Bursa’da Asırlık Bir Çınar TESBİHÇİ HÜSEYİN EFENDİ

Hasan TURYAN hasanturyan@gmail.com

Muhterem üstadlarımız Musa TOPBAŞ ve Osman Nûri Efendi’lerin güzel tabirleri üzere yolumuzun muhteremi üç Hüseyin Efendi vardı.

«Nevşehirli Hüseyin Efendi», yatarken dahî edeben ayaklarını hiç uzatmayan «Samsunlu Hüseyin Efendi» ve dahî dûa makamında asırlık çınar «Bursalı Tesbihçi Hüseyin Efendi».

Bu yazı ana hatlarıyla 2000 senesinde Hüseyin Efendi’nin bizzat kendisiyle yaptığımız bir röportajdan kaleme alınmıştır.

Tesbihçi Hüseyin Efendi nüfus kayıtlarına göre (hicrî 1336’da diye ifade edilse de oğlunun verdiği bilgiye göre 1334’te yani) 1918’de Bursa’da doğdu. Babası Hâfız Ali Efendi, annesi Râbia Hanım’dır. Anne tarafından dedeleri Köstendil’den, baba tarafı Üsküp’ten Bursa’ya göç etmişlerdir. Çocukluk hayatı Doğan Bey Mahallesi’nde geçti. İlk tahsilini Demirtaş İlkokulu’nda tamamladı. Ulu Cami’nin batı tarafında Herakeciler Çarşısı vardı. O çarşıda ayakkabıcı Ahmed Hamdi Ustanın yanına çırak girdi. Ustalık belgesini de ondan aldı. Daha sonra Aynalı Çarşı’da vakıflara ait yüksek tavanlı dükkânlardan birini kiralayarak 1958’deki Kapalı Çarşı yangınına kadar ayakkabıcılık mesleğini orada devam ettirdi. Hüseyin Efendi’nin verdiği bilgiye göre; bu yangında, İvazpaşa Camii’nden yukarı Tahtakale’ye oradan Tophaneye ulaşan caddeye kadar her taraf harap olmuştu. Bundan sonra iki yıl kadar Doğan Bey’deki evlerinin Fevzi Çakmak Caddesi’ne bakan tarafında bir oda ihdâs ederek, ayakkabı imalât ve tamirciliği ile geçimini sağlamaya devam ettiler. Hüseyin Efendi mesleğinde öyle maharet kazanmıştı ki; zamanın usta ayakkabıcılarından kulakları duymadığı için «Kulaksız Mehmed» lakabıyla meşhur olan Mehmed Efendi’den daha güzel, daha sağlam ve daha kaliteli iskarpinler yapmaktaydı. Bu sebeple onun yaptığı ayakkabılar çok beğenilir, tercih edilir olmuştu. Bursa eşrafı, ayakkabılarını ona yaptırırlardı. Müşterilerin onun imalâtını tercih etmeleri diğer meslektaşları arasında biraz kıskançlık konusu oldu;

“Onun ayakkabılarında kuş mu var ki herkes onu tercih ediyor?” demeye başlamışlardı. Bu vesileyle eskiler onu Kunduracı Hüseyin Efendi olarak bilirler. 1960 Ramazan Ayı başında, Ulu Cami’nin doğu avlusuna bitişik eski baraka dükkânlarından birini satın alarak tesbih, takke, Kur’ân-ı Kerim ve dînî kitaplar üzerine ticaretle evin geçimini temine başladılar. Belediye; barakaları buradan kaldırınca, ona Ulu Cami’nin altında hamama bitişik bir dükkancık verdi. (Burası Allâhu a‘lem Hüdâyî Hazretleri’ni irşâd eden Eskici Mehmed Efendi’nin dükkânının yeri olsa gerek) 1980’li yılların başında da Emir Han’ın girişinde bir dükkân kiralayarak, aynı iş üzerine «dînî kitaplar, Kur’ân-ı Kerim, takke, tesbih satarak» geçimlerini temin ettiler. Bundan böyle Tesbihçi Hüseyin Efendi diye anılır oldu.

Hüseyin Efendi’nin hâtıraları arasında, hiç unutamadığı ilk mektep hocası ve aynı zamanda müdürü İrfan Efendi önemli bir yer tutar. Konusu açıldıkça sık sık ondan bahsederlerdi. Hüseyin Efendi; îtimat edilir, güvenilir kişiliğiyle okulda değişik ihtiyaçlar için toplanan paraların emniyetli kasası idi. Bir gün toplanan paralardan yirmi lira eksik çıkmıştı. 1930-32 yıllarında yirmi liranın değeri oldukça yüksek bir meblâğ idi. Annesiyle okula çağırılmışlardı. Annesinden yeterli azarı işittikten sonra, korka korka müdürün yanına çıktılar. Müdür İrfan Efendi;

“Biz o parayı bulduk, kasamızdaymış görmemişiz.” dedikten sonra ancak rahatlayabildiler. Okulda iki öğretmen vardı. Müzik öğretmeni Kadriye Hanım, diğer derslere giren müdür İrfan Bey.

Canciğer oldukları arkadaşları Şevki Efendi ile Havlucu Hamdi Efendiler seneler sonra onu bir eve sohbete çağırdılar. Reyhan’da gittikleri evde kendilerine izzet-i ikramda bulunanın müdürü İrfan Bey olduğunu görünce pek şaşırdı ve mahcubiyetinden ne yapacağını bilemedi. Meğer o da büyük pederimiz Es‘ad Efendi’nin talebesiymiş.

Hüseyin Efendi’nin tahsili yukarıda da bahsettiğimiz o zaman İrfan Bey’in müdürü olduğu Demirtaş İlkokulu’dur. Hepsi bu!.. Zâhirde bu; ortaokul yok, lise yok, üniversite yok ama öyle değil işte. İşin bâtın tarafı da var. İşin bu tarafına baktığımızda nice ortaokul, lise ve üniversite hocaları, profesörler ona metfûn ona hayran ve onun talebeleri olmuşlardır. Ne mutlu o insanlara ve onlardan biri olan Bursalı Tesbihçi Hüseyin Efendi’ye; zâhirde yüksek tahsil görmemiş, lâkin bâtında Allah Rasûlü ve O’nun yolunda yetişen hak dostlarının rahle-i tedrîsinde marifetullah ve muhabbetullah tahsilini tamamlayıp «Hiçlik» makamına ulaşanlardan olmuştur. İşte gerçek ilim ve gerçek tahsil!.. Rabbim bizlere de nasip etsin. Âmîn.

1939-1944 yılları arasında 36 ay süren askerliğinin bir kısmını Zonguldak-Bartın’da bir kısmını da Edirne’de yaptı. Mudanya’dan vapurla Tekirdağ-Muratlı istasyonuna, oradan trenle Edirne’ye geçtiler. Hüseyin Efendi ilk defa ana-baba evinden ayrılıyordu. Bu ayrılış ona çok ağır gelmişti. Bu sırada Allah’tan başka yardımcı olacak kimseyi göremiyor, kimseye derdini açamıyordu. Fırsat buldukça matarasındaki su ile abdest alır, bir ağaç altında namazını edâ eder ve çok ağlardı;

“Yâ Rabbî! Benim Sen’den başka kimsem yok!” der Rabbine yönelirdi. Bu yalnızlık onun daha fazla ibâdetlere sarılmasına ve daha fazla Allâh’a yakın olmasına sebep oldu.

Bartın’da bulunduğu sırada onu çok sevmiş olan kumandanı, kendisine sivilde bir oda tahsis etti. O orada ayakkabıcı mesleğini devam ettirdi. Bartın’ın dondurucu soğuk kış günlerinde; dışarıda üşüyenlere acır, herkesi çağırıp odasında ısınmalarını sağlardı. Fakirlere merhamet eder, çeşitli yardımlarda bulunurdu. Oranın halkı yoksul yoksulca olduğu için, bir gün kazandığı paraların hepsini geçen birine vermek diledi ve cebindeki bütün paraları masanın üzerine döktü. Hüseyin Efendi, bu düşüncelerle yoğrulurken o sırada bir pîr-i fânî geçti dükkânın önünden. O anda ertesi gün, memleketine göndereceği mektup geldi aklına; hemen göndereceği mektubun parasını onların içinden ayırdı ve kalanını bütünüyle gitti o ihtiyara verdi. Dükkânına dönünce bu defa da pişmanlık duydu. İçinden kendi kendine;

“Hani sen bugün bütün paraları tasadduk edecektin?” dedi ve hemen koştu mektup göndermek için ayırdığı miktarı da o pîr-i fânîye teslim etti. Koşup pîr-i fânîye seslendiğinde, o zât; paraları geri isteyecek diye çok endişelendi ama öyle olmadığını görünce de pek sevindi.

Askerlik öncesinde ailesine olan bağlılığı sebebiyle; ailece Geçit’teki teyzelerine, dayılarına giderlerdi. Hüseyin Efendi, akrabalarında yalnız kalmaz, babaları ile beraber olursa kalır; yoksa o da evlerine dönerdi.

Ahmed Hamdi Ustanın yanında çalışırken, dükkâna ustanın dostları gelir; huzur dolu sohbetlerde bulunurlardı. O; bunları can kulağı ile dinler, aşırı haz alırdı. Bu sohbetlerde Allah dostlarının hâllerinden söz edilirdi.

ADANALI MAHMUD SÂMİ EFENDİ İLE TANIŞMALARI

O günlerde Adanalı Sâmi Efendi’den söz ediliyor, onun Bursa’yı ziyaret edeceğinden bahsediliyordu. Çok medh u senâsı yapılıyordu. Hüseyin Efendi; henüz onu tanımıyordu. Ama içinden de;

“Kimdir bu Sâmi Efendi? Nasıl görmeli kendisini, nasıl tanışmalı, konuşmalı?!.” diye düşünüyordu. O zaman Bursa küçük yer; çarşıda, pazarda herkes birbirini tanıyor, cami cemaati ise daha yakın tanışıyorlardı. Gönlünü huzura kavuşturmak, huzurlu insanlarla tanışıp görüşmek arzusunda olan Hüseyin Efendi; gelen yabancı misafirlerin Ulu Cami veya Orhan Camii’nde olabileceklerini, vakit namazlarını, bilhassa sabah namazlarını Ulu Cami’de kılabileceklerini düşünerek sabahları erkenden kalkar Ulu Cami’ye gider orada yabancı kimse göremezse Orhan Camii’ne koşar, orada aradıklarına kavuşmak isterdi.

Daha çocukluktan kendisini tanıyan cami cemaatinden Fuat Bey; onu namaz kılmasından ötürü sever, cami çıkışlarında cebinde ne bulunursa ona verir, onu sevindirirdi. Fuat Bey; Orhan Camii altında, şimdiki Bursa kebapçısının bulunduğu yerde oturuyordu. Genç Hüseyin Efendi, Ulu Cami ile Orhan Camii arasında gidip gelirken onunla karşılaştı. Fuat Bey onu görünce;

“–Haydi seni bize götüreyim. Benimle gelir misin?” dedi;

“–Evet!” cevabını alınca;

“–Ben pazardan biraz erzak alıp geleceğim, burada biraz bekler misin?” buyurdu. Genç Hüseyin Efendi;

“–Elbette memnuniyetle beklerim.” diyerek beklemeye koyuldu. Nasıl beklemesin ki, zaten bu arayış içinde değil miydi? Orhan Camii’nin doğu girişindeki büyük demir kapının yanında bekliyordu. Fuat Bey tarafından görülsün, gözden ırak kalmasın diye de biraz meydanda duruyordu. Fuat Bey; çarşıdan alacağını aldı, geldi. Beraberce eve geçtiler. Fuat Bey, sabah kahvaltısı için sofra hazırladı. Genç Hüseyin Efendi de sofra düzenlemesinde ona yardımcı oldu. Bu sırada kapı çalındı, bir zât geldi, onu içeri bir odaya aldılar. Biraz sonra Fuat Bey Hüseyin Efendi’ye;

“–Haydi sen yanına gir, görüşün!” deyip onu içeri gönderdi. Kapıyı da kapadı. Hüseyin Efendi ne olacağını, ne diyeceğini bilemedi. Sâmi Efendi’ye uzak oturmuştu. Sâmi Efendi kendisine;

“Yakın gel evlâdım.” dedi. O da dizleri üzerinde yürüyerek yaklaştı;

“Daha yakın gel.” dediler.

O da, denildiği gibi yaptı.

Kendisi şöyle anlattı:

“On beş yaşındayken bir rüya görmüştüm, bir duvarın önündeydim. Duvarın üzerinde dikenli tellerden oluşan bir çit vardı. O duvardan içeri girmek çok zormuş. İnsanlardan bekleyenler de vardı. Birden kolaylıkla o duvarı aşıp, bahçenin içine giriverdim. Yukarıya doğru devam eden bir yeşillik var. Yeşilliklerin arasından yamacı tırmanıyorum, en tepede büyükçe bir ağaç görüyorum. O ağacın altına kadar varıyorum. Üç kişi oturuyorlar. Yaklaşıyorum biri Peygamber Efendimiz’miş, diğeri Hazret-i Ebûbekir Efendimiz, üçüncü kişiyi tanıyamıyorum. İşte Fuat Efendi’nin evinde misafir odasına girip de başımı kaldırıp baktığım an, o yıllar önce rüyada gördüğüm üçüncü kişinin kim olduğunu çözüveriyorum. Bu; yıllardır içimde biriken muammâ kişi, meğer Mahmud Sâmi Efendi Pederimiz’miş. Bu görüşmede; bana eliyle işaret ederek yaklaşmamı istediler. Ben edep bilmem ki, biraz ilerledim yine ortada bir yerlere diz üstü oturdum. Tekrar çağırdılar, yanlarına varana kadar. İşte gönüllerdeki mânevî alışveriş orada başladı. İşte o anda ders tâlimi yapıldı. O derste nice sırlar doluydu.

Ondan sonraki yaşayışımı da bilmiyorum. Güneş karşısında eriyen bir yağ parçası gibi eridim gittim. O andan beri de ömrümü onların hasretiyle, yakınlıklarını arayarak geçirdim. Rabbim inşâallah bu sevgimizin yüzü suyu hürmetine, bizi hep onlarla beraber eyleyip, beraber haşreylesin. Âmîn!..” diyerek sözünü bir duâ ile tamamladı.

Aradan yıllar geçti. 1980 sonbaharına doğru Muhterem Üstad Musa Efendi Hazretleri kendisini bir gün; gece saat 02:00’da devlethâneye davet etti. O gece Sultânü’l-Ârifîn Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri de oradaydı. Abdest alıp teheccüd namazını kıldılar. Gecenin seherinde üç Allah dostu bir araya gelmişti. Bir zaman bir arada kaldılar. Bu davette Sâmi Efendi, Tesbihçi Hüseyin Efendi’ye vazife vererek Bursa’da evlâtlarının terbiyesini ona emânet etti.Bu hâdiseyi kendilerinden dinleyelim:

“Bir gün Musa Efendi Pederimiz’le Orhan Camii’nin avlusunda karşılaştık. Fakire;

«–Akşama bize gelebilir misiniz?» buyurdu.

«–Hay hay efendim!» dedim. Bereket; «Kaçta geleyim?» diye sormuşum.

«–Saat ikide…» buyurdular. Ayrıldık. «Böyle bir davet nasıl oldu?» diye sevinçle pazardan ne aldığımı bilmeden birkaç alışveriş yaptım ve eve döndüm.

Şimdi eve; «Saat ikide bir yere davetliyim.» desem; «Gece ikide davet mi olur, kim bilir nasıl bir işin var da bizi böyle avutuyorsun?!.» diyebilirler. Dükkânımız Cami-i Kebir’in avlusunda o zamanlar; geceleri bazı etraf vilâyetlerden, kazalardan büyük otobüsler gelir orada konaklar, yolcular şadırvanlara koşar, açık dükkân olursa da eşine dostuna hediyelik eşyalar alırlardı. Benim böyle bir durumum da olunca eve;

«Siz vakitlice istirahat edin, eğer beni yerimde bulamazsanız merak etmeyin!» diyerek bir haber verdim ve yarım da olsa bir izin almış oldum. Yatsıyı kıldım. O yatsı namazı, tarifi imkânsız bir huzurla kılındı. Hem Rabbim’in huzûrundayım hem de O’nun bir yakınının davetine icâbet edeceğim. Hak etmediğim hâlde bunu kendime bir hak olarak mı görüyorum diye korkuyorum. Çünkü ben anlayışı az, âciz birisiyim.

Saat birde evden çıktım. Evimiz Bursa’nın eski mahallelerindeydi. Bulgarlar Mahallesi’nden, Çatalfırın’dan, Çelikpalas’tan, Çekirge’den Uludağ yoluna kadar hiç kimseye rastlamadım. Zaten Servinaz Oteli’nin ilerisinde yerleşim yeri yoktu. Gecenin yarısında o yolları yürüyerek gidiyorum. Ama zerre kadar da yorgunluk duymuyorum. Sanki yollar dürülüyor. Nihayet devlethânenin önüne geldim. Musa Efendi; diğer zamanlar oradaki kelblerin yiyeceklerini verme vazifesi verdiği için, kelbler beni tanıyorlardı. İkiye çeyrek kala kapıya yaklaştığım zaman, o mübârek hayvancıklar iki ayakları üzerine kalkarak heyecanlanmaya başlayınca, -Musa Efendi’nin randevu titizliğine bakın ki- hemen kendisi evden çıktı, ben kapıyı çalmadan açtı. Herhâlde o saatte kapı çalınsın istemiyordu. Köpekceğizleri göstererek;

«–Bak seni sevenler de bekliyormuş.» diye latîfe ettiler. Sonra içeri aldı.

Ben ne olacağını da bilmiyorum. Sâmi Efendi Pederimiz’in abdest alması için bir hazırlık yapmış, ortaya bir örtü sermiş ve bir leğen koymuş. Kendileri çok ince bir zevke sahip oldukları için, o örtü ve leğenin renklerinin güzelliğini tarif edemem. Ama hayatımda öyle güzel şeyler görmedim. Sonra Sâmi Efendi’nin oturup abdest alacağı yeri belki döşemeci o güzellikte tanzim edemez. Odada kendi kendime şöyle düşünüyorum:

«Yâ Rabbî! Bu iki büyük insan da Sen’in dostun, velin; acaba ben onların arasında bulunmakla fazlalık mı olacağım? Onlara Sen’den gelecek rahmete engel mi olacağım, beni affet!» Böyle düşünürken bir ağlama geldi, kendimi tutamıyordum. Ağlamaktan mendilim sırılsıklam oldu. Musa Efendi Pederimiz;

«Sus kardeşim!» veya; «Niçin ağlıyorsun?» gibi hiçbir şey söylemeden dizime yeni bir mendil bıraktı gitti. O mendil de ıslandı, yine sessizce bir yenisini daha bıraktı. Böyle 2-3 mendil bırakmış oldu.

Biraz sonra baktım, hareketleri hızlandı. Musa Efendi; tarifsiz bir edeple bekliyordu. Sâmi Efendi’yle Musa Efendi’nin arasındaki telefonu ben anlamıyorum. Ama birbirlerinden haberdarlar. Bana bir havlu verdi;

«Pederimizin abdestinden sonra tutarsınız bunu.» dedi. Heyecandan titriyordum. Sonra Sâmi Efendi, odalarından çıktılar, hazırlanan yere oturdular. Musa Efendi’nin öyle ölçülü bir su döküşü var ki onu ancak seyretmek gerekiyor. Avuçlarına döktükleri su, hangi âzâlarını yıkayacak ise ona yetecek kadar oluyor. Ne eksik ne fazla. Sonra teheccüd namazı için yine odalarına geçtiler. Musa Efendi hizmette o kadar dikkatliler ki, tam teheccüdü bitirdikten sonra kapıyı açtılar. Ve beni içeri aldılar. Kendime göre kendimi Musa Efendi’nin yanında biraz daha güvende hissettiğim için;

«O da içeri girse…» diyorum. Birkaç dakika sonra da Musa Efendi de geldiler. Üçümüzün orada geçirdiği bir zaman oldu. Kıymetini bilemedim. «Hakkım olmadığı hâlde böyle bir lutfun oldu» diye Rabbim’e içimden inleyerek hamd ediyorum. «Yâ Rabbî! Ben Sana lâyık değilim, sevgililerine de lâyık değilim. Bunun şükrünü nasıl edâ ederim?» diye hayıflanıyorum. Fakat o dakikada yaşadığım hâli ve sevinci nümûne gösterebileceğim bir şey yok ki; «Şuna benziyordu.» diyebileyim.

Gönül ve kalp bayramının tadını Allah hepimize tekrar tekrar nasîb eylesin. O Allah dostlarının güzel hâllerinden, muâmelâtlarındaki güzelliklerden bizlere hisseler nasîb eylesin. Peygamberimiz’le, ashâbıyla, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Câfer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bestâmî, Abdülhâlik Gücdüvânî, Şâh-ı Nakşibend, Hâlid-i Bağdâdî, Tâha’l-Harîrî, Tâha’l-Hakkârî, Es‘ad Efendi, Sâmi Efendi, Musa Efendi ile her gün o mübârek vakitlerde buluşmayı nasîb eylesin. Bizleri, o büyüklere evlât etmişler. O halkadan ayırmasın Rabbim. O büyükler bizim için;

«Yâ Rabbî! Bunlar bizi sevip itaat etmişlerdi, verdiklerimizi yerine getirmişlerdi, çağır onları da…» desinler diye ümit ediyoruz. Bizlere bunu dedirtebilecek bir itaati, hizmeti, edebi, emânete riâyeti Rabbimiz ihsan buyursun. Onların emânetleri çok önemli, o emânetlerin îfâ vakti olan seherleri iyi değerlendirelim. Rabbimiz seherlerde bizleri uyanık eylesin. Elimizi, ayağımızı, kulağımızı, o yolda kullanmayı nasîb eylesin. Gözümüzü, gönlümüzü o vakitlerde aydınlık eylesin. Âmîn…”

ŞEMÂİLİ

Hüseyin Efendi; ortaya yakın boylu, hafif pembemsi beyaz tenli, geniş omuzlu, minyon tipli, -sünnete uygun- siyahı az beyaz sakallıydı. Yüzü sevimli, hoş sözlü, vakarlı ve mütevâzı idi. Allah Teâlâ’nın emirlerine uyulması hususunda çok dikkatli olup; hocasına tam bağlı, teslîmiyetliydi. Hocası Sâmi Efendi’nin emirlerini yerine getirmekte en ufak bir eksiklikten, noksanlıktan çekinirdi. Sâmi Efendi’nin sözlerini, tavsiyelerini söylerken; ne bir fazla ne bir eksik söylemekten hicap duyardı. Kızgınlıkta ve yumuşaklıkta orta hâlliydi. Cömert ve iyilikseverdi. Bu konuda gizliliğe dikkat eder, âlimleri ve ârifleri sever onlara iltifat ederdi. Fakir-zengin ayırımı yapmaz; herkesi sever, herkesin gönlünü alırdı. Bu hâlinden ötürü herkes de onu sever ve herkes de kendisine yakın görürdü. Siyaset ilmine vâkıf olup gelenin durumuna göre konuşur, kimseye karşı kırıcı olmazdı. Talebelerinden her kim kendisini ziyarete gitse; onunla rahat konuşurdu, o hiç büyüklük taslamazdı. Yabancılara karşı kendisini belli etmezdi. Kendisinden harikulâde hâller bekleyenlere de; kendisinin ilmi olmadığını bir ümmî olduğunu ifade eder, gönüllerini alarak onları uzaklaştırırdı.

Hüseyin Efendi aile halkına karşı da çok şefkatliydi. Söz verdiği zaman sözüne sâdık kalır, randevularına saatinden önce hazırlanır, gecenin ikisinde, sabahın beşinde de olsa kimseyi kapıda bekletmezdi. Toplumda fertlerin kalplerinin taş kesildiği şu zamanda, onun gözlerinde yaş hiç eksik olmazdı. Özellikle seherlerde çok ağlar, ümmet-i Muhammed’e hayır duâda bulunurdu. Pîr-i fânî olduğu son yıllarında, sohbetlerin mânevî atmosferinden etkilenerek bazen hıçkırıklarla gözyaşı dökerdi. 1990 yılından sonra birkaç yıl süren göz tansiyonu rahatsızlığı yaşadı. İstanbul’da sert mizaçlı bir profesör olan doktoru onu görünce yumuşadı. Ona mülâyemetle muamele etti. Ona şöyle dedi:

“–Efendim, sizin gözlerinizin rahatsızlığı çok ağlamaktandır. Ama ben size şimdi; «Ağlamayın!» diyemem. Çünkü siz Muhammed ümmeti için ağlıyorsunuz.”

Birkaç göz ameliyatı geçirdi. Fakat gözleri şifâ bulmadı. Yirmi yıla yakın âmâ olarak yaşayan Bursalı Hüseyin Efendi, hâlinden hiç şikâyetçi olmamıştır.

Hüseyin Efendi seherlerde ağırlık basar da kalkamazsa; nefsini cezalandırır, bazen bir, bazen iki gün yemek yemezdi. Eğer aylardan Ramazan ise, sahurda yemeden oruç tutardı.

Reklâm yapılmayı hiç sevmezdi. Bir gün Üstâdı Musa Efendi’yi tanıtmak için birileri kahvehânede konuşmuş. Bunu haber alınca çok sinirlenmiş hattâ celâllenmişti:

“Bir Allah dostunun kahvelerde söylenmesine, reklâm edilmesine gerek yoktur. Bu terbiyesizlik olur. Ona karşı saygısızlık olur. Allah onu, dostunu; en güzel şekilde gönüllere yerleştirir, kalplere sevdirir. Allah dostunun reklâma ihtiyacı yoktur.” buyurdu.

İlk tanıştığımız zaman 1980’li yıllarda idi. Talebelerinin Cami-i Kebir’de belli bir yerde namaz kıldıkları dikkatimi çekmiş bunun mânâsının ne olduğunu merak ettiğimde; Sâmi Efendi Pederimiz’in orada namaz kıldıkları için oraya itibar edildiğini öğrenmiştim. Merakımdan bu durumu kendisine sordum. O, o zaman şöyle bir örnekle cevap verdiler:

“Meşâyıhtan biri hizmetinde bulunan talebesiyle yolda gidiyormuş. Talebe önünde gitmekte olan hocasının ardından öyle yürüyormuş ki, hocası ayağını nereye basarsa o da ardından oraya basarmış. Bu durumu fark eden hocası geriye dönüp;

«Evlâdım! Değil benim bastığım yerlere basarak yürümek, derimi yüzseler sana giydirseler gene de kemâle (olgunluğa) ermiş olmazsın; tâ ki benim yaptıklarımı yapmadıkça.» buyurmuş.”

Sohbetler kitaptan okumak şeklinde değerlendirilirdi. Peygamberimiz’in örnek hayatından, sahâbe-i kirâmın Peygamberimiz’e olan bağlılıklarından İslâm’ın yayıldığı ilk yıllarda sahâbenin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözlerini nasıl zamanında ve harfiyyen yerine getirdiklerinden, sâdât-ı kiram hazerâtının Allâh’a olan yakınlıklarından, onların güzel hâllerinden misaller verilirdi. O güzel hâllerin mâneviyat erleri tarafından da yaşanması için îkazlarda bulunulurdu. Özellikle seher vakitlerinin gafletle geçirilmemesi feyz-i ilâhînin oluk oluk aktığı o saatlerin tevbe ve istiğfar, kelime-i tevhid, Kur’ân-ı Kerim tilâveti, Allah -celle celâlühû-’yu zikretmek, O’na ilticâ etmek, zelil hâlini arz ederek O’ndan yardım dilemek… şeklinde mutlaka değerlendirilmesi gerektiği ifade edilirken sözü kendisi alır, gözyaşları içinde hıçkırıklarla ağlayarak, geçirilen boş vakitlerin acısını tâ kalbinin derinliklerinde hissederdi. Celâlli celâlli îkazlarda bulunurdu.

«Sözlerimle acaba incittim mi?» düşüncesiyle de Rabbine yönelir, talebelerinin her birinin kemal ehli kimseler olmasını ister, cân u gönülden dûa ederlerdi.

Hususî görüşmelerde hiç taviz vermez, yumuşaklık göstermez, murakabelerde de olsa evlâtlarının gevşememesi için sert îkazlarda bulunurdu.

23 Ekim Salı günü ikindi vakitlerinde Rahmet-i Rahmân’a yürüyen büyüğümüz, Bursa’nın dûa çınarı Hüseyin Efendi; tam bir asırlık ömrünü tamamlamış, kalabalık bir cemaat ile Ulu Cami’de öğle namazından sonra kılınan cenaze namazını müteâkip, Emir Sultan Kabristanı’na defnedilmiştir.

Kabrinin tarifi: Emir Sultan Camii batı kapısı merdivenlerinin başına gelindiğinde, merdivenlerden yukarı çıkmadan sol yandaki 3 kurnalı çeşmenin yanında dar bir yerden mezarlığa girilir. Uzun basamaklı merdivenlerden 50-60 metre kadar indiğimizde sağdaki duvarın bitiş noktasında köşede heybetli ardıç ağaçlarının gölgesindeki kabirdir. Allah -celle celâlühû- rahmetini, üzerinden hiç eksik etmesin. Âmîn…

Ruhları, kendi geçmişlerinin ve bütün ümmet-i Muhammed’in cümle geçmişleri için bir Fâtiha-i şerîfe, üç İhlâs-ı şerif okuyalım inşâallah…

Şair, edip Muhammed Ali EŞMELİ Kardeşimiz «Seyrî» mahlâsı ile 24 Ekim 2018 Çarşamba günü Tesbihçi Hüseyin Efendi’ye aşağıdaki beyitle vefat tarihi düşürmüştür:

Halk ölüm zannediyor vuslatı lâkin Seyrî,
«Hakk’a varmak bu ölümsüz, ebedî sırda huzûr!»