çıkarıp hacca gitti. Konya üzerinden İstanbul’a döndükten sonra kendi ismiyle bir kütüphâne açtı. 1900’lü yılların başında M. Âkif ERSOY’la tanıştı. Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü’r-Reşâd dergilerinde muhtelif nazım ve nesir eserler kaleme aldı.

Tâhiru’l-Mevlevî, 21 Haziran 1951’de hastalık sebebiyle vefat etti. Kabri, Yenikapı Hâmuşân Mezarlığı’ndadır.

*

Kendisi anlatıyor:

“Abd-i âciz, vaktiyle Ticaret ve Ziraat Nezâreti Maadin Kalemi mümeyyizi idim. Bir defa devlet daireleri maaş vermişti, lâkin biz alamamıştık. Çünkü ayın başına on, on beş gün vardı.

Eve dönüyordum. Cebimde ancak on kuruş bulunuyordu. Mahzundum. Teessür içinde giderken, karşıma bir fakir çıktı ve sıkılarak;

«–Muâvenetinize muhtacım.» dedi. Bu adam dilenci değildi. Üstü başı eskice olmakla beraber temizdi. Para isterken de yüzü kıpkırmızı olmuştu. Fakat cebinde ancak on kuruş bulunan bir adamdan yardım istenmesi Allâh’ın bir imtihanı idi. İçimden bir ses;

«On kuruşun bulunup bulunmaması müsâvîdir (eşittir). Cebindekini ver de ondan kurtul!» dedi. Cebimdeki tüm parayı o adama verdim. Teşekkür etti, gitti. Bana da bir neşvedir geldi. Hakk’ın şu garip cilvesine karşı kendimi tutamıyor, gelenin geçenin nazar-ı dikkatini celbedecek derecede gülüyordum. Eve geldim. Allah rahmet eylesin, vâlidem;

«–Oğlum; birinde alacağın varmış, şunları getirdi, bıraktı.» diye elime on mecidiye tutuşturdu.” (Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. 6, s. 135)