ARUZ KUSURLARI -2-

Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

Hand writing with old quill pen on the old paper. Historical atmosphere. Empty place for a text.

Zihaf, uzun olan heceyi vezin gereği kısa seslendirmektir. Bir telâffuz bozukluğu olduğu için büyük kusur sayılır. Belki de bu sebeple Türk aruzunda çok örneği yoktur. Zaten Türkçede uzun heceler az olduğu için buna çok da ihtiyaç duyulmaz. Aslen uzun olmakla birlikte Türkçeye girerken kısa olarak giren veya girdikten sonra zaman içinde kısalan hecelerin Türkçeye yerleştiği gibi kullanılması zaten zihaf değildir. Meselâ aslen Arapça olan «Mustafa» kelimesinin son hecesi esasında uzundur. Ancak Türkçede şu an kısa telâffuz edildiği için kısa olarak kullanılması kusur olmaz.

İmâle aslında kısa olan heceyi vezin gereği uzun telâffuz etmektir. Mevlid’in en başında bulunan;

Allah adın zikredelüm evvelâ

mısraında italik yazılan üçüncü ve yedinci hecelerin seslendirilişi böyledir. Klâsik şiirde en fazla görülen kusur budur. Türkçede uzun hecelerin aksine kısa hecelerin çok oluşu bunu bir bakıma zorunlu kılmıştır. Ancak -daha önce de belirttiğimiz üzere- son asırlarda Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Faruk Nâfiz ve onları takip eden usta şairler; aruzu imâlesiz bir şekilde Türkçeye tatbik ettikleri son derece güzel eserler ermişlerdir. Öte yandan imâle, her zaman bir kusur da addedilmemelidir. Âhenk bütünlüğü sağlanmış bir manzûmede -virgül gibi kısa duraksamalarla sesin kesileceği yerler başta olmak üzere- uygun kelime sonlarında kapalı hece yerine bir-iki kısa hece kullanmak, inşad esnasında Türkçe telâffuza aykırı bir seslendirmeyle hecenin uzatılması yoluna (yani teknik tarifiyle imâle yapılmasına) gidilmeden bile bir kusur olarak hissedilmeyebilecektir. Meselâ aşağıdaki dörtlüğe bakalım:

Fese bak fese ne güzel de al!
Ne de hoş belindeki morlu şal,
Demedim ya ben sana, bak da kal;
O kadar da bakma ziyanlıdır.

(M. Nâcî)

İlk mısraın üçüncü kelimesinin italik karakterle vurguladığımız son hecesinde imâle vardır. Ancak fesi göstermek üzere o kelime sonrasında kısa bir tonlamanın olması kelimenin sonunda bulunan hecenin tabiî olarak biraz uzamasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla aruz mümâresesi olanların alışkanlıkla Türkçe telâffuzun gerektirdiğinden biraz fazlaca uzatacakları bu hecedeki imâle, dörtlükte elde edilmiş olan âhengin içinde aslında hiç hissedilmemektedir.

Başka bir örnek verelim:

İttihâd olmasa vatan yaşamaz,
Çünkü cân olmayınca ten yaşamaz. (M. Nâcî)

İlk mısrada bulunan ikinci kelimenin italik karakterle vurguladığımız son hecesinde imâle vardır. Aruz mümâresesi olanlar, o heceyi «olmasâ» şeklinde bir elif çekmeden okusalar bir eksiklik hissedeler. Hâlbuki bu manzûmede aruzun Türkçeye tatbiki umûmî mânâda başarılıdır. Bu itibarla Türkçe telâffuza aykırı olarak böyle bir uzatma yapılmasa da buradaki vezin aksaklığı kanaatimce hissedilmeyecektir. Dolayısıyla -uygun yerler gözetilmesi kaydıyla- vezninde başarı sağlanmış bir manzûmede böyle bir-iki imâle kusur teşkil etmeyecektir. Gerçi söz konusu mısraın;

İttihâd olmadan vatan yaşamaz.

hâline getirilmesi gibi mânânın alternatif ifadelerinin aranmasıyla bu kusur giderilebilir. Ancak her yerde buna imkân bulunamayabilir. Hattâ bazen kusurları gidermeye yönelik bu gayretler, mısrada mânâ düğümlenmesine (: ta‘kîd) ve lâfızların sıkışmasına, dolayısıyla söyleyiş zorluklarına sebep olur. Bu ise imâleden bile fazla bir tatsızlık verir. Meselâ yine Nâcî’nin meşhur bir gazelinin matlaını alalım:

Gönlüme sâkîyi mi‘mâr eyledim meyhânede,
Allah Allah Kâbe i‘mâr eyledim meyhânede.

İtalik karakterle vurguladığımız ilk kelimenin üçüncü hecesinde imâle vardır. Vezin mümâresesi olanlar alışkanlıkla Türkçe telâffuza aykırı da olsa okurken o heceyi çekeceklerdir. Onların dışındakiler ise kelimeyi normalde seslendirildiği şekilde okuyacaklardır. Ancak böyle okusalar bile coşkun bir duyguyla söylenmiş gazelin vezninde sağlanmış başarı, bu küçük aksaklığı örtecektir. Öte yandan bu kusuru gidermek adına mısraı meselâ aşağıdaki şekillerden biriyle söyleyelim:

“Dil için sâkîyi mi‘mâr eyledim meyhânede”

“Kalb için sâkîyi mi‘mâr eyledim meyhânede”

“Kalbe bir sâkîyi mi‘mâr eyledim meyhânede”

Evet, imâleden kurtuluruz. Ancak mısra öncekine göre daha güzel oldu mu? İlk ikisinde, «gönlüme»deki ismin «e» hâli kaybolup mânâda bir büzülme oluyor. Sonuncusunda «sâkî» bilinen (ma‘hûd) bir sâkî veya sâkî cinsi olmaktan çıkıp herhangi bir sâkî oluyor ve neticede bir tatsızlık oluşuyor. Şüphesiz mevcut hâldeki güzel söyleyişin ayarında imâle barındırmayan bir söyleyişi mümkün kılacak bir yol bulunabilir ve bunu en iyi yine şairin kendisi yapabilir(di). Ancak bu; bazen mânâ daralmasına ve tatsızlıklara yol açabilir, ki burada bizim ifade etmek istediğimiz de budur.

Yine Nâcî’den başka bir örnek verelim:

Tepeden nasıl iniyor bakın,
Şu kızın nişanlısı şanlıdır.
Yaradan nazardan esirgesin,
Koca dağ gibi delikanlıdır.

Son mısradaki üçüncü kelimenin italik karakterle gösterilen son hecesinde imâle vardır. Nazım vezinle o kadar bütünleşmiş ki; sadece bir dörtlüğü almış olmamıza rağmen söz konusu hece uzatılmadan okunduğunda bile, bir aksaklık hissedilmemektedir. Bu durumda mısraı;

Koca dağ kadar delikanlıdır.

gibi alternatiflerle imâleden kurtarma arayışları daha iyi hâle getirmeyecektir.

İmâlenin her yerde kusur görülmeyebileceği ile ilgili nazariyemiz, geçen sayılarda üzerinde durduğumuz Arap aruzu ve açık heceleri çok olan yeni kalıplar kullanmak sûretiyle Türk aruzunun imkânlarının genişletilebileceğine yönelik düşüncelerimize bir zeyldir. Yoksa aruzun hiç kusursuz örnekleri edebiyatımızda öteden beri verilmiş, hâlen de verilmektedir.

Velhâsıl bütün iş şu noktada düğümlenmektedir: Aruzu kusursuz kullanmak yetmez. Ondan daha mühimmi manzûmenin onunla bütünleşmesini sağlayabilmektedir. Yahya Kemal’in derûnî âhenk dediği şey bu olsa gerektir. Ancak bu başarılırsa aruz mümâresesi olmayan, dolayısıyla mevzun bir sözü okurken mümârese sahibinin vezin bilmesi sebebiyle gönlünde tınılayan mûsıkîyi duymayan ortalama bir okuyucuya da aruzla söylenmiş bir şiirin diğerlerinden farkı hissettirilebilir. Bu da bizi önceki sayılarda belirttiğimiz şu neticeye götürmektedir:

Mevzûn olması bir sözü mutlaka şiir yapmaz. Şiir bunun ötesinde bir şeydir. Böyle olmakla birlikte; onunla iyi bütünleşmiş olması kaydıyla vezin, şiirin ses ve dolayısıyla mânâsına çok şey katar.