Şanlı Mâzîmizden Seçme Nükteler – Sahteyi Yüze Vurmadı

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Horasan sûfîlerinden Hâtim el-Esam -kuddîse sirruhû-, Belh’te doğdu. «Esam: Sağır» lakabını kendisiyle konuşurken istemeden uygunsuz bir ses çıkaran bir kadını mahcup etmemek için;

“Duymuyorum, biraz yüksek sesle konuş!” diyerek sağır taklidi yaptıktan sonra aldığı rivâyet edilir. O kadın vefat ettikten sonra;

“Artık kulaklarım işitiyor, benimle konuşurken bağırmanıza gerek yok!” dediği de rivâyetler arasındadır.

Horasan’da tahsil gördü. Şeyhi Şakîk-i Belhî’den tasavvuf terbiyesi aldıktan sonra Mâverâünnehir’e geçerek müridlerinin eğitimiyle ilgilendi.

Hâtim, Ceyhun Nehri üzerinde küçük bir şehir olan Vâşecird’in güneyindeki bir dağda bulunan evinde vefat etti. Kabri, buradadır.

***

Bir mahallede dükkânı bulunan Hâtim el-Esam; çocukların ve bazı açık gözlü geçinen insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere sahte para vermeleri durumunda hatalarını yüzlerine vurmaz, onları gerçek para gibi kabul edip istediklerini verirdi. Ecel vakti yaklaştığı esnada kızını çağırarak, ondan dolaptaki keseyi getirmesini rica etti. Keseyi alınca Cenâb-ı Hakk’a ellerini açarak şöyle yalvardı:

“–Yâ Rabbî! Kulların sahte paralarla bana gelip ihtiyaçlarını aldılar, ben onların hatalarını yüzlerine vurmadım. Şimdi ben de Sen’in huzûruna geliyorum. Benim sahte ve taklit ile yaptığım amellerimi yüzüne vurma ve beni affet!”

BİR ÇINARDAN TERBİYE METODU

Ebu’l-Ulâ Mardin, 8 Ağustos 1881’de İşkodra’da doğdu. Soyu Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-’a dayanır. Tahsil yıllarında özel bir eğitim gördü. Zamanının meşhur âlimlerinin derslerine devam ederek icâzet aldı. Temel dînî ilimlerin yanında Arapça ve Farsça öğrendi. 1903 yılında Dârü’l-Fünûn Hukuk Fakültesi’nden birincilikle mezun oldu.

1909’dan itibaren Hukuk Mektebi’nde tatbîkat-ı hukûkiyye, hukûk-ı tasarrufiyye-i arâzî ve ahkâm-ı evkaf dersleri okuttu.

Sırât-ı Müstakîm ve Kelime-i Tayyibe dergilerinde yazılar kaleme aldı.

Ebu’l-Ulâ Mardin, 13 Ocak 1957’de İstanbul’da vefat etti. Kabri, Karacaahmet’teki aile kabristanındadır.

***

Öğrencilerinden biri anlatır:

“Rahmetli üstâdın okuttuğu bir dersin sözlü imtihanı sırasında öğrencilerden biri, sesiyle ve hareketleriyle üstâdı taklit ederek cevap verdi. Bu duruma sinirlendiği yüzünden anlaşılan hoca, uzun süren cevap müddetinde de öğrenciye hiçbir şey demedi. İmtihan olan öğrencinin cevabı bitince hoca, sınıftaki öğrencilerden birine Fakülte Umumî Kâtibini çağırmasını rica etti. Umumî Kâtip gelince;

“–Falanca Efendi, sözlü imtihan sırasında müderrisini taklit etmiştir. Hakkında zabıt tutmanızı rica ederim.” dedi. Aradan birkaç gün geçti. İmtihan notları açıklanınca mukallit talebe, kendisine 10 üzerinden 10 verilmiş olduğunu öğrendi ve hayret etti. Soluğu hocasının yanında aldı ve;

“–Hocam bu nasıl olur? Bana tam not vermişsiniz!” dedi. Aldığı cevap ise şu oldu:

“–Nûr-i aynım, ben sizi bilgiden imtihan ettim, edepten değil!” (Recai SEÇKİN, a.g.m., s. 186)

ADÂLET İSTEDİ, ADÂLET BULDU

Sultan İbrahim Han, 4 Kasım 1615’te İstanbul’da doğdu. Ağabeyi IV. Murad’ın vefatının ardından 25 yaşında tahta çıktı. Cülûs merasimine mukaddes emânetlerle birlikte muhafaza edilen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın sarığı da getirildi. Sultan, başındaki sarığı çıkararak kemâl-i edeple bu sarığı giydi. Ardından da şu duâyı yaptı:

“–Elhamdülillâh! Yâ Rabbî! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama lâyık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoş hâl eyle ve birbirimizden hoşnut eyle!”

Tebdil-i kıyafet halkın içinde gezer, onların dertlerini çözerdi.

Saltanatı, 1647’de aleyhine çıkarılan isyanla alevler içinde söndü.

İbrahim Han, 18 Ağustos 1648’de vefat etti. Kabri, I. Mustafa Han’ın kabrinin yanındadır.

***

Sultan İbrahim, bir seferinde Edirne’ye gittiğinde tellâl bağırtarak ayak dîvânı kurulacağını haber verdirdi. Padişah halkın karşısına çıktı ve;

“–Ben dâhil, kimseden şikâyetiniz var mı?” diye sordu. Halktan biri ileri çıkarak;

“–Benim şikâyetim vardır…” diyerek anlatamaya başladı. “Padişahım! Kerim Ağa denen eşkıyâ bana zulmetti. Malımı-mülkümü alarak beni çocuk çoluğumla sokağa attı. Varlıklı iken fakir düştüm, lokmaya muhtaç hâle geldim. Şahitlerim de vardır…” dedi. Padişah ağayı buldurup getirtti ve o adamın söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Ağa, yaptıklarından özür dileyeceği yerde ileri geri konuşmaya başladı. Yandaşlarına ve yeniçeri olmasına güveniyordu. Ağanın;

“–Padişahım ben yeniçeriyim!” diyerek üste çıkmaya çalışması üzerine padişah hiddetle;

“–Sen yeniçeri isen ben de padişahım!” diye bağırdı ve ağayı cezalandırıp mağdura mallarını geri verdi. (Feridun EMECEN, İbrahim, DİA, c. 21, İstanbul 2000, s. 274-281)

YÜKSEKTEKİ HAÇ MI HİLÂL Mİ?

Aliya İZZETBEGOVİÇ; 1925’te Bosna’nın Bosanska Krupa şehrinde, İslâmî şuura sahip bir ailenin evlâdı olarak dünyaya geldi. İlk muallimesi annesiydi.

Doğuştan bir lider olan Aliya, gençliğinde siyâsî teşkilâtlanmalar içinde yer aldı. 1970’te kaleme aldığı «İslâmî Manifesto» adlı kitabı yayımlanınca yurt içinde ve dışında büyük yankı uyandırdı. Bunun üzerine rejim tarafından 14 yıl hapse mahkûm edildi. 1988’de hapisten çıktıktan sonra kurduğu partiyle 1990’da seçimlere girdi. Bu seçimden galibiyetle çıkarak devlet reisi seçildi.

Aliya, 19 Ekim 2003’te vefat etti. Kabri, Saraybosna’dadır.

***

Mostar Köprüsü üzerinde bir vesile bir araya gelen Aliya ve Hırvat komutanın gözleri dağın tepesine dikilen haça takıldı. Hırvat komutan haçı işaret ederek;

“–Bak, bu haçı biz diktik. Şimdi sizin hilâlden daha yukarıda bir haçımız var. Bunu kaldırmaya gücünüz yeter mi?” diye mânidar bir soru sordu. Aliya bunun üzerine;

“–Hele gün geceye dönsün…” dedi. Akşam karanlık basınca Aliya, komutanı dışarıya davet etti. Şahâdet parmağını göğe kaldırarak şu sözleri söyledi:

“–Komutan! Semâya bak! Şu hilâli ve yıldızı görüyor musun? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Yükseklere ne kadar haç dikseniz de onu geçemezsiniz ve asla onları oradan indiremezsiniz. Onlar semâda olduğu müddetçe biz de inşâallah varlığımızı devam ettireceğiz!..”