ŞİİRDE VEZİN ve KAFİYE -3-

Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

Klâsik şiirde vezin ve kafiyenin yanı sıra nazım şekilleriyle ilgili de farklı ve istisnâî durumlar mevcuttur. Meselâ müstezad adı verilen bir nazım şekli vardır ki, uzun ve kısa mısralardan oluşur. Söz gelimi uzun mısra;

«mef‘ûlü / mefâîlü / mefâîlü / feûlün»

tef‘ilelerinden oluşurken kısa mısra;

«mef‘ûlü / feûlün»

tef‘ilelerinden oluşur. Yani bir çeşitlenme ve genel kaideye bir muhalefet mevzubahistir. Ancak bu muhalefet de bir kaideye bağlı olarak gerçekleşmektedir. Modern çağa geldiğimizde bu muhalefete bir ilâvede daha bulunularak müstezâdın kalıpları kırıldı. «Serbest müstezad» adı verilen bu manzûmelerde uzun ve kısa mısraların manzûme boyunca aynı tef‘ilelerden oluşması ve dolayısıyla aynı uzunlukta olması şart görülmüyor, bu husus şairin inisiyatifine bırakılıyordu. Esasen bu, yukarıdaki istisnâdan yapılmış bir istisnâ gibiydi. Çünkü şair vezinle yine bağlıydı; ancak seçtiği vezin içinde kalmak kaydıyla mısralarının uzunluk ve kısalığını belirlemekte hürdü. Meselâ Ahmed Hâşim, meşhur «O Belde» şiirine;

Denizlerden

diye başlıyor;

Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.

şeklinde devam ediyordu. İkinci mısra, kullandığı; «mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün» vezninden oluşan tam bir mısra (veya klâsik şiirdeki müstezâdın uzun mısraını oluşturur) iken; ilk mısra, son tef‘ileyle bir önceki tef‘ilenin son yarısından oluşuyordu. Şiirinin devamında şair; mezkûr vezinden çıkmamakla birlikte, mısralarını bu veznin dilediği tef‘ileleriyle veya onlardan oluşan bir dizinin dilediği yerinden aldığı bir kesitle meydana getirmiştir. Hattâ bazen bütün bir mısraı bölüp onu birkaç mısra şeklinde okumamızı istemiştir. Meselâ;

Ne sen,

Ne ben,

Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ…

mısraları aslında vezin ve (devamı düşünüldüğünde) mânâsıyla bütünlük oluşturan tek bir mısradır. Ancak bunu şair bölerek üç mısra gibi okumamızı istemiştir. Şu hâlde şiirin başındaki «denizlerden» kelimesinin mânâca ikinci mısradaki «esen» kelimesine bağlı oluşundan hareketle bu iki mısraın birleştirilerek;

«Denizlerden esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin»

şeklinde okunabileceği vehmedilmemelidir. Öyle olsa vezin ve mânâsıyla bir bütün olan mısraı bu vasfına uygun olarak;

«Ne sen, ne ben, ne de hüsnünde toplanan bu mesâ…»

şeklinde yazıp öyle okumamızı ister, üçe bölmezdi. Dolayısıyla bu şiirle ilgili olarak yürütülecek şu mütâlâa, tartışmaya açık olacaktır:

Şair; şiirin başında, kullandığı vezne uygun gelecek tam bir mısra oluşturamadı. «Denizlerden» kelimesini ikinci mısraya da yerleştiremedi. Bu sebeple onu şiirin en başına konduruverdi…

İlk anda akla gelen bu ihtimali, yukarıda vezin ve mânâsıyla bir bütün olan mısraın üçe bölünmesi geçersiz kılar. Yeni anlayışa göre doğru olan îzah şudur:

Şiirin başında şairin sânihasına doğan yalnızca «Denizlerden» kelimesidir ve ilk mısra bundan ibarettir. Bunun öncesinde vezne uygun gelecek başka kelimeler ekleseydi haşv (dolgu) olurdu.

Demek ki modern çağda sadece nazım şekli ve manzûmenin kalıpları kırılmadı. Hâşim’in şiirinin devamında, sıfat ve mevsûfu birbirinden ayıracak derecede;

…Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ

Olan bu mâi deniz…

vb. kullanımlarda olduğu gibi mânâ da bölündü. Mânânın bir sonraki beyitte tamamlandığı «beyt-i merhûn» denilen kullanımlar, klâsik şiirde de vardı; ancak yine sınırları çizilmiş vaziyetteydi. Yeni şiirin en öne çıkan hususiyeti bu tür sınır ve kalıpları kırmasındadır.

Bu durum, kafiyede de görülür. Meselâ Hâşim’in mezkûr şiirindeki kafiyeler kadîm şiirde olduğu gibi belli bir düzeni takip etmez; bilâkis şairin inisiyatifine bağlıdır.

Demek ki serbest müstezad, klâsik müstezaddaki kırılmanın bir neticesidir. Ancak nazım şekli ve kafiye gibi şekille ilgili hususlardan, söyleyiş biçimi ve mânâya kadar çok büyük farklılıkları da beraberinde getiren bir kırılmadır bu… Böyle olmakla birlikte hâlâ bir unsurdan vazgeçilmemiştir. O da vezindir. Mısralar her zaman veznin tef‘ilelerinin tamamına karşılık gelecek şekilde söylenmiş değildir; ama mutlaka onlardan oluşan dizinin bir kesiti, biri veya birinin bir kısmı dikkate alınarak oluşturulmuştur.

Peki, vezni hiçbir şekilde kaale almayan şiirler nasıl zuhur etmiştir? Aslında onları da serbest müstezâdın bir diğer kırılması olarak görebilir ve tarihî bir hakikat olmasından sarf-ı nazar ederek şöyle bir mantıkî silsile mülâhaza edebiliriz:

Türk şiirinde aruzdan çok daha eski bir geleneğe sahip olan hece vezninde; aruzdaki gibi ses değeri değil, hece sayısı mevzubahistir. Aruz tef‘ilelerine hiçbir şekilde uymayan şiirler belki de öncelikle mücerred hece sayısına dayalı hece vezni içerisinde ortaya çıkmış, sonra o da hiçbir şekilde dikkate alınmaz hâle gelmiştir.

Bu faraziyemiz yanlış bile olsa bu tür şiirlerin, özellikle de klâsik nazım terbiyesi içerisinde yetişmiş şairlerce söylenmiş olanlarının bir kısmında yer yer aruza uygun bölümlerin dahî bulunuşu, başlangıçta bu tür içerisinde bile bir nazım mülâhaza edildiğini gösterir. Bu itibarla rahmetli Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın «serbest şiir» yerine «serbest nazım» denilmesi gerektiğini ileri sürmesi oldukça isabetlidir.

Bu noktada can alıcı soru şudur:

Vezni mutlaka dikkate almak gerekli midir?

Daha önce manzum sözü şiire eşit görmemiş, onun şiir olması için bunun ötesinde başka vasıflarının da olması gerektiğini belirtmiştik. O hâlde şiiri şiir yapan unsur, vezne uyması değildir. Sözü vezne uygun söylemek elbette büyük bir hünerdir. Ancak bunu fazlaca mühimsemek ve yalnız ona odaklanmak büyük bir aldanışa yol açabilir. Zira şairin büyük emek çekerek vezne uygun söylediği ve duyduğu âhenk sebebiyle büyük bir haz aldığı bir mısraı veya bir beyti çoğu zaman dinleyici fark etmenin bile uzağında kalmakta ve hattâ yanlış okumaktadır. “Bu, okuyucunun câhilliğinden kaynaklanıyor.” diyemeyiz. En azından her zaman diyemeyiz. Mademki, aruzun bir ses nizamı olduğunu ve bir âhenk temin ettiğini iddia ediyoruz, o hâlde hiç değilse ortalama bir dinleyicinin aruzla söylenmiş bir manzûmeyi diğerlerinden ayrı yere koyduğunu görebilmeliyiz. Bunları söylemekle maksadım şiirde veznin yerini küçümsemek değil, yalnız ona dayanmanın yanlış olacağını vurgulamaktır. Geçen sayıda bu hususla ilgili örnekler vermiştim.

Demek ki sadece mevzun olması sözü şiir yapmaya yetmez. Peki, nazmı hiçbir şekilde dikkate almayan bir metin şiir olur mu? Bu sorunun muhatabı zannımca benden çok okuyuculardır. Çünkü kanaatimce bu konuda müracaat edilecek en salâhiyetli mercî kabûl-i âmmedir. Eğer böyle bir söz, âmme nezdinde şiir olarak kabul edilme mazhariyetine ermişse o şiirdir. Yoksa değildir! Ancak günümüzde kabûl-i âmme üzerinde; «Kral çıplak!» haykırışını boğazlarda düğümleyecek ölçüde bir baskılamanın olduğunu da belirtmek gerekir.

(Devam edecek…)