Hak Yolundaki ÇİLELER, İSTİKBÂLİN MÜJDESİDİR!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bir ses çınladı:

“–Vallâhi ben kazandım!”

Hâlbuki düşmanın sapladığı kanlı bir mızrak, göğsünden girip ta sırtından çıkmıştı, fakat o Âmir bin Fuheyr, buna rağmen;

“–Vallâhi kazandım!” diye haykırdı.

Huzurla şehîd oldu.

Bunu gören kātil, afalladı:

“–Ben yendim o kazandı, öyle mi?”

Altmış dokuz hâfız sahâbenin şehîd edildiği Bi’r-i Maûne fâciasında yaşanan bir tabloydu bu. Mızrağı saplayan kişi Cebbar bin Sülmâ, o an bunu anlayamadı ve hayretle mırıldandı:

“–Neticede ben öldürmüş olduğum hâlde, o neyi, nasıl kazanmış olabilir ki?”

Rivâyete göre bu sırada mübârek şehidin na’şı semâya doğru yükselip gözden kayboldu. Bunu gören Cebbar bin Sülmâ da, derinden müteessir oldu, gönül gözleri açıldı ve nihayet, sonsuz hidâyet ufkuna kanat açtı.

Böylece;

Hazret-i Âmir’in nasîbi şerbet-i şehâdet olurken, Cebbar’ın nasîbi de kelime-i şahâdet oldu.

Böylece Hazret-i Âmir’in ebedî kazancı ikiye katlandı.

Şiirin diliyle:

O zulme kandırılan Cebbar İbn-i Sülmâ der:

“–Fuheyre oğlu bir Âmir de vardı, hâli hüner;
Önünde dağ gibi şahlandırıp da kısrağımı,
O göğse öyle çetin sapladım ki mızrağımı,
Ta çıktı sırtına, hâlâ o; «–Mü’min ol, dedi; sen!»
Yeminle çağladı: «–Vallâhi ben kazandım ben!»
Kafam karıştı, şaşırdım, ne kârı vardı onun,
Açıkça ben onu öldürmüşüm, edip de zebun!
Ne şüphe, zannediyordum, yeniktir öldürülen,
Fakat yemîn ile haykırdı: «Ben kazandım, ben!»
Semâya uçtu peşinden temiz, şehid cesedi,
O anda anladı gönlüm, niçin o böyle dedi.
O an açıldı gözüm, ben de aynı cân oldum,
Ebed hakîkati gördüm de müslümân oldum!”

(bkz. İbn-i Hişâm, III, 187; Vâkıdî, I, 349)

Demek ki;

Öldürenler nice mâsumları öldürdü sanır,
Şühedâ dipdiridir hiçbiri ölmez, yüce sır,
Kaybedenler iki dünyâda da zâlimlerdir,
Zulmeden kahpe, değil; gökte şehidler kazanır!

(Seyrî)

Tarihler de şahit:

Eninde sonunda yeryüzünde kazanan daima adâlet oldu. Şefkat ve merhamet daima galip geldi. Zulüm hiçbir zaman pâyidar olamadı. Çünkü Hazret-i Allah, yeryüzüne ancak sâlih kulların vâris olacağını takdir buyurdu.

Gökyüzü de yeryüzü de kimin?

Sadece Allâh’ın.

O Allah ki, bu fânîde kullarını sadece imtihan ediyor. Yerlerin ve göklerin gerçek hükümranlığını kimseye bırakmıyor. Her şey O’nun kudretinde. Günü geldikçe zâlim de mazlum da O’nun hak terazisine teslim, ebedî olarak.

Dolayısıyla;

Mü’minler için hak yolundaki çileler, istikbâlin müjdecisidir ancak.

Tabiî her türlü imtihan yurdu olan bu dünya med-cezirlerle dolu. Sebât edenlere ne mutlu!

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“(İyi bilin ki);

Mü’min,

•MÜTEMÂDİYEN RÜZGÂRIN EĞİCİ TESİRİNE MÂRUZ BİR BİTKİYE benzer.

Mü’min,

•Devamlı belâlarla baş başadır.

Münafığın misâli de;

•Çam ağacıdır. Kesilip kaldırılıncaya kadar hiç ırgalanmaz.” (Buhârî, Mardâ, 1; Tirmizî, Emsâl, 4, [2870]; Müslim, Sıfatu’l-Münâfıkîn, 58, [2809])

Bu demektir ki;

Mü’min; âtıl bir köşede değil, bir ömür rüzgârların altında ve harman yerinde olur. En sert kasırgalar karşısında bile şikâyet değil, şükür hâlinde bir gayret üzere yaşar.

Çünkü ârif bir mü’min, kasırgaları da göğüsleyip faydalı bir enerjiye ve vesileye dönüştürebilen liyâkatli ve sağlam bir irade sahibidir. Zaten çiçeklerin meyvelere dönüşmesi için de rüzgâr lâzım değil mi?

Öyleyse; meyve veren bir bitki, rüzgârdan rahatsız değil aksine memnundur.

O kadar ki; rüzgâr esse de, çiçekler meyveye dursa diye bekler.

Bir başka pencereden söylersek;

Trafiğe çıkmayana görünürde hiç tehlike yok. Fakat kısa bir müddet böyle. Sonrasında ise dayanılmaz eyvahlar var. Çünkü cennet rotasında ateşler üstünde kurulu bir köprü olan bu hayat trafiğinde yola çıkıp koşturmayınca, rahmet ve kurtuluş iklimine doğru bir adım bile ilerlemek mümkün değil. Elbette, menzil-i maksûda varmak da imkânsız. Varamayınca da heyhat, kişinin ebedî payına cehenneme düşmekten başka bir şey kalmamakta.

O hâlde;

Gerçek mü’min; tabiri câizse, ebediyet trafiğinde hiç durmaksızın koşan kimsedir. O asla;

“–Aman tehlike olmasın, rahat edeyim, keyfim kaçmasın!” mantığıyla daracık bir garaja park edilerek çürümeye bırakılmış bir araç gibi olamaz.

Çünkü o;

Öyle bir cennet yolcusudur ki, îmân açısından da gayret açısından da ölmeden evvel vâsıl olmaya mecburdur.

Malûm;

Hedefini bilen hiçbir şoför, mola yerinde boş yere zaman harcamaz. Biraz oyalanıp keyfe dalmak isteyenlere fırsat vermeyip; «Vaktinde varmak gerek.» diyerek yola devam eder.

Bilirler ki; fırsatları kaçırtan bir varış, varmamakla aynıdır ve hiçbir şey kazandırmaz. Buna göre, kapılar kapandıktan sonra cennetin eşiğine varmış kimsenin de nasîbi artık tersine dönmüş faydasız bir vâhtan başka nedir?

Ne şüphe;

Dünyaya gelen herkes için hayat boyu, son nefese kadar molasız bir yolculuk zarûreti vardır, tâ ki ölmeden önce cennet yollarını kat edip kapılar kapanmadan vâsıl olabilelim…

Bu bakımdan;

Garajda değil, trafikte olmak şart. Daima yol almak elzem. Mola için dahî, bir nefes bile garaja sapmamak gerek. Malûm, ecel sonrası istemediğimiz kadar mola mümkün.

Lâkin bunu idrâk için;

Hayatın çilelerine değil sonsuz rahmetin müjdelerine bakarak tefekkür etmeli. İşte o zaman bütün zahmetler, rahmete dönüşmekte.

İşte bu;

Belâlara rağmen yine de îmânından vazgeçmemenin sırrı. Başlarda kopan onca fırtınalara ve taşlamalara rağmen yine de meyve vermeye devam etmenin sırrı.

Peki;

Bir ağacın tamam da, mü’minin meyve vermesi nedir?

Şudur:

Bir müslüman olarak hidâyet ve istikamet üzere; nesilden nesile nice akıllara ve fikirlere, gönüllere ve duygulara, ruhlara ve gayelere ilâhî mânâda çare olabilmek ve şifâlar sunabilmek.

Burada unutmamalı ki:

Verimli bir ağaçtan meyve istendiğinde onun bundan rahatsız olmadığından hareketle, bir mü’min de kendisinden meyveler beklenmesinden rahatsız olmamalıdır. Malûm; bir ağaç, taş atarak isteyenlere bile cömertçe ikrâm eder.

Mü’min ikrâmı nedir?

Îman ve İslâm, Kur’ân ve Sünnet, hidâyet ve istikamet, merhamet ve şefkat, güzel ahlâk ve fazîlet, hak ve adâlet…

Bir de;

Bugünler itibarıyla da çokça lâzım olan, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek…

Bu ikramları yapıp yapmamakta gönül ve şuur kapısı kapalı olan kimseler, kendi özelliklerini kaybederler. Artık meyvedar bir ağaç olmak değil, kupkuru bir cehennem kütüğüne dönüşmek tehlikesi ile karşı karşıya kalırlar.

İşte bu noktada ibrettir ki;

Hazret-i Peygamber; münafıkları, îman meyveleri itibarıyla hiç ırgalanmayan bir çam ağacına benzetir.

Bir başka ifadeyle;

İnançta zik zak bir yaşayışın en kötü girdabına düşkünlüğü yüzünden münafık kimse; cennet yollarında hiç trafiğe çıkmayan bir gafile benzer ki, onun kat edebileceği hiçbir mesafe yoktur.

Cennete doğru en zorlu trafiklerde de koşturan mü’minlerin tersine, onlar; gaflet garajlarında çürür giderler. İslâm’ın ne mücadelesinde, ne yaşanmasında, ne seferinde, ne zaferinde, ne hakikatinde, ne de hiç olmazsa tarafgirliğinde olsun doğru düzgün bir emekleri ve destekleri olmaz. İyice dökülmek sûretiyle hurdaya kaldırılıp atılıncaya kadar garajda kalmayı tercih ederler.

Çünkü onlar;

Hidâyet ve istikamet trafiğindeki yoğunluktan, çileden, zahmetten ve koşturmacadan bunalırlar. Bu yüzden sadece garajda durmanın isabetli bir mantık olduğu felsefesine saplanırlar. Hele cennet yollarındaki birbirinden belâlı, uçurumlu virajlar ile tuzak dolu köprüler vesaire engeller ve çengeller, onları daima caydırır. Sonra da, cayır cayır bir azâbın ortasına kaydırır…

Bu azaptan vaktinde haberdar olmaları da nâfiledir.

Çünkü meyvesiz bir ağaç gibi olan münafık yapısı; kendisinden verim istendiğinde morali bozulur, keyfi kaçar. Hele mü’minlik özellikleri ve hasletleri beklenirse, sıkıntısından çatlar. Huzursuz ve rahatsız olur. Tepki üstüne tepki verir, kavga çıkarır, ayak sürür. Gizliden gizliye inat eder ve üzerine düşen mes’ûliyet ve vazifeleri yine yapmaz, yine yapmaz.

Hâsılı;

Mü’min ile münafığı birbirinden ayıran en temel nebevî ölçülerin başında, îmanda ve amel-i sâlihlerde verimlilik gelmektedir. Toprağın kupkuru bağrını damar damar yeşertmek gelmektedir. Nitekim; «Nasıl bir mü’min?» denilince Peygamberî îzahlar, özellikle dosdoğru inanç ve dosdoğru yaşayış bütünlüğü oluşturan verimli bir mâhiyet etrafındadır.

İbn-i Ömer -radıyallahu anhümâ- anlatıyor:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştu:

«Mü’min, yaprağını hiç dökmeyen yeşil bir ağaca benzer.»

Halk; «falanca ağaç, fişmekânca ağaç» diye tahminde bulundular, (fakat isabet ettiremediler). Ben;

«–Bu, hurma ağacıdır!» demek istedim, ancak (yaşım küçük olduğu için) utandım.

Sonra Hazret-i Peygamber-sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Bu, hurma ağacıdır.» diyerek açıkladı.” (Buhârî, İlm, 4, Edeb, 79; Müslim, Sıfatu’l-Münâfıkîn, 64)

Hurma ağacı…

Hem meyveli, hem de yaprağını dökmüyor. Yani görüntüsü de güzel, meyvesi de güzel. Dışı da güzel içi de. Sıradan bir ağaç değil. Sadece odun ve kütük olacak bir ağaç da değil. Yedi iklime rızık ve şifâ…

Sıcak ve soğuğun altında türlü türlü her çilesi, meyve meyve bir istikbal müjdesi…

İşte gerçek mü’min…

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…