KAPININ SAHİBİ

Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

–Tamam tamam, inince haber veririm inşâallah. Akşam dönüş uçağı rötar yapabilir, beni beklemeyin. Haydi, Allâh’a emânet olun inşâallah!

–Sen de Allâh’a emânet ol Hoca Efendi. Hayırlı yolculuklar. Allah ziyaretini kabul etsin inşâallah.

–Allah râzı olsun. Kalın sağlıcakla…

“–Sayın yolcularımız! İnecek olduğumuz havalimanındaki zemin probleminden dolayı, yedek havalimanına yönlendirildik. Gelişmeleri sizinle paylaşmaya devam edeceğiz.”

“Ooo bu da nereden çıktı?”

“Daha yakın havalimanları varken neden oraya?”

“Oldu mu şimdi?”

“Hoppalaa eee biz düğüne yetişecektik! Nasıl olacak şimdi?” gibi memnuniyetsizlik cümleleri art arda sıralanırken uzak koltuklardan birinden başka bir bakış açısı geldi:

–Değil mi pilot resti çekip inmeliydi? Geri adım atmak da ne demek? İnatla indirmeliydi uçağı. Tır gibi yanaştırmalıydı… En fazla ölürdük! Kaptanlık da bunu gerektirirdi…

Diğer yolcular bu söylenenlere bir mânâ veremedi:

–Ne demek şimdi bu?

–Sizin yersiz isyanlarınıza ne demeli? Adamlar durumu îzah ediyorlar işte! Ne desinler? Kim bilir kaç tane denge kolluyorlar bizi sağ sâlim gideceğimiz yere götürebilmek için!

–Ama otobüsle göndereceklermiş. Kaç saat sürüyormuş sen biliyor musun?

–Sağ sâlim varmanız, daha değerli değil mi?

Yolcular arasındaki bu söz düellosundaki adam, Yakup Hocanın dikkatinden kaçmadı. Uçak, diğer havalimanına indi ve yolcular otobüslere yönlendirildi. Yakup Hoca uzaktan o adama odaklandı ve aynı otobüse bindi. Yanındaki koltuğun boş olduğunu görünce müsaade alarak oturdu.

Yakup Hoca, otobüs yolculuğu muhabbetlerini severdi. Yeni yeni dünyalar ve hâtıralar ile tanışmış olurdu. Yol arkadaşı bir de hoşsohbet ve ehl-i namaz biri ise, o yolculuk bambaşka olurdu. Heyecanla muhabbet açacak bir vesile buldu; ama bu sefer durum hayal ettiğinden biraz farklı çıkmıştı. Özellikle müsaade alarak yanına oturduğu bu adam, hapishaneden yeni çıkmış ve uzunca bir aradan sonra memleketine dönebilen biriydi. Heyecanla başlattığı sohbet, ister istemez tedirgin bir şekilde devam etti:

–O adamı öldürdüğümde dünyayı bir pislikten temizleyeceğimi, sanki dünyaya huzur getireceğimi düşünmüştüm. Artık bir kahramandım… Tebrikler için sıraya geçilecek diye beklerken, pişmanlıklar silsilesinin ilk halkasını boynuma takmış olduğumu anlamam çok geç olmadı. İlk pişman olduğum an ise; vurduğum adamın yere düştüğü andı… Çünkü ben bir seri katil değildim. Ben bir canavar değildim. Ne yapacağımı bilemedim. Öylece kalakaldım.

–Anlık bir durum değil mi?

–Dünyayı kurtarmayı düşünerek başladığınız iş, dünyanızı karartıyor. Herkesi kaybediyorsunuz. Bak bugün tahliye oldum ve hapishane çıkışında karşılamaya kimse gelmedi. Çünkü kimse bugün tahliye olacağımı bile bilmiyordu. Kimsenin umurunda bile değilim. Etrafımdaki herkes artık beni; «Uzak durulması gereken biri…» olarak görüyor.

–Haklılık payları yok mu?

–Olmaz olur mu? Elbette haklılar! Sonuna kadar haklılar. Sonunda ben Cenâb-ı Hakk’ın emrini çiğnemiş bir günahkârım. Kimseye bir gönül kırgınlığım yok, olamaz da… Ama bugün yine birileri gelir mi diye heveslenmedi değilim. Hayırlısı, hepsinin canı sağ olsun…

–Tahliye olacağınızı kimse bilmiyor muydu? Öyle ânîden mi gelişti?

–Ânîden değil. Bir umut bekliyordum, ne yalan söyleyeyim. «İyi hâl» dediler. Delillerin cezamı hafiflettiği bazı pozisyonlar, yattığım sürenin ve içerideki ahvâlimin detayları… derken çıktık bakalım. Son mahkemelerime bile ne eşim ne de çocuklarım katıldı. Çünkü herkes haklı olarak beni suçladı ve onları düşünmediğim için beni eleştirdiler. En yakınlarım dâhil; «Ne gerek vardı?» diye başlayıp hakaretler ile devam eden cümleler kurdular. Ortağımın iyi niyetimi sû-i istimâli ve benim yersiz güvene dayalı bıraktığım boşluklar… «Bırakmasaydın!» dediler… Ama çoluk çocuğumun rızkına göz dikmesi, yıllarımın emek emek birikiminin içki masalarına meze oluşu beni yedi bitirdi. Zaten insanın gözü kararınca iş işten geçiyor. Akıl, düşünce ve denge yerini öfke ve şiddete bırakıyor. Sonrası zaten kocaman kocaman pişmanlıklar. İstediğin kadar îzah üret, anca kendini avutuyorsun. Netice? Parmaklıklar ardında sigara izmaritleri emerken buluyorsun kendini. Sigara alacak kadar bile paran yok, sahip çıkanın yok, hâl-hatır soranın yok. Oysa ben, kimlere neler yapmıştım. Zor zamanına yetiştiğim onca insan bir kere uğramadı bile… Ama haklılar; «Düşenin dostu olmaz!» denir. Olmuyormuş da… O yüzden düşmeyeceksin!

Peki nasıl düşmeyeceksin? İçeride düşünmek için çok zamanın oluyor. Uzun uzun düşüncelerin neticesi; aslında çok bilindik bir kapıya çıkıyor: «Peygamberimiz’in hayat ölçüleri…» 23 senelik nübüvvet ömründe, binlerce yıllık reçete yazmış da gitmiş. Rabbim şefaatlerine mazhar eylesin…

Kurban olduğum Allah; kitap göndermiş, peygamber göndermiş. Peygamberimiz de her yol ayrımına bir işaret, bir formül koymuş, tabiri câizse parmağı ile göstermiş. Ama görmeye göz, anlamaya öz gerek. Ben dolandırıldım ya her şeye hakkım vardı ya… O yol ayrımlarından bodoslama geçtim. Hoş, zaten ilk ayrımı kaçırırsan geri dönmek insana zor geliyor. «İleride düzeltirim nasıl olsa!» derken… Doğru yola girmek kolay ya; bir de ben hangi yolun doğru olduğunu iyi biliyorum ya, hani kalbim temiz ya. Şu sıkıntılardan bir kurtulsam bir daha asla girmeyeceğim yollar var ya… Ama doğru yoldan çıktık bir kere, bildiğin ters yöne girmişiz. Önce kırdırılan çekler, yüksek fâizli krediler derken, soluğu tefecinin masasında aldım. Ama niyetim hep temizdi. Bir gün her şeyi yoluna koyacak ve bir daha asla bulaşmayacaktım. «Şu sıkıntıyı da bir atlatayım, siz beni o zaman görün! İlk işim, hacca gitmek olacak. Ondan sonra namaz-niyaz…» derdim.

Ama hırs gözümü bürümüştü. «Bu bana nasıl yapılırdı?»

Sonrası malûm, sıradan temizlik yapacaktım kendimce. Bu adamları temizlersem; bunlar bir daha benim gibilere bulaşamayacaklardı. Onların yolunda gidenler ibret alacaklardı ve bir daha bu yollara tevessül etmeyeceklerdi. Ben belki içeri girecektim; ama dünyayı bu kemirgenlerden kurtarmış bir kahraman olarak… Bak bugün o kahramanı kimse hatırlamadı bile. Dört tane çocuğum var; en son telefon görüşmemizde evlâdımdan yediğim azarı, ne babamdan ne ustamdan ne de iş dünyasından yedim. Mevlâ’m ömür vermiş; bakalım düzeltebileceğim bir şeyler olursa, diyerek bir heves dönüyorum. Aslında karşıma ne çıkacak onu da bilmiyorum ya! Kestiğimiz biletin elbet bir bedeli olacak. Benim yattığım yılların soğutmaya yetmediği yürekler var, biliyorum.

–Peki, bir şeyleri düzeltebilecek gücün ve teçhizatın var mı?

–Elhamdülillâh namaza başladım. İçerideyken hocalar gelirdi. Cezaevi vaizleri… Bizim koğuşa denk gelen hoca, yaşayan da biri idi. Onu çok sevdim. İnanır mısın üç sene kadar geldi; bir kere bile bizim ne halt ettiğimizi sormadı. Lâfını bile ettirmedi. Hep yeni sayfa açmaktan, Allâh’ın af kapılarının ardına kadar açık olduğundan bahsetti. Dînimizin emirlerinden, Peygamber Efendimiz’in sünnetlerinin günümüz şartlarında nasıl uygulanabildiğinden bahsederdi. Hepimizi bir gün çıkacağımıza iknâ etti ve bugünlere bizi hazırladı. Kırıp döktüklerimizi nasıl toparlayabileceğimizi anlattı. Bir an önce tevbe ipine sarılmayı anlattı. Elbette hiçbiri eskisi gibi olmayacaktı; ama belki sonrası çok daha iyi olabilirdi. Çünkü biz başkasının tecrübesinden ders alma zekâsını gösteremedik. Kendi tecrübemizden bir nebze olsun ders alma aklını hatırlattı. Değilse kendi tecrübesinden bile ders almayan ahmakların âkıbetini anlattı. Ders alan aldı.

Bizden önce çıkanlardan ziyarete gelenler olurdu. Hiç arayanımız soranımız kalmayınca onlar uğrar oldu. Geldiklerinde hocanın ne kadar haklı olduğunu söyleyip bizi de heveslendirdiler bakalım. Nasip olursa Rabbim’i râzı edecek bir hayat sürmeye gidiyorum.

–Tevbelerin yegâne kabul edicisi O! İnşâallah affa mazhar olanlardan olursunuz. Yeter ki inancınızı ve umudunuzu kaybetmeyin! Şeytanın âdetidir; bazen Allâh’ın affıyla kandırır bazen de o kapıdan vazgeçirerek. Niyetiniz ve samimiyetiniz çok önemli. Bu kararın elbet bir imtihanı olacaktır. Asla pes etmeyin. Zira Allah’tan başka gidecek kapımız da yerimiz de yurdumuz da yok. Dönüş ancak O’nadır. Hani demiştiniz ya cezaevi vaizi için; «Bizi buradan çıkacağımıza iknâ etti.» diye. Oradan tabutla çıkmak da vardı. Bu fırsatı iyi değerlendirmek lâzım. Lütfen numaramı kaydedin, ihtiyacınız olduğunda arayın. Samimiyetinize inanmış bir kardeşiniz olarak, en azından derdinizi dinleyecek biri olarak her zaman hazırım.

–Estağfirullah hocam. Hâl hatır için de ararım müsaade olursa…

–Her zaman beklerim. Zor bir süreç sizi bekliyor. Dilimin döndüğünce, tecrübem yettiğince yanınızda olacağım inşâallah. Kim bilir, yarın birbirimize tutunacak dal oluruz.

–Ah be hocam nerede? Senin ayağına bağ olmayalım da…

–Cenâb-ı Hak, kalpleri evirip çeviren yegâne güç sahibidir. Kimin sonunun ne olacağını ancak O bilir. O; «Ben affederim!» dedikten sonra, bize ancak o kapıda hakkıyla yalvarmak düşer. Ölmedi isek kapının sahibinin bizden beklediği bir şeyler vardır değil mi?

–Allah râzı olsun Hocam. Ne iyi ettin de geldin. İlâç gibi geldin. Yolculuk nasıl geçti anlamadım. Özel duâ istiyorum, bekliyor olacağım. O af kapısının ardının hayali ile…

–Özel duâlarımda olacaksınız. Ben de bekliyorum. Allâh’a emânet olun. Allah yâr ve yardımcınız olsun…