TEVÂZU YÜKSELTİR, KİBİR ALÇALTIR!..

Ahmet ZİYLAN

Her insan değerli olmak ister. Değersizlik istenecek bir şey değildir elbette.

Fakat bir insanı değerli kılan nedir?

Gücü kuvveti mi? Boyu, posu, yakışıklılığı mı? Maddî gücü, makamı, mevkii mi?

Hayır!..

Bunlar Allâh’ın dünya hayatında imtihan için verdiği veya vermediği şeylerden ibaret…

Bir insanın gerçek değeri Allah katındaki değeridir. Takvâsıdır, güzel ahlâkıdır, şahsiyetidir, insanlara faydalı olabilmesidir.

Tevâzu güzel ahlâkın mühim bir maddesi olduğu için, insan mütevâzı oldukça değerli olur. Kibirli olunca değersizleşir. Günümüzde; kabardıkça, böbürlendikçe daha kıymetli olacağını zannediyor insanlar… Hâlbuki, daha da değersizleşiyorlar. Allah katında da, insanlar nazarında da…

Mevzuyu her zamanki gibi hâtıralarımızla açalım:

Abdussamed Abuden adlı bir arkadaşımız vardı.

Halepli idi. Türkçe de bilirdi. Kumaş tüccarıydı. Halep ve Türkiye arasında gider gelirdi. Yarı Türk yarı Arap biriydi. Halep’te Kapalıçarşı’da dükkânı vardı. Hatırnaz, mütevâzı, cömert biriydi. Türkiye’de de kumaş ticareti yapardı.

Ahbaplığımız vardı. Bir tarihte bizi üç günlüğüne Halep’e davet etti. Evlerinde misafir olduk. Bizi gezdirdi, her gün farklı şehirlere götürdü. Bizi memnun etmek için elinden geleni yapıyordu.

Bir gün dedi ki:

“–Bugün hem Halep’i gezelim, hem de benim bir şeyhim var; onu ziyaret eder, duâsını alırız ister misiniz?..”

“–Elbette!” dedik.

Halep’i gezdik. Sonra şeyhi ziyarete gidiyoruz. Şehrin merkezi sayılan çarşıda geniş bir kaldırım var. Arabayı bir yere koyduk. Arkadaşla beraber kaldırımda yürüyoruz.

Giderken; kısa boylu, entarili, başında takke, bir elinde toz süpürgesi, diğerinde faraş olan birini gördük. Yoldaki izmaritleri, çöpleri toplayıp, çöp tenekesine aktarıyor, yolu temizliyordu. Selâm verdik, selâmımızı aldı.

Yürümeye devam ettik. 3-4 dükkân daha yürüdükten sonra bir aktar dükkânına vardık. Gideceğimiz yer orasıymış. Dükkân boş idi. İçeride kavanozlar, kutular, şişelerle aktariye malzemesi var. Biz oturduk, biraz bekledik, dükkân sahibi olarak az önce yolu süpüren adam geldi. Abdussamed Beyin şeyhim dediği zât o imiş;

“Hoş geldiniz!” diyerek bize yakınlık gösterdi.

«Ben şeyhim! Ben yol temizlemem!» dememiş, eline süpürgeyi alıp yolu temizlemiş…

Yolun kirliliğine gönlü râzı olmamış halka hizmet ediyor.

Ne güzel!..

Bu zât, hizmet etmekle hiçbir şey kaybetmedi. Bizim de gözümüzde hiçbir değer kaybetmedi, tersine gözümüzde değeri arttı. «Çöpçüden de şeyh mi olur?!.» demedik. O çöpçü değildi, aktardı. Temizlik yaptı da neyi zâyî oldu?

Zaten tasavvufta en mühim esaslardan biri «hizmet» değil mi?

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, yıllarca yolları süpürmemiş mi? Cerahatli hayvanlara, kimsenin bakamadığı hastalara bakmamış mı?

Yûnus Emre Hazretleri, kırk yıl odun taşıyarak gönül yolunda pişmemiş mi?

Ne diyor mübârek:

Taptuk’un tapusunda, kul olduk kapısında,
Yûnus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillâh!

Hizmetin kıymetine dair çok kıymetli bir hâtıra daha:

Rahmetli Halil ORUÇOĞLU umre organizasyonu yapardı. Ramazân-ı şeriflerde 50-100 kişiyi toplar, bir de tur firması bulur, umre boyunca da işin başında dururdu. Tahsin SARIKAYA adlı bir tur firması ile anlaşmıştı.

Herkes gelebilsin diye, tabiî, tarifeyi ucuz isterdi. Tur firması da ona göre ev bulurdu. Uzak ve mahrumiyetler içinde… Zaten o yıllarda bu zamanki imkânlar nerede!.. Şimdiki gibi içinde banyosu, lavabosu olan, güzel, rahat odalar yok. Evler küçük, karı-kocaya bir oda verilir. Fakat aynı dairede oturan birçok aileye tek bir tuvalet var. Zor ve meşakkatli!..

Bir sene yine böyle bir umredeyiz.

Bir ayağı hiç olmayan bir umreci arkadaşımız vardı. O; tuvalete girmiş, affedersiniz bir de ishal imiş, çıkınca da hanımı unutmuş mu ne olmuşsa tuvalet perişan hâlde kalmış.

Ardından umreci arkadaşlardan Ali LEVENTOĞLU da hanımıyla tuvalete gitmiş. O da her şeyi düzgün isteyen bir kardeşimizdi rahmetli. Helâyı o vaziyette görünce küplere binmiş. Doğru Halil Bey ile tur firması sahibinin yanına geldi.

Biz de oradayız:

–Kötü otel tutuyorsunuz! Tuvaletler yetersiz! Temizlik yok!.. Bir tane tuvalet var onun da hâline çıkın da bir bakın!..

Onlar da ne yapsın, kendilerini müdafaa ediyorlar, bir şeyler söylüyorlar.

Rahmetli Dişçi Oğuz AYDINOL Ağabey de orada oturuyordu. Dinliyor bir şey söylemiyordu. Birazdan namaz vakti yaklaştı. Herkes dağıldı.

Ben de çıkmıştım. Az ilerlemiştim, seccadeyi unuttuğumu fark ettim. Yer bulamazsam mermerin üzerinde kalmayayım, seccademi alayım diye geri döndüm. Yukarı çıktım. Bir de ne göreyim:

Oğuz Ağabey; herkesin gitmesini bekledikten sonra, çıkmış yukarı, elbisesinin eteğini toplamış o perişan tuvaleti temizlemeye koyulmuş. Ben onu gördüm, fakat o beni görmedi. Rahatsız etmedim.

Aşağıda dinlemiş hiç ses etmemişti. Demek ki içinden karar vermiş, kimse görmeden orayı temizleyecek. Bir mü’min kardeşinin ayıbını telâfi edecek. Nefsini çiğneyecek!..

Aslında o lavaboyu temizlerken nefsini de temizleyecek. Kibri tevâzu ile, bencilliği hizmet ile yıkayacak, giderecek.

İşte tasavvufta insanı yükselten ve yücelten hizmet!..

O Oğuz Ağabey, bu hizmetiyle bir şey mi kaybetti? Aksine bu ve benzeri hizmetleriyle ve fedâkârlıklarıyla nice dereceler kazandı. İstanbul’da çok geniş bir bölgenin mânevî vekili oldu. Nice gönüllere zikrullâhı sevdirdi. İrşâd etti.

Allah ganî ganî rahmet eylesin!..

O hâli görünce Oğuz Ağabey gözümde küçüldü mü? Hayır! Daha da büyüdü. Hizmet ve fedâkârlık, insanı yüceltir.

Tasavvuf, Peygamber Efendimiz’in ve ashâbının hayatı değil mi? Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; insanlığın zirvesi, amma O tevâzuun da zirvesi. Kendi söküğünü kendisi dikiyor. İnşaatta O da taş taşıyor. Hendek’te O da girip kazıyor. Kim gelirse, kim müracaat ederse, kulak veriyor, dinliyor, değer veriyor. Birisine döneceği zaman bütün vücuduyla dönüyor. Ona tam değer veriyor.

Mekke’nin fethi günü bir Mekkeli yanına gelmiş, zavallı tir tir titriyor. Çünkü karşısında galip bir kumandan var. Mekke’nin yeni hâkimi var. O sebeple titriyor, korkuyor.

Peygamberimiz diyor ki ona:

“–Rahat ol… Ben senin, fakirlikten kurutulmuş et yiyen komşunun yetimiyim!.. Ben bir kral değilim!” (Bkz. İbn-i Mâce, Et‘ime, 30)

Yani; “Ben sizden biriyim, içinizden biriyim. Hattâ fakir bir komşunum…” diyor.

Bizim örneğimiz Cenâb-ı Peygamber Efendimiz…

Birkaç ay evvel, Gaziantep’in bir ilçesinde eski, tarihî bir mescid bulmuş, tamir etmişler. Açılışına bir merasim hazırlamışlar. Beni de çağırmışlardı. İcâbet ettim. Orada bir ikram da hazırlamışlardı. Vali Bey de oradaydı.

Masaya iki tane kül tablası koydular. Vali Bey, bunu görünce beni göstererek;

“–Burada bir büyüğümüz var. Ayıp değil mi onun yanında sigara mı içecek, içireceksiniz? Kaldırın bu kül tablalarını!..” dedi.

Anladım ki, kendisini ileri sürmek istemedi. «Benim yanımda sigara mı içeceksiniz?!.» demedi de, oradaki yaşça büyük bir şahıs olarak beni ileri sürdü. Mütevâzı, olgun bir davranış…

Orada sohbet esnasında ben de söz aldım. İnsanlara hatırlatmak için bazı hususlara temas ettim:

“–Vali de olsan, kaymakam da olsan, patron da olsan, ne olursan ol, oturduğun masanın üstünün temiz olması lâzım; temizleyecek biri yoksa da, sen temizleyeceksin!..

Büyüklük yok, kirli dökük saçık masada oturmayacaksın.

Temizleyecek biri varsa o temizleyecek elbet. O varken senin temizlemen de aşırı tevâzu olur. O da doğru değil. Bu da âdeta göstermelik ve gösterişlik bir tevâzu olacağı için, makbul değildir.”

Bu mesajlara çok ihtiyaç var. Maalesef günümüzde, üstünlük taslamak çok öne çıktı. Üstün çıkmak, üstün olmak için uğraşılıyor devrimizde. Hep en üste çıkmak. Kabarmak, büyüklenmek, kibirlenmek.

Üstün görünmek, üstün olmak için akla ne gelirse yapılıyor.

Kıyafetlerde israf, gösteriş haddini aşmış;

“Benim modacım filân, seninki kim? O marka artık modayı takip edemiyor. Ben olsam giymem, hiç kimse beğenmiyor, el âlem ne der? Ben 3 takım 5 takım birden aldım, aman sen de!.. Fiyatını mı düşüneceğim. Üstün görünmek lâzım, üstün olmazsan seni saymıyorlar…” gibi övünme dedikoduları yapıyorlar.

“Allah ne der?”, “Peygamber ne der?” demiyorlar.

Arabada da benzeri övünmeler:

“Benim arabam filân marka! Ben başka arabaya binmem! Daha onlar şu marka arabaya biniyor!»

Övünme, dedikodu; takıda, duruşlarda, davranışlarda her şeyde maalesef, hepsinde övünme, üstün olma kokuyor. Hâlbuki bu hâller, davranışlar, son derece yanlış hâllerdir.

Dînimizde övünme yok, üstünlük yok, üstünlük takvâ ile olur. Dinde de, ahlâkta da, örfte de, âdâb-ı muâşerette de çok çirkin bir hâldir bu.

Allah katında insanlar eşittir.

Mevlâ’m sana güç vermiş, güzel ses vermiş, güzel görünüş vermiş, akıl vermiş bunlarla da övünemezsin. Çok hayır hasenat sahibi olabilirsin; yaptığın iyiliklerle, cömertliğinle de övünemezsin. Hattâ bu hâllerle seni tanıyan birinin, yüzüne karşı seni övmesi bile hoş görülmemiş. Çünkü nefis var, herkes seni övünce kendini üstün görürsün diye.

Ama; «Ben seni Allah rızâsı için seviyorum.» demek güzel davranıştır. Güzel iş yapanları, mahir insanları takdir etmek, teşekkür etmek de güzel davranıştır. Boş yere övünenler için Ziya Paşa ne güzel söylemiştir:

Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

Dinde de, ahlâkta da, örfte de, âdâb-ı muâşerette de çok çirkin bir hâldir bu.

Cenâb-ı Allah, âyet âyet öğretiyor:

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma!.. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37)

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah; kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez!” (Lokmân, 18)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bakın ne buyuruyor:

“Allah, büyüklük taslayarak elbisesinin eteklerini yerde sürüyen kimsenin kıyâmet gününde yüzüne bakmaz.” (Buhârî, Libâs, 1, 5)

O gün, bu davranış kibir alâmeti imiş. Günümüzde de benzeri başka davranışlar var.

Bizim örf ve âdetimizde de sevilmez, kibirli ve büyüklenen kişiler. Bakın şu atasözlerimiz, gereksiz yere büyüklenen kişileri nasıl da ayıplıyor:

Alçak yerde, tepecik kendini dağ zanneder!

Abdal ata binince bey oldum sanır,
Şalgam aşa girince yağ oldum sanır!..

Bu atasözleriyle, evlâtlara; «Aman büyüklenmeyin, küçük düşersiniz!» denilmekte.

Bugün evlâtlarımıza, tevâzuu öğretmeliyiz. Sahip olduğu eşya ile övünmenin ve parayla, pulla, makamla mevkiyle böbürlenmenin çok çirkin olduğunu tâlim etmeliyiz.

Çünkü gerçek büyüklük, gönül âlemindeki tekâmüldür, olgunlaşmadır. İnsana o yüceliği, o vakar ve heybeti, Allah lutfeder. Onları, Allah gönüllere sevdirir. Öyle kişilerin kimse reklâmını yapmaz, insanlar onları kendiliğinden sever.

Maddeyle, eşyayla, sonradan görme hâl ve tavırlarla elde edilmeye çalışılan «büyüklük», aslında küçüklüktür. Kalp gözüyle bakıldığında, böyle bir üstün olma çabası, aslında rezil olmaktır. Çünkü mânen değer kaybetmektir.

Rabbim bizlere tevâzu ve hiçliği idrâk ettirsin. Kibirden, böbürlenmekten muhafaza buyursun. Âmîn…