BAŞKALARININ İYİLİĞİNİ İSTE!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Beş-altı sene önceydi, Mahmutbey’deki merkez binadayım.

Dördüncü katta bana ait bir odam var, gelen misafirlerimi orada ağırlarım. Kışın ancak 8-10 gün orada olurum. Senenin 2 ay yazın, 2 ay da kışın olmak üzere 4 ayını İstanbul’da, geri kalanını Gaziantep’te geçiririm. Bu sebeple firmada çalışanların çoğu beni tanımıyor; firmanın kurucusu, patronların da babası olduğumu bilmiyorlar. Birkaç kişi dışında ben de onları tanımıyorum.

Öğle saatlerinde birinci kattaki yemekhaneye inmek için asansöre doğru gittim, bekliyorum. Benimle birlikte 3-4 kişi de asansör bekliyorlar. Hepsi yemekhaneye iniyorlar. Beşinci kattan, içinde 5-6 kişiyle asansör geldi. Yanımdakiler gelen asansöre hemen girdiler. Ben biraz ağırdan aldım ama ben de girdim. Asansör 10 kişilik, yükü fazla geldiği için çalışmadı.

Biri içeriden bağırdı:

“–Yük fazla geldi, son binen insin!”

Bir başkası da;

“– En son sen bindin amca, lütfen iner misin?!.” dedi.

Hemen indim. Asansörün yanındaki sekreter beni tanıdığı için;

“–Durun, siz ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı.

Ben işaret parmağımı dudağıma götürerek;

“–Sus, haklılar…” dedimse de sekreter Ulviye Hanım;

“–Bunu Hacı Amcama nasıl söylersiniz!” diye yaygarayı bastı.

Asansördekiler haklı idi, en son ben binmiştim. Ama ben patron değil de sıradan biri dahî olsaydım; yaşlıya hürmet etmeleri lâzımdı, etmediler. Hata yaptılar. Bu duruma ne alındım ne de kırıldım. Çünkü kendimi başkasından üstün görmüyordum. Benim için normal bir mesele idi. Ama bizim çocuklar duymuşlar;

“–Baba, özür dileriz. Böyle bir durum zuhur etmiş.” dediler.

Ben ise;

“–Evlâdım, benim için problem yok. Ama hatayı kendimizde aramalıyız. Bu insanlar çalıştıkları iş yerinin patronunu bilmiyorlar; hayatını, yaşantısını, karakterini, hâtıralarını, tecrübelerini ve değerlerini bilmiyorlar. Biz bunlara söylememiş, tanıtmamışız. Biz onlardan daha ne bekliyoruz ki? Hata varsa bizde…” dedim.

Onlar da;

“–Haklısın baba!” dediler. “Bizim, çalışanlarımıza senin değerlerini anlatmamız lâzım. Şirketimiz kurulduğundan beri bu değerler sayesinde buralara geldiğini bilmiyorlar. Ve bizim bu değerlerimizi ileriye/geleceğe taşımamız lâzım. Malûm, şirket büyüdükçe hiç istemesek de bu değerlerimize ilgi azalıyor. Bize düşen «olmazsa olmaz değerlerimiz»i yeni katılan arkadaşlara yeterince anlatmak. Bilinmemesi bizim eksiğimiz.”

Bir yıl kadar sonra idi. Antalya’da bir otelde, Ziylan Grup üst düzey çalışanlara bir motivasyon programı yaptılar. Benim hayatımdan, yaşantımdan ve hâtıralarımdan, firmanın bu seviyeye nasıl geldiğinden kesitler olan sesli bir gösteri… 900 ilâ 1.000 kişi; mağaza müdürleri, üst düzey çalışanlar bir salonda, hepsi turuncu gömlek giymişler. Müthiş bir gösteri. Hepsi yekvücut olmuşlar, görkemli güzel bir görünüm. Bizi sahneye davet ettiler. Prof. Dr. İlhan ERDOĞAN, firmanın danışmanı bizi takdim etti. Hazırladığı soruları cevapladık. Böylece, hayatımızdan yaşanmış kesitleri, hâtıralarımızı ve değerlerimizi anlatma fırsatı buldum. Firmada herkes bizi tanıdı.*

Soruların sonuncusu şu idi:

“–Arkadaşlara neler tavsiye edersiniz?”

Fakir de şöyle cevapladım:

–Önce kendinizi başkalarından üstün görmeyin. Karşınızdakinin de Allâh’ın bir kulu, bir insan olduğunu unutmayın. Ama mevki itibarıyla herkesin haddini bilmesi lâzım.

Çoğunuz mağazada çalışan müdür veyahut satıcısınız, gelen müşterinin Allâh’ın nimetinin vesilesi olduğunu unutmayın. Onlar ne kadar hatalı söz söyleseler de onlara karşı nâzik ve güler yüzlü olun. Onların iyiliğini isteyin. Alışveriş yapmasalar da güler yüzle, severek uğurlayın. Yarın yine geleceklerini unutmayın. Onları küçük, hatalı görmeyin. Onları sevin, hürmet edin. Bu durum sizin/bizim firmamız için olmazsa olmazlardır.

Size 55 sene önceki bir hâtıramı anlatayım:

Daha önce de anlatmıştım.

O zaman Gaziantep’e bir freze makinesi getirmiştim. Ayakkabı üretenler, ürettikleri ayakkabıları bize getirirler, biz bunların kenarlarını, topuklarını ve altlarını freze eder (düzeltir), boyar tekrar veririz.

Herkes getirdiği işin çok çabuk yapılmasını ister, biz de;

“–Şu saatte biter.” diyerek sıraya koyardık. Sistem böyle çalışırdı.

O zamanlar bir oğlum vardı, ismi Mahmut. 17 aylıktı. Konuşuyor, koşuyor, sabahları ayaklarıma sarılır;

“–Baba! Beni de götür!” der. Beraber yatar yuvarlanırız, tam sevimli zamanı. Hem başka çocuğum da yok.

Bir gün hasta oldu. Doktor-ilâç fayda vermedi. Bir hafta sonra da vefat etti. Sabahtan yıkadık, namazını kıldık, 8-10 kişi mezarlığa götürdük, defnettik. Ağzımı bıçak açmıyor. Acım çok, ama müşteriler gelirler diye müşteri hatırına işyerine geldim, çalışıyorum.

Müşteriler, aynı zamanda arkadaşlarım, saati geldiği hâlde işlerinin yapılmadığını görünce;

“–Sözünüzde durmuyorsunuz, araya başkasının işini alıyorsunuz…” gibi nâzik hakaretler yağdırıyorlar.

Konuşacak hâlim yok, susuyorum.

Şairin dediği gibi:

Birin bilir, binin bilmez,
Şu gönlümün yası dinmez
Hâlimi söylesem olmaz
Düşer dillere, dillere…

Tâkati yok dilimin, hâlimi takrîre bile.

O gidiyor, başkası geliyor, durum aynı, bir başkası, aynı…

Hiçbir kelime söylemiyor, söyleyemiyorum, içim ağlıyor, mazeret beyan edemiyorum.

Bu arkadaşlar bir saat kadar sonra durumu öğrenmişler. Toplanıp yanıma geldiler:

“–Kardeşim böyle bir durumun var, yaralısın. Bize niye söylemiyorsun? Biz de sana ulu orta lâf ediyoruz. Ne olur kusurumuza bakma! Hele işi bırak! Şuraya otur. Konuşacak hâlin yok. Her şeyin bir zamanı var. Bugün biz de seninle beraberiz. Biraz su getirin, yüzünü yıkayalım…”

Koluma girdiler, beni eve götürdüler…

Niye öyle yaptım?

MÜŞTERİ HATIRI İÇİN, SÖZÜMDE DURMAK İÇİN!

O günler de geçti, geride kaldı. Allah verdi, Allah aldı. Allah rahmet eylesin. Hâtırası kaldı. Allah tekrar bana 2 erkek, 2 kız evlât verdi.

Bu cümlelerle, selâmlayarak sözü bitirdim. Sahneden indim. Kapıya doğru giderken herkesin duygulandığını, bazılarının da gözlerini sildiklerini gördüm.

“–Başın sağ olsun!” diyenler de vardı.

Beni tanıyanlardan birisi de dedi ki:

“–Hacı Amca! Senin bir de bez taşıma hâtıran vardı, onu da anlatsaydın…”

“–Aklıma gelmedi.” dedim. Fakat gerçekten önemli bir hâtıraydı. Bu vesileyle şimdi siz okuyucularımla paylaşayım:

1972-1973 seneleriydi. Topkapı Gümüşsuyu Caddesi’nde bir işyerimiz vardı. Orada ayakkabıda kullanılan «telâ» ve kauçuk taban üretiyorduk. 35-40 çalışan elemanım vardı.

Bir cumartesi günü saat 16.00-17.00 civarı, işçilerin hepsi gitmiş, firmada bir tek ben, bir de ortağım (eniştem) bulunuyorduk.

Bir kamyon geldi, bize telâ üretiminde kullandığımız ham bez getirmiş.

Her hafta 20-25 bin metre bez alırız, Denizli’den gelir. Ama bu sefer işçiler gitmiş, vakit ikindi olmuş. Bezleri indirip depoya taşıyacak hiç kimse yok. Şoföre;

“–Kardeşim, zamansız getirdin. Yarın da pazar, ancak pazartesi günü indirebiliriz.” deyince şoför;

“–Nasıl olur?!. Benim 2 günüm ölür. Ben çok zarara uğrarım!” diye figan etti. Ortağıma;

“–Adam haklı; yazık, 2 günü ölmesin. Söyleyelim şoför arabaya çıksın, bez toplarını karoserin arkasına koysun, biz de seninle oradan depoya taşıyalım.” dedim. Şoföre söyledik;

“–Olur!” dedi. Başladık 2 ortak taşımaya. Bezlerin yarısını taşımıştık ki adam bize ne dese beğenirsiniz:

“–Bakın sizi patronunuza şikâyet edeceğim, dalga geçe geçe (yavaş) çalışıyorsunuz.”

Tabiî biz güldük.

Şoför yine çıkıştı:

“–Niçin gülüyorsunuz? Çok ciddîyim!”

Adam işin bir an önce bitmesini, çekip yoluna gitmeyi istiyor;

“–Kardeşim, biz senin iki günün ölmesin, zarara uğrama diye seni düşünüyoruz. Sen de bizi şikâyet edeceksin, öyle mi? Biz ikimiz de buranın patronuyuz.” deyince adam mahcup oldu, üzüldü, özür diledi.

Biz çalıştık, adamı zarara sokmadık, neyimiz eksildi?

Mevlâ’m her şeyden haberdardır. «Patronuz» diye kendimizi havaya sokmadık. Ne kaybettik? Başkalarının iyiliğini istedik de zarar mı ettik?

Hayır!

İnsan; önce Allâh’ın rızâsını kazanmak, sonra da Allâh’ın yarattıklarına faydalı olmak için çalışmalı, gayret etmelidir.

Yaptığı işi en iyi şekilde yapıp onu kullanacak müşterilerinin iyiliğini istemek, müşteriyi memnun ederek;

“Ne güzel yapmış! Eline sağlık! Allah râzı olsun!” demesini sağlamak, işte gaye bu olmalı…

İyilik nedir? Sadece dünyada mı, hayır, âhirette de iyilik… İnsanların elbette âhirette de iyiliklerini istemeliyiz.

İnsanlara; onları cennete götürecek yolları gösterip, doğru yolu bulmalarını nâzikçe telkinlerle sağlamalıyız…

Yine onların, kendilerini cehenneme götürecek çirkin davranışları ve fiilleri terk etmeleri için çaba sarf etmeliyiz.

Hulâsa âhiret için de başkasının iyiliğini istemeli, bunun için elden geleni yapmalıyız. Dahası bu hususta kendimizi mes’ul hissetmeliyiz. «Bana ne onun âhiretinden!» dememeliyiz.

Bütün hayırlı, güzel işler, başta söylediğimiz niyeti esas alır:

Allah rızâsı ve insanların iyiliğini istemek…

Meselâ bir insan bir cami yaptırır. Sadece kendisi namaz kılmak için mi yaptırır? Hayır, başkalarının da orada ibâdet edebilmesini düşünür. Camisi olmayan bir muhitin iyiliğini ister, sevaba kavuşmasını ister. Bu niyetinden de sevap alır. Sonsuz kerem sahibi Rabbimiz; orada namaz kılanların sevabından bir şey eksiltmeden, o camiyi yaptırana da sevap verir.

Bir kuyu, bir su kanalı, bir sağlık ocağı, hepsi başkalarının faydası için. Birinin üşümemesi, bir hastanın şifâ bulabilmesi, bir açın doyurulması için, hep aynı düşünce, önce Allah rızâsı, sonra merhamet… Başkalarının iyiliğini istemek…

Peygamber Efendimiz;

“Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı.” (Tirmizî, Tefsîr, 56/3297; Kurtubî, IX, 107) buyurmuş.

Âlimler, bu sûreden bilhassa 112’nci âyete dikkatimizi çekiyorlar. Nedir meâli:

“Emrolunduğun gibi istikametli ol!” buyuruyor Mevlâ’m…

Peygamber Efendimiz’in günahı olmadığı, var olan gelmiş geçmiş zellelerinin de Cenâb-ı Allah tarafından affedildiği malûm… O hâlde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz niçin bu kadar üzülüyor da saçlarına ak düşüyor? O; kendi için değil, başkaları için, ümmeti için üzülüyor. Ümmetinin istikametten ayrılmasından, günah işleyip de azaba dûçâr olmasından endişe ederek üzülüyor. Bütün çabası ve derdi, ümmetinin cennete girmesi…

Âyet-i kerîmede, Peygamberimiz ne güzel tarif ediliyor:

“Size sizin aranızdan bir Peygamber geldi. Sizin sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkündür. Âhiret saâdetine erişmeniz için çok isteklidir. Mü’minlere çok merhametli ve şefkatlidir.” (et-Tevbe, 128)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en bâriz vasıflarının ortak noktası: Başkalarının iyiliğini istemek.

Öyle değil mi?

Biz de O’nun ümmeti olarak başkalarının iyiliği için elimizden geleni yapmalıyız.

Ne mutlu, başkalarının iyiliğini isteyebilenlere! Başkalarının iyiliği için gayret edebilenlere!..

__________________
* Yazıda bahsi geçen Ahmet ZİYLAN
Belgeselini şu bağlantıdan seyredebilirsiniz: