İKİ KUTUPLU DÜNYA

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

İnsan durmadan arıyor.

Her şeyi arıyor. Çünkü aramaya mecbur ve muhtaç.

Bir hastalık çıkıyor, hemen onun şifâsını araması lâzım. Bulması da lâzım. Aksi hâlde dayanılmaz sancılar içinde mahvoluyor. Yani;

Dert var, çare de var. Önce aramak şart. Sonra bulmak şart.

Mesele;

Bulmayı gerçekleştirecek mahiyette arayabilmek. Çünkü kuru kuruya arayışlar, insanı hiçbir şeye nâil etmiyor.

Maalesef;

İnsanoğlu; nefsinin kıskacında daralmasından dolayı, umûmiyetle bulacağı şekilde değil de kolayına geldiği şekilde aramayı seçer. Bu yüzden de bir türlü maksadına ulaşamaz. Tıpkı şu meşhur fıkrada olduğu gibi:

Nasreddin Hoca, ahırda yüzüğünü kaybetmiş. Fakat bakmış ki orası çok karanlık, çıkmış dışarıya. Tabiî güneş gibi ışığı görünce keyfi yerine gelmiş;

–Oh be, demiş; gün ışığında aramak varken gece karanlığında boşuna uğraşmak ne diye?

Heyhat;

Sokağın nûrunda aramak kolayına gelmiş ama, bu kolaylığın neticesi onu kan-ter içinde bırakmış. Yine de nafile. Ne kadar arasa bir işe yaramamış. Anlamış ki, bu şekilde günlerce uğraşsa, yine boş.

Hikmet çok açık:

Ahırda kaybolan yüzüğü, dışarıda ışık altında ve rahatlık içinde aramak, tamamen kolaydı. Fakat bulmak ise, tamamen zor, daha doğrusu imkânsızdı.

Oysa;

Nefsin işine gelmese de yüzük doğru yerde, yani kaybolduğu mahalde aransaydı, durum farklı olacaktı. Çünkü gübrelerin ortasında ve karanlıkta aramak, belki zor ve meşakkatliydi, ama bulmak ise tamamen kolay ve mümkündü.

Burada en isabetli tercih;

Aramanın kolaylığını seçerek bulmanın zorluğu ve imkânsızlığında boğulmak değil, bilâkis aramanın zorluğunu göze alıp da bulmanın kolaylığı ve mümkünlüğünde murâda ermektir.

Başka çare yok.

Şimdi;

Dünya ve âhiret huzurunu, yani iki âlemin de rahmet ve bereketini arayan herkes, bizâtihî kendisine bu gerçeğin ışığında şöyle seslenmeli:

“–Ey insanoğlu!

Dikkat et;

•Hayatı arıyorsun, lâkin nerede?

Bomboş fânîde.

Hep unutuyorsun;

Senin aradığın şekilde bir hayat, asla burada yok! O hayat, sadece âhirette var! Dolayısıyla onu burada değil, ancak orada aradığın takdirde bulabileceksin. Şayet bu gerçeğe nâdan kesilip de aykırı aykırı diretip durursan ve;
«–Bu dünyada eninde sonunda istediğim gibi bir hayat bulacağım!» diye uğraşırsan, eyvahlar olsun! Sen de, bu boş uğraşmanın âkıbetinde, önceki gafillerin bir ömür arayıp da bulamadan ölüp gittikleri ve helâk oldukları gibi hüsrâna uğrarsın…

Unutma;

“Esas hayat yalınız âhirettir ey yolcu!”

Durmadan;

•Rahatı arıyorsun, ama nerede?

Burada. Fakat yok ki bulasın! Bu fânî âlem ile rahatlık bir arada takdir edilmemiştir. Görmüyor musun; bu devranda kendi rahatını seçenler, bütün dünyayı rahatsız ediyorlar. Bu mu rahatlık? İbret al; bir ailede bir kişi kendi rahatını putlaştırsa, o yuvadaki herkesi huzursuz eder. Bu mu rahatlık?

Haberler kötü;

Bu fânîde şeytânî dürtülere kapılıp da üç kuruş rahatlığı düşünenler, başlıyor çalıp çırpmaya. Nefsinin rahat etmesi için haram ve helâli bir kenara fırlatanlar, kendinde de toplumda da sükûnet ve sekîneti darmadağın ediyorlar. Bu mu rahatlık?

Mâsum mâsum;

•Keyif arıyorsun, lâkin nerede?

Burada. Oysa bu fânî, ebedî âlemi kazanabilmek için sadece keyfiyeti şart koşmakta. Bu dünya; sanılanın aksine, keyfetme yeri değil, keyfiyeti ispat yeri.

Ey insanoğlu;

•Zevk arıyorsun! Nerede?

Burada. Azap tuzaklarında. Gazab-ı ilâhînin can dağlayan feryatlarının tam ortasında. Uyan; gazap ve azâbı, nasıl oluyor da zevk zannediyorsun?

Kendine;

•Lezzet arıyorsun! Nerede?

Ne yazık ki, tatlı günahların tatsız pençesinde. Boşuna ümitlenme!

İllâ;

•Zenginlik arıyorsun, nerede?

Kanaat yokluğunda ve mahrumiyetlerde. Gönül cimriliğinde. Bunlar, ancak mahşer iflâsı.

Elbette;

•Tanrı arıyorsun, nerede?

Taşta, toprakta, nefsinde ve şeytanda. Bulabilir misin hiç? Asla! Çünkü bulmak istediğin varlık, yüce yaratıcı olmasına rağmen, körü körüne aradıklarının hepsi de sadece yaratılmışlar, sadece âciz şeyler.

Sonra;

•Mutluluk arıyorsun, nerede?

Kötülük ve isyan kuytularında, itiraz ve şüphe zindanlarında, gaflet ve cehâlet girdaplarında. Âkıbet, çaresizlik içinde daha derin acıların, ıstırapların ve musîbetlerin kahrına dûçâr oluyorsun.

Temelli;

•Huzur arıyorsun, nerede?

Müsrif gardroplarda. İblisin kurduğu ve yönettiği oyunlarda ve oynaşlarda. Bitmek bilmeyen boş heveslerin dipsiz uçurumlarında. Yâhû, zaten bunlar sana muzır olan şeyler. Bunlar, dertsiz başına ebedî belâlar açan felâketler. Öyle değil mi?

Hatırlasana;

Sen bütün aradıklarını cennette bıraktın?

İstediğin tüm güzelliklerin ve özelliklerin hepsi de ancak oradaydı.

Hâl böyleyken;

Orada yitirdiklerini ne diye dünyada arıyorsun? Görüyorsun ki bulamayacaksın. Senden önce de kimse bulamadı. Nasıl bulsunlar ki, aradıkları şeyler, burada değil, yalnız orada.

Öyleyse vakit varken;

Aradığın definelerin ve hazinelerin yerini doğru ve sağlam öğren!

Hiç unutma;

Gerçek bir definenin doğru ve sağlam haritası elinde olanlar, ona ulaşmak için nice erişilmez dağları ve sarp kayalıkları aşıyorlar. Araması daha kolay diye keyiflerine uygun gelen bir yerde dolanıp durmak gibi bir şaşkınlığa düşmüyorlar, yani boş yere zaman kaybetmiyorlar. Onlar; doğru adrese götüren yolda birbirinden beter tehlikeler çok diyerek kendilerini, o defineyi başka yerde aramak hatasına düşürecek hiçbir felsefe uydurmuyorlar, hiçbir yoruma sapmıyorlar ve hiçbir bahaneye de saplanmıyorlar. Ellerindeki gerçek harita dışındaki her arayışa aptallık olarak bakıyorlar ve ulaşacakları hazinenin sarhoşluğuyla da, hiçbir şeyden şikâyet etmeden her türlü sıkıntıya bile dört elle sarılıyorlar. Bu uğurda, o mâlum haritadan başka her türlü zıt fikre de zıt duyguya da, sadece boş bir hayal olarak bakıyorlar ve o aldatıcı şeyleri aslâ benimsemiyorlar. Biliyorlar ki, aksi hâlde hazineye ulaşmaları mümkün olmayacak.

O hâlde;

Tekrar bak;

Ne arıyorsun? Nerede arıyorsun?

Sakın;

Ey insan, cennette kaybettiğini cehennemde arama! Sakın, cennet nimetlerinin içinde yitirdiklerini cehennem âfetlerinin içinde bulacağını zannetme!

Aman dikkat;

Her şeyi tecrübe etmediğin ve edemeyeceğin için her zaman illâ nice meselede bilgisizlik ve toyluk tarafın olur. Bu bakımdan neticeleri görmedikçe asla koşup durma! Daima, öncekilerden ibret al! Doğru adresi Hazret-i Allah, senin tam eline verdi, sakın ola bu adrese gözlerini kapalı tutma! Sen bu fânîde çukurlarla dolu bir yolda yürüyorsun, asla gözlerini pusulara karşı yumma! Yoksa bu hâl, nedâmetten nedâmete yuvarlar.

Fark et;

Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir.

Bizim medeniyetimiz;

Ancak hidâyettir; Kur’ân, Sünnet ve insanlık medeniyetidir.

İllâ şefkattir; rahmet ve merhamet medeniyetidir.

Mutlaka zarâfettir; ardında çil çil kubbeler serpen bir medeniyettir.

Bizim medeniyetimiz;

Hiç şüphesiz ki, gönüllerin fethidir. En kātil vicdanları bile en mübârek insanlar hâline getiren bir medeniyettir bu.

Bir de;

Vahşetlerin ve dehşetlerin çirkin yüzü var bu devranda.

Bu;

Bulmak istediklerini yanlış yerde arayıp da bulamayınca çıldıranların oluşturduğu bir zulüm deniyyeti. Her virajda;

“Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” dedirten bir mezâlim.

İnsanlığın mânâsına da maddesine de en ağır işkenceleri revâ gören bir uğursuzluk ve bunu çekinmeden gerçekleştiren bir şenâet. Her meselede;

“Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!” diye haykırtan bir rezîlet!

Kanlı ihtiras. Kabir gibi binalarda ölümü unutup da varsa yoksa dünya diyen bir hırs içinde savruluş.

Kendi çıkarları nâmına herkesi sömüren bir sadizm.

Zaten dünya;

Bundan dolayı en az iki kutupludur daima.

Herkesin;

Aramak ve bulmak hususunda önüne çıkan iki tercihten birini seçmesinden kaynaklanan iki kutup.

Biri;

Âhirete kapalı, dünyaya açık.

Diğeri;

Dünyaya kapalı, âhirete açık.

Biri şuursuz diğeri şuurlu. Biri ölü, diğeri diri.

Âdeta;

Tek kürede iki ayrı dünya.

Her şeyde bu gerçeğin akislerini ve neticelerini görmek mümkün. Çünkü ruhlar, sanata da in’ikâs eden asıl karakter. Bu itibarla bizim medeniyetimizde hangi esere baksak, onu yapanların güzel ve rûhâniyet dolu akislerini ve mânevî izlerini görürüz. Meselâ muhteşem Süleymâniye, rakipsiz Selîmiye ve emsalleri, bize daima İslâm sanatının inceliklerini ve ne kadar zarif olduğunu gösterir. Hiç bıkmadan bir seyran güzelliği ikram ederler gözlerimize de, gönüllerimize de.

Buna mukabil;

Kilise mimarîlerine baktığımızda, onlarda ise dik ve sivri şeyler takılır nazarlarımıza. Sertlik ve kaktüs gibi bir duruş, gözleri acıtır. Kasvetli atmosferleri, zaten ayrı bir garâbettir. O boğuk yapılar, aslında bâtıl bir inancın bütün olumsuzluklarını bir arada temâşâdan başka bir şey değillerdir.

Kezâ şehrin mezar taşı gibi yükselen gökdelenler de bugün ayrı bir kaktüs gibi ruhlara darlık vermektedir. Bu darlığı güya nefsânî kolaylıklara sarmalayıp çözmeye kalksalar da bu, gönüller için iki kat daha perişanlıktır. Çünkü cenneti kaybettirebilir.

Diğer taraftan;

Medeniyetimizin ahşap binaları, cumbalı evler ve sair sıcacık yapılarımız; ayrı bir huzur tezahürüdür.

Birinde tevâzu, kardeşlik, sükûnet ve rahmet duyguları, diğerinde ise; enâniyet, benlik, düşmanlık, gurur, kibir ve vahşet duyguları vardır.

Bugün maalesef;

Batının çirkin deniyeti, bizim medeniyetimize de sirâyet ediyor. Nice mevzuda olduğu gibi bunda da ayrı bir istîlâ ve tesir altındayız.

Zengin, enflasyondan şikâyetçi;

“–Dolar yükseldi, ben iflâsa doğru gidiyorum.” diyor.

Fakir ve orta hâlli;

“–Her şey arttı, geçim zorlaştı.” diyor.

Toplumun bütün fertleri, müştekî durumda. Ne şüphe, bunda maddî sebeplerin yanında bir de mânevî sebepler mevzubahistir.

Mâlûm:

Dış görünüm takıntısıyla insanın saçı-başı şekilden şekle sokulurken kafasının içerisi ihmal edildi;

Akıl, idrâk ve şuur unutuldu!

Bu yüzden yüce dâvâyı, ulvî fikirleri ve yüksek meseleleri, onlara inananlar bile anlamaz ve anlayamaz hâle geldi. Kimisi anlamayı da istemez oldular.

Ardından;

Mikroplu rüzgârların ciğerlere doldurduğu boş hevesler, dopdolu hedeflerin yerini aldı:

Mukaddes dâvâ unutuldu!

İnsanı, cılız ve cüce dürtüler işgal etti. Can alan virüslerin soslu lezzeti, beşeriyetin en büyük hazzı ve kavgası hâline geldi:

Muhabbet ve aşk unutuldu!

Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a aşk ile kulluk için verilen sevgi, şeytanî câzibelere kendisini kaptırarak yolunu şaşırdı. İğrenilmesi gereken kötülüklere kurban edildi. İştiyaklar, sırf nefsâniyete bağlandı ve zavallı insan, ne hazindir ki, ebedî hüsrâna müştâk oldu. Süflîleşen her muhabbet ve aşk da, artık iblislere teslîmiyet ve itaati güzel gösterdi:

Hakk’a itâat unutuldu!

Sonunda;

Ölüm ve âhiret unutuldu!.. Televizyon, internet, modalar vesaire ölümü de âhireti de unutturdu. İnsan bir selde kütük gibi akıp gidiyor. Çünkü;

İffet unutuldu!.. Hattâ dindar sayılan çevrelerde bile tesettür, âdeta giyinik çıplaklık hâline geldi. Çünkü;

Helâl ve haram unutuldu! Hele ki, Allah ve Rasûlü’yle savaşmak demek olan fâiz her tarafa bulaştı! Şu hadîs-i şerîf, ne kadar mânidar:

“Öyle bir zaman gelecek ki faiz yemeyen kimse kalmayacak faiz yemeyenlere de faizin tozu bulaşacaktır.” (Hâkim, Müstedrek, II, 11; Ebû Dâvûd, Büyû, 3)

Bir de;

اَلرَّاش۪ي وَالْمُرْتَش۪ي فِى النَّارِ

“Rüşvet veren de alan da ateştedir.” (Taberânî, Evsat, II, 296) hassâsiyeti, muhasebelerimizin dışına atıldı. Yazık ki;

Rüşvet her tarafa yayıldı. Bu yüzden Allâh’ın yardımı ve bereketi azalmaya kesildi. Tek çare özümüze dönmek. Nedir o?

Gönüllerimizde ve nabızlarımızda Rasûlullâh’ın bulunması. Âyette buyurulur:

“Sen onların içinde iken Allah, kendilerine azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah kendilerine azap edici değildir.” (el-Enfâl, 33)

Demek ki;

Her ahvâl karşısında en önce alınacak yegâne tedbir:

•Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ etmek.

•Samimiyetle seherlerde istiğfara devam etmek.

Yoksa;

Çare aramak nâfile.

Velhâsıl;

Aradıklarımızı bulabilmek ve onlara nâil olabilmek, ancak bu iki hakikatle mümkün…

Yâ Rab!
Nasîb et!
Âmîn…