O’NUN KİTÂBINI ÎMANLA OKU!..

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Ne zamandan beridir, ciddî îtikādî sapmalara yol açan anlayışlar ortaya çıktı. Bunlar hakkında genç kızlarımıza sohbet eden bir hoca hanım kardeşimiz, güzel bir tespitte bulunmuş:

“Modern eğitim sistemi, aklı; inceleme, eleştirme, akılcı yorumlarda bulunma ve şüphe duyma yönünde eğitiyor. Aklı bu şekilde kullanma alışkanlığıyla Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya kalkışmak da insanı sapkın te’villere yöneltiyor.”

Gerçekten de çok doğru söylemiş. Eleştiri ve şüphe metodunu, beşer aklının ortaya koyduğu; bilim, felsefe ve sâir sahalarda elbette kullanmalıyız. Böylece daha önce yapılmış hataları fark edip, daha doğru düşünebiliriz. Hattâ bu yolun öncüleri de müslümanlardır. Kimya ilminin olduğu kadar modern bilimin de kurucusu kabul edilen Câbir İbn-i Hayyân; simya kitaplarında yazılanlardan şüphe edip, tenkit edip denemeler yaparak iddialarını ispatlamış ve bu temel bilim metodlarını ilk kullanan bilim adamı olmuştur.

Fakat şüphecilik, eleştiricilik ve akılcı yorumculuk, dîni anlamakta kullanılamaz. Çünkü insanoğlunun gayb haberleri üzerinde akıl yürütmesinin imkânı da yoktur, faydası da…

Düşünelim ki, bize bu dünyada geçici bir ömür verilmiş. Dünyaya bir daha geri dönüp hatalarımızı telâfi etme imkânı da verilmeyecek. Öyleyse bu ömrü nasıl bir îmanla, amelle ve ahlâkla değerlendirmemiz gerektiği konusu çok çok mühim. Hayatımıza yön verirken, kendimizi yetiştirirken; çok sağlam bilgilere ihtiyacımız var. İşte bu sebeple bize indirilmiş olan kitâbın muhkem kısmı gayet açık, net ve sapasağlamdır. Âhirette bize asıl lâzım olacak olan da, bu muhkem emir ve hükümlere ittibâ etmektir. Bunun yanında elbette Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım âyetleri ise, herkesin kendi ilmî derinliğine göre idrâk edeceği şekilde müteşâbihtir. Öyle olması da tabiîdir; çünkü insan aklı içinde yaşadığı bu âleme göre şekil almıştır, ötelerden haber veren lâfızların tam olarak neyi kastettiğini idrâk edemez. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’in cennete dair bazı işaret hâlinde haberleri vardır ama; «Cennet bundan ibarettir.» denemez. Hattâ tam aksi bildirilir. Hazret-i Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Allah Teâlâ Hazretleri ferman etti ki:

«Ben Azîmü’ş-Şân; sâlih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.»”

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- ilâveten dedi ki:

“Dilerseniz şu âyet-i kerîmeyi okuyun:

«Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfatların saklandığını kimse bilemez.»” (Buhârî, Bed‘u’l-Halk, 8, Tefsîr, Secde, 1, Tevhîd, 35; Müslim, Cennet, 2; Tirmizî, Tefsîr)

Abdullah İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın;

“Cennetteki isimlerden başka dünyayı ifade eden bir şey yoktur.” sözü de yine cennetin bu dünya şartlarına alışmış olan insan aklı tarafından tam anlaşılamayacağını haber vermektedir. Bu gibi haberleri göz önüne aldığımız zaman; Kur’ân-ı Kerim’de cennetten bahseden âyet-i kerîmelerin, insanoğluna bu dünyada tanıdığı nimetleri örnek göstererek benzerlerinin orada da olacağını anlattığını anlayabiliriz.

Zamanımızda aklını hadsizce bir cüretkârlıkla kullananlar, bu gerçeği bile bile, Kur’ân-ı Kerîm’in belli bir zaman dilimindeki belli bir topluma indirilmiş tarihî bir metin olduğunu iddia etmeye kalkabiliyorlar. Bunun için de cennetin tasviri mahiyetinde, «altından ırmaklar akan bağ bahçe» lâfzının «yeşilliğe, suya hasret çöl halkına indirildiği için seçilmiş tasvirler» olduğunu söylüyorlar.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm’in, ilk muhataplarının anlayabileceği örnekler seçmiş olması da gayet hikmetlidir. Elbette Allah Teâlâ’nın ilim ve kelâm sıfatları nâmütenâhîdir; hattâ denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa O’nun kelimeleri yazmakla tükenmez. (Lokmân, 27)

Allah Zülcelâl çölde yaşayan, hayatları deveyle geçen bir halka;

“Deveye bakmıyor musunuz, nasıl yaratılmış?” (el-Ğâşiye, 17) âyet-i kerîmesini indirmekle tebliğde muhatabın seviyesini ve alışkanlıklarını göz önüne alma yolunda bir örnek de ortaya koymaktadır. Ancak unutulmamalı ki, Allah Zülcelâl son Peygamber’ini ve kitabını indireceği bu toplumu da İlâhî iradesiyle seçmiştir. Böylece en basit seviyede yaşayan, eğitimden mahrum, sadece en fıtrî bilgi ve becerilerle donanmış olan insanların bile anlayıp istifade edebileceği sadelikte hitap eden bir Kur’ân-ı Kerim indirmiştir. Artık hiçbir toplum; «Biz bunu anlayamadık!» diyemez.

Arap toplumu, gerçi günlük hayat bakımından oldukça basit idi ama onların arasında dil ve edebiyat ilminde çok ileri olan, ince mânâları fark edebilen edipler de mevcuttu. İşte Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz de tam bu topluma uygun olacak şekilde, basit insanın anlayabileceği bir sadeliğin içine, esrarlı bir edebî mûcizeyi de gizlemiştir. Bu yazımızda sadece küçük bir örnek olsun diye; «altından ırmaklar akan cennetler» ifadesini ele alalım diyoruz.

Cennet, basitçe bağ bahçe demektir. Her ne kadar cennette köşkler, şölen sofraları gibi tasvirler de olsa da isim olarak âhirette verilecek mükâfâtı anlatmak için «cennet» kelimesi seçilmiştir. Sebebini biraz düşünelim.

Malûm bağ bahçe; bir kişinin sahip olup, ıslah ettiği, kendi mülkiyetine ait bir mekânın adıdır. İnsanoğlunun dünyada da sahip olmak için en çok hırs gösterdiği şeylerin başında mekân mülkiyeti gelir. Çünkü insan kendi mülkünde; söz sahibidir, serbesttir, rahattır, mahremiyete sahiptir. İnsan; ormanda, sahilde vesâire umûmî yerlerde bir süre hoşça zaman geçirse de kendi mülkünde olduğu kadar mutlu ve rahat olamaz. Bu sebeple imkânı olan kişiler, şu fânî âlemde de kendileri için yazlık evler alırlar. Her ne kadar otellerde istedikleri her şey olsa da kendi toprağına, mekânına sahip olmak başkadır.

Allah Zülcelâl yarattığı kulunu en iyi bilendir. İnsandaki bu mülkiyet arzusuna hitap eden bir mükâfat va‘detmektedir. Böylece cennetin ebedîliğini işaret için kullanılan Dâru’l-karâr gibi diğer isimleri de pekiştirmiş olmaktadır:

“Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir eğlencedir. Ama âhiret, gerçekten kalıcı yurttur.” (el-Mü’min, 39)

Yurt, yuva edinmek; insan gibi nârin bir mahlûk için ne kadar büyük bir ihtiyaçtır. Dünya hayatı; çocukluktan gençliğe, orta yaştan yaşlılığa devam edip kabir kapısında biten bir yolculuktur. İmtihanlarla, zor geçitlerle dolu bir yolun sonunda girdiğimiz kabir de yerleşip kalacağımız yer değildir. Mahşer günü kabirlerden kalkışla başlayıp Mîzân’a, Sırât’a devam eden bu yolculuk nihayet iki ebedî yurttan birinde sonuçlanacaktır. Bunlardan biri ateş ile diğeri altından ırmaklar akan yeşil bir bahçeyle tasvir edilmektedir.

Bu zorlu yolun yolcuları öyle bir yerleşim yerine yerleştirilecektir ki, orada artık ne bir zahmet var, ne de usanç veya can sıkıntısı:

“O (Rab) ki lütfuyla bizi asıl oturulacak yurda (cennete) yerleştirdi. Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gelecektir.” (er-Ra‘d, 35)

Cennet kelimesi aynı zamanda şöyle bir mânâyı da ifade etmeye elverişlidir: İnsan bu dünyada bağını, bahçesini; kendi seçtiği ağaçları dikerek kendi meydana getirir. Bunun gibi cennet de, bir yandan Allâh’ın hidâyeti, rahmeti, lutfu olmakla beraber biraz da insanın kendi çabalayıp amel yapmasına karşı verilen bir mükâfattır. Zaten birçok âyet-i kerîmede ne güzel bir karşılık, ne güzel mükâfat gibi ifadeler kullanılır.

İnsan nimete kavuşmayı sevdiği kadar; başarının neticesi olan bir takdire, mükâfâta, memnuniyete ve hoşnutluğa kavuşmayı da sever. Zaten cennet tasvirlerinde hep; ziyafet, kutlama, tebrikleşme, sevinçten yüzlerin parlaması gibi ifadeler görüyoruz. Cennette tebriklerle, selâm ve tahiyyatlarla karşılanmış olan cennetliklere hizmet etmek için; güzel yüzlü, sevimli, yüzü güzellikle ve güleçlikle parlayan hizmetkârlar etrafta dolaşır. (el-İnsân, 76/19) Bunlar altın kadeh ve tepsiler dolaştırırlar, cennetliklerin canlarının istediği ve gözlerinin gördüğü her şey orada hazır bulunur. (ez-Zuhruf, 43/71)

Cennet bahçesi nimet olarak da benzerleri bilinen veya bilinmeyen nice güzelliklerle doludur. Meselâ Rabbimiz’in bize bu dünyada da nümûne olarak tattırdığı türlü meyveler, hurmalıklar, nar ağaçları (er-Rahmân, 68), bağlar (en-Nebe’, 32), dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları (el-Vâkıa, 28-29) gibi…

Cennet kelimesi zaten meyveyi akla getirir. Neden meyve? Elbette meyvenin yanı sıra başka nimetler de var. Meselâ çeşit çeşit kuş etleri (el-Vâkıa, 56/21) de bulunur. Dikkat edilirse bu nimetler; insanın açlıktan kurtulmak için yediği ekmek, sebze, bakliyat gibi rızıklardan farklı olarak, daha lezzetli ve sırf tadı için de yenilebilecek kadar lezzetli gıdâlardır.

Haber verildiğine göre zaten cennette yiyip içmek, bu dünyadaki gibi değildir. Ne açlığın ıstırabı, ne tokluğun hazımsızlığı, hantallığı veya def‘i hâcet gibi sonuçları yoktur. Bildirildiğine göre cennet ehlinin bedenleri de latiftir.

Dünyada insana yiyip içmekten dolayı hantallık ve gaflet çöker ama orada insanlar hiç çaba göstermek zorunda kalmadan, nefes alıp verir gibi kolaylıkla Allâh’ı tesbih ederler. (Müslim, Cennet, 18-19)

Cennet ehlinin bedenleri latif olduğu gibi kalpleri huzurlu ve birlik, beraberlik içindedir. Bu dünyadaki nefisle mücadele bitmiştir, Allah tarafından kalplerinden kin sökülüp atılmış olan cennetlikler, kardeşler hâlinde, karşı karşıya tahtlar üzerinde otururlar. Orada bunlara hiçbir yorgunluk ve zahmet yoktur. (el-Hicr, 15/47-48)

Cennette zahmet olmadığı gibi, can sıkıcı bir durgunluk da yoktur. Altından ırmakların akışı bile devamlı tazelenmeyi ifade eder gibidir.

Hem bu ırmaklarda akan sadece su da değildir:

“Kötülükten sakınanlara va‘dedilen cennetin durumu şöyledir:

•Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar,

•Tadı değişmeyen sütten ırmaklar,

•İçenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve

•Süzme baldan ırmaklar vardır.

Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır…” (Muhammed, 15)

Su; bütün mahlûkatın sînelerini ferahlatan, susuzluğunu gideren, temizlik kaynağı mâyî…

Süt; bilhassa yavruları besleyen, susuzlukla beraber açlığı da gideren, kolayca boğazdan geçiveren anne merhametinin timsâli bir şerbet…

Bal; lezzetli bir gıdâ olmasının yanında, hastalar için acı olmaktan uzak bir şifâ kaynağı…

Şarap; dünyadaki kötü emsalleri bile efkâr dağıtmak için, neşelenmek ve ruh hâlini değiştirmek için içilen psikoaktif meşrubat…

Cennet şarabı ise; baş ağrıtmayan, sarhoş etmeyen, günah işlemeye itmeyen ve saçmalatmayan; içenlere zevk bahşeden ve bembeyaz bir kaynaktan çıkan (es-Sâffât, 45-47; el-Vâkıa, 19; et-Tûr, 23) bir içecektir.

Cennetteki bu mâyîlerin ırmak hâlinde bolca akış hâlinde olması, hem de alttan akması yani herkesin ayağının altına serilmesi, kolayca ulaşması; devamlı tazelenen ferahlığı ne güzel tasvir ediyor. Açlık, susuzluk, hastalık, can sıkıntısı, bunalım yok ama devamlı tazelenen bir sürur var.

Hem de Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de bütün bu nimetleri edebî yönden çok üstün bir belâgatle, inci tanesi gibi seçme lâfızlarla anlatarak ruhlara aradığı müjdeyi veriyor. Lâfızdaki letâfetten bile bu sözün muhatabına verilen değeri hissetmek mümkün. Bu tatlı sözler, şu dünya imtihanları karşısında yılgınlığa düşen ruhlara; «Bu üstün ve güzel kelâmın sahibi, elbette va‘dettiği nimetleri verecektir…» diye hissettiriyor.

Bütün bu mûcizevî üstünlük ve güzellikler üzerinde tefekkür etmeyip; «Çölde yaşayan, ağaç ve suya hasret Araplar» küçümsemesiyle dudak bükmek, ne kadar kötü niyetli ve küstahça bir tavırdır.