Hazret-i Mevlânâ: «Keçinin gölgesini kurban etme!» DOSTLUK FEDÂKÂRLIKTIR

YAZAR : M. Ali EŞMELİ

Kurban keserken tekbir getiriyoruz:

اَللّٰهُ اَكْــبَرُ
اَللّٰهُ اَكْــبَرُ لاَاِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاللّٰهُ اَكْــبَرُ اَللّٰهُ اَكْــبَرُ
وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ

İlk ifade;

Allâh’ı yüceltmek.

Son ifade;

Allâh’a hamd.

Bu;

Allâh’ın yüceliğine kurban oluşu tescil eder.

Tescil eder ki;

Allâh’ın yüceliği, lütuflarla dolu.

Tescil eder ki;

Allâh’ın yüceliği, insanı hayranlıklar içinde bırakan muazzam tecellîlerle dolu.

Tescil eder ki;

Kulluğun en güzel mührü:

Hamd…

Allâh’a karşı her türlü övgü, hayranlık, teşekkür, minnet ve şükür hâlinde olmak.

Bu, o kadar mühimdir ki, Kur’ân-ı Kerîm’in Fâtiha’sında / başlangıcında ilk kelime;

«الْحَمْدُ / el-hamdü».

Kezâ 5 sûre-i celîle / Fâtiha, En‘âm, Kehf, Sebe’ ve Fâtır sûreleri;

«الْحَمْدُ / el-hamdü» diye başlıyor.

Muhtelif ifadelerle 27 kez;

«الْحَمْدُ / el-hamdü» vurgulanıyor.

Hepsinde de öz şu:

HAMD;

Her türlü hayranlık, her türlü övgü, her türlü takdir, her türlü minnet ve şükür, her türlü teşekkür, ANCAK ALLÂH’A…

Ne şüphe;

Cenâb-ı Hakk’ın azameti sonsuz. İlâhî sanat ve sıfat tecellîleri sonsuz ve müteâl. Her şeyin sahibi, mûcidi, Rabbi, Hâlıkı sadece O… Dolayısıyla hamd de; Hazret-i Allâh’ın daha nice sonsuz müstesnâ ve diğer sonsuz esmâ ve sonsuz sıfatlarını, sonsuz vasıflarını, sonsuz hükümranlığını ve sonsuz yüceliğini hayranlıklar içinde medh ü senâ etmek…

Ne şüphe;

Sayamayacağımız kadar ikramları ve ihsanları var Rabbimiz’in bizlere. Dolayısıyla şükür de; her nefes sayısız lütuflarını ve her türlü nimetlerini idrak ve ifade hâlinde Hazret-i Allâh’a dilimizle, kalbimizle ve hâlimizle her türlü övgü ve senâ, hürmet ve minnet içerisinde teşekkürde bulunmak…

Her iki ifade de, mânâları bakımından birbirine çok yakın.

Her ikisi de Allâh’a mahsus.

Emr-i ilâhî açık:

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْب۪يرًا

“De ki:

–Elhamdülillâh / Allâh’a hamd olsun / hamd, (ancak) Allâh’a mahsustur!

–O (Allah) ki; çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, zillet ve âcizliğin gerektirdiği bir yardımcıya ihtiyacı bulunmayandır!

Öyleyse;

Tekbir getirerek O’nu yücelt de yücelt!” (el-İsrâ, 111)

Hamd, o kadar mühim ki;

Kur’ân-ı Kerîm’in «Besmele»den sonra ilk kelimesi:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿2﴾ اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ ﴿3﴾ مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ ﴿4﴾

“(Ey insanlar)!

•Hamd / her türlü övgü, hayranlık ve şükür, sadece Allâh’adır,

(Allah ki);

•Âlemlerin Rabbidir,

•Rahmân ve Rahîm’dir,

•Hesap ve ceza gününün (âhiret gününün) mâlikidir.” (el-Fâtiha, 2-4)

Hazret-i Peygamber buyurur:

“ALLÂH’A HAMD EDEREK BAŞLANMAYAN HER MÜHİM İŞ, BEREKETSİZ olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 18/4840)

Niye?

Çünkü gerçek bir «hamd»in içinde;

–Müthiş bir HAYRANLIK vardır.

–Sonsuz BEĞENMEK vardır.

–ÂŞIK OLMAK vardır.

–Gönülden rızâ vardır.

–Candan memnuniyet vardır.

–Çilelerde bile sevinmek vardır.

–İstekle kabul vardır.

–İştiyak vardır.

–Arzuyla teveccüh vardır.

Hâsılı;

–KURBAN OLMAK vardır.

Yoksa hamd, doğru bir hamd olmaz!

Demek ki;

Hamd ile başlayış; her işi rızâ, memnuniyet, sevinmek, istek, aşk, iştiyak ve arzuyla yönelmek şeklinde olmalıdır. Buruşuk suratlı ve asık çehreli ve abus yüzlü bir iş, ibâdet, davranış ve yaşayış hiçbir zaman makbul değildir. İsteksiz ibâdet, hamde aykırıdır. Gönülsüz ve keyifsiz iş, doğrudan doğruya posadır. İbrettir; bebeklere anneleri zorla yemek yedirdiklerinde bundan enerji hâsıl olmuyor, bilâkis sadece posa meydana geliyor.

Yani;

Hamdele ile işe başlatmak sûretiyle Cenâb-ı Hak, bize bir işin hangi hâlet-i rûhiye ve özellik içinde yapılması gerektiğini göstermiş ve öğretmiş oluyor. Aksi hâlde ibâdet dâhil her şey bâtıl. Şükür yerine şikâyetle başlayan bir ibâdet veya davranış veya başka bir iş, mızmız vaziyette yapılan her şey, boşu boşuna ve beyhûde…

Kulluk vazifelerinden herhangi birinde;

Yüzünü ekşittin, hamd yok, kabul yok!

Sıkıntı sakızı çiğnedin, hamd yok, kabul yok!

İsteksiz isteksiz söylendin, söylene söylene yaptın; eyvah eyvah, hamd yok, kabul yok!

Yani Hazret-i Allah;

İşi de, ibâdeti de, davranışları da oflaya puflaya yapılsın istemiyor. Samimiyet içinde daha başlangıçta kuvvetli bir ayarla hamd ederek olsun istiyor.

Rızâ hâlinde, memnuniyet içinde, severek ve sevinerek istekle, iştiyak dolu olarak ve müteveccih bir arzu ekseninde olsun istiyor.

Hâsılı;

Allâh’a kurban olunarak ebedî huzura erilsin istiyor.

O hâlde her zaman bakacağız;

İbâdet ve işlerimizde, hayat ve davranışlarımızda bunlar var mı, yok mu? Yani gerçek hamd var mı yok mu? İşte bu kontrol, işin başında da olacak sonunda olacak. Çünkü Hazret-i Allah hamdeleyi hem başında istiyor hem sonunda:

وَهُوَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَهُ الْحَمْدُ فِي الْاُو۫لٰى وَالْاٰخِرَةِۘ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

“Ve;

•O, Allah’tır;

•O’ndan başka ilâh yoktur.

•ÖNÜNDE DE SONUNDA DA / dünyada da âhirette de HAMD, SADECE O’NADIR,

•Hüküm de yalnızca O’nundur.

•Ancak O’na döndürüleceksiniz.” (el-Kasas, 70)

Bu itibarla;

Hamd, aynı zamanda mühim bir zikirdir. Peygamber Efendimiz, onu, «îmânın mîzânı» olarak tarif buyurur:

“Temizlik, îmânın yarısıdır.

«ELHAMDÜLİLLÂH» duâsı, MÎZÂNIDIR,

«Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâh» sözleri ise, yer ile gökler arasını sevap ile doldurur.

Namaz nurdur;

Sadaka burhandır;

Sabır ziyâdır.

Kur’ân, senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir.

Herkes sabahtan (pazara çıkar) nefsini satar; kimi onu âzâd, kimi de helâk eder.” (Müslim, Tahâret 1; Tirmizî, Deavât 85/3517)

Câlib-i dikkattir:

Hayatı nasıl ve ne istikamette yaşadığımızın yegâne ölçüsü «elhamdülillâh mîzânı»dır.

Bu mîzan;

İnsanın neye hayran neye kurban olduğunun göstergesidir.

Çünkü insan; neye hayran kalmışsa, ölesiye onun peşine düşen bir varlıktır. Hayatını, hayran olduğu şeylerin uğruna çırpınmakla geçirir. Öyle ki;

Hayranlığını neye kaptırırsa, her şeyini ona kaptırmaktadır.

Toy bir delikanlı;

Bir gafilin ve hattâ düşman bir kişinin meselâ saçına hayran kalmışsa, artık kendi saçını ona benzetmek için türlü türlü kılıklara girer ki, kafası berbat veya beter olmuş filân, gözü hiç görmez. Ona hayran kaldı ya, gerisinin ehemmiyeti yoktur! Muhatap çok rezil, çok karaktersiz ve çok kötü bir herif de olsa, umursamaz. Ahmakça;

«–Ben onun sadece saç tipini beğendim, ne var bunda!» der, işi maymunlaşmaya kadar vardırır.

Tek derdi, hayran kaldığının kavgasını vermektir.

Onun için;

İnsanlığa gönderilen son kitap, hamd kelimesi ile başlıyor. Çünkü bu kelime, bütün insanlığı âdeta şöyle ikaz etmekte ve uyandırmaktadır:

“…

–Ey insan!

–Ey mü’min!

–Ey akıl sahibi!

–Sen, bu âlemde bir sürü şeyi takdir ediyor, peşine düşüyorsun. Seni hüsrâna yuvarlayacak da olsa bir sürü şeye hayran kalıyor, peşine düşüyorsun. Seni çirkinleştirecek de olsa bir sürü şeyi güzel zannediyor, râm oluyorsun. Mikroplu filân demeden bir sürü fikre kapılıyor, her şeyini fedâ ediyorsun. Bir sürü beğenip de tuttuğun yanlış şeyler var, asla bırakmıyorsun.

Ama bilesin ki;

Gerçekte bütün takdirler, kıymet verilecek her şey, tüm beğenilmesi gereken güzellikler, özellikler, hakikatler, bütün övgüler, bütün senalar, bütün hayranlıklar vesaire hepsi de; yerleri yaratan, gökleri yaratan ve eşi benzeri bulunmayan yegâne kudrete, Allâh’a aittir. O Allah ki, yerleri O yarattı; gökleri O yarattı; her şeyi ve herkesi O yarattı; karanlıkları O yarattı; aydınlıkları O yarattı. Bütün âlemler O’nun eseri, bütün insanlar O’nun eseri. Ezel ve ebed O’nun eseri. Dünya ve âhiret O’nun eseri.

Buna rağmen;

Allâh’ı unutup da oturduğun yerden aşağıların aşağısı bir gafili gece-gündüz övebiliyorsun, övüyorsun, övüyorsun, övüyorsun! Çünkü hayranlığını ona kaptırdın!

Ey beşer!

Bırak aşağıların aşağısını övmeyi! Bırak seni helâk edeceklere hayran olmayı! Bırak seni cehennemde feryat ettirecek kahkahalara ve yaldızlara kapılmayı! Bırak içinde ve dışındaki putlarına kurban olmayı!

Ey ahsen-i takvîm olarak yaratılan kul!

Sen, aklını başına al da; ebedî olan, mutlak olan, yüceler yücesi olan Allâh’ı senâ et, O’na hayran ol, O’na kurban ol!”

Dolayısıyla;

«Hamd» kelimesiyle yüce Allah, mecâzen bizlere demiş oluyor ki:

“…

Sakın hayranlıklarını olur olmaz yerlere kaptırma!

Ey kulum!

Sakın, Ben’den başkasına kaptırma hayranlığını! Ben’im sonsuz sanatımdan başkasına kaptırma övgülerini! Ben’im kaderimden başka şeylere, boş hikâyelere, aynadaki yalandan ibaret senaryolara hayranlığını kaptırma!

Eğer kaptırırsan, unutma ki, Ben’i kaybedersin!

Eğer hayranlığını Ben’den başkasına kaptırırsan, bilesin ki, îmânını da kaptırırsın, insanlığını da kaptırırsın, şahsiyetini de kaptırırsın, her şeyini kaptırırsın! Bunları kaptırınca da öyle bir saptırırsın ki, sonunda hiç dayanılmaz, elîm ve ebedî bir azâba dûçâr olursun…

Yani Ben’i râzı etmeyi önemsemezsen, Ben de seni önemsemem ve seni râzı etmem! Sen Ben’i umursamazsan, Ben de seni umursamam! Sen Bana hayran olup övgüler içinde şükretmezsen, Ben de seni övmem ve nankörlere yaptığımı yaparım. Eğer sen Bana isyan edersen, Ben de seni helâk ederim.

O hâlde;

Her taraftan topla bütün hayranlıklarını! Özellikle de sahte ve aldatıcı şeylere kaptırdığın bütün beğenmelerini tamamen topla, toparlan! Ezelden ebede ancak sonsuz, gerçek ve yegâne kudrete, yalnız O’nun muazzam tecellîlerine, sadece O’nun hidâyet ve rahmet deryâlarına hayran ve kurban ol!

O’na kurban ol ki, insan ol!

İnsan ol ki, cennetlik ol!

Cennetlik ol ki, O’nun cemâline mazhar ol!

Hem de ebedî…”

İşte bu itibarla;

Cenâb-ı Hakk’ın yüce kitabını besmeleden sonra «الْحَمْدُ لِلّٰهِ» diye başlatmasının hikmeti, çok büyüktür, çok mânâlar ve hakikatler ihtivâ etmektedir.

Kezâ;

«Elhamdülillâh / Allâh’a hamdolsun / Hamd Allâh’adır!» demek, kuru kuruya bir ifade ve rastgele bir ibare değildir.

Çünkü;

Cenâb-ı Hak; «hamd» ifadesiyle insanları büyük bir temâşâ etrafında toparlıyor. Makrodan mikroya bütün âlemleri seyrettiriyor. Tek yaratıcı olan Kendisi’nin o muazzam kudret mührünü gösteriyor. Rahîm ve Rahmân oluşuyla gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği akıllar üstü tecellîlere baktırıyor. Bütün fânî perdeleri kaldırıp ebediyet âlemini yani mahşer meydanını ve oradaki yegâne hâkimin kim olduğunu seyran ettiriyor.

Bu temâşâ, bu seyran, bu bakma ve bu görme neticesinde oluşan tarifsiz hayranlıkları gönle doldurup idrâki coşturuyor ve buyuruyor:

«–Hepsi Allâh’ın ey insan, sen de!»

İşte;

Gerçek inancın ve kulluğun başladığı nokta burası.

Bütün hayranlıkları yüce temâşâlar etrafında toparlayıp da istikamet-i ilâhîye râm olup Allâh’ı sevmek, hiç durmadan O’nu övmek, O’na minnet duymak, O’na şükranlar ifade etmek.

O’na hayranlık içinde yaşamak.

O zaman hiçbir sahte görüntüye ve şişirilmiş «esfel-i sâfilîn»e kapılmaz insan. O zaman hiçbir emir ve nehiy zor gelmez insana.

Mâlûm;

Hayranlığı içinde ne yapsa insana zor gelmiyor. En ağır şeyler bile çok hafif geliyor.

Bakın;

İnsan eğer, bir arabaya hayran kaldıysa, gecesi gündüzü o arabada geçiyor. Bir tutkunluğunun ardında, bütün her şeyini ona gömüyor. Sırf kahır bile olsa şiddetle özendiği şeye hayatını fedâ ediyor. Bir şeyi fazlasıyla beğenmeyegörsün o şeyi, her şeyin üstünde tutuyor. Öyle ki, bazen tutkularından vazgeçirmeye îmânı bile kâr etmiyor! Olmadık bir şeyde bile;

“–Canım gâvur mu olacağım?” deyip ne bedbahtlara özenmiyor mu?

“–Ne olmuş yani!” diyerek nice zâlimlere köle olmak için bile delirmiyor mu?

O beğendi ya! Yeter!

“–Yahu sen müslümansın, mü’minsin, böyle olmaz!” deseler de duymuyor artık.

Herkes görmeli ki;

Hayranlığını çaldırmışsa insan, bunları düşünecek aklı ve iradesini de çaldırmış olur. Böylece kulluk istikametini altüst eder.

En çok da;

İnsanın hayranlığını kendi nefsi çalar. Çünkü insan, en çok kendi nefsine hayran olur. Eğer uyanmazsa, her şeyden, herkesten, hattâ Rabbine olduğundan daha fazla kendine hayranlık duyar. Nefs, zira insanın içine çöreklenmiş en büyük put! Nefs ki, Cenâb-ı Hak’tan daha yüceymiş gibi insanın benliğinde tahtını kurmuş, tek başına yönetmek ister, kâh gizliden gizliye kâh açıktan açığa. Aldandığımızda bunu tespit edemesek de, insanın tanrılığını yapar nefs. Sayısız sapmalar yaptırır ve bunlardaki mantıksız ve izahsız durum karşısında sadece ve sadece;

«–Canım böyle istiyor / böyle istemiyor!»

«–İçimden böyle gelmiyor / böyle geliyor!»

«–Ben böyle arzu ediyorum / böyle arzu etmiyorum!» diye çok mâsûmâne fakat inatçı ifadeler serdeder. Aslında bunlar, içteki nefs putunun hükmedici fısıltılarıdır.

O fısıltılar, gafil kişide;

Allah’tan daha öne geçer de o gafil, onu öyle dinler, öyle dinler ki, dinledikçe nefsine olan hayranlığı artar. Sonunda ürettiği ârızalı bir fikir hakkında bile;

«–Ooo! En iyi ben düşündüm.» diyerek kendine âşık olur.

Sonra da;

Cenâb-ı Hakk’ın kaderini beğenmemeye başlar ve nefsinin yönetiminde kendi beğeneceği çarpık tasarılar üretmeye yeltenir. En bozuk tasarılarının bile hepsini tasvip eder, hepsini onaylar;

«–Ancak bu kadar güzel olurdu!» der.

O tasarıların fos olduğu gördüğünde ise;

«–Hayır, şunun şöyle olması lâzımdı.» diyerek bu defa sayılı nefeslerini, kötülüklerinin avukatı olarak tüketir.

Oysa;

Allâh’ın üzerine hayran olunacak başka varlık yoktur!

Unutmamalı;

Hayranlıklar îmânımızı çalar, hayranlıklar insanlığımızı çalar, hayranlıklar her şeyimizi çalar. Kimileri bu gerçeği pek kaale almaz, ama;

Cellâtlarına ve düşmanlarına hayran yaşayan milletlerin ve vatanlarının dünyadaki ibretli hâllerine bakmak, çok şeyler anlatmakta anlayanlara…

Boşuna dememişler;

«–Bir kâfirin yaptığı bir şeyi beğenmek bile, îmâna ârızadır!» diye.

Bu sebeple;

تَبَّتْ يَدَٓا اَب۪ي لَهَبٍ وَتَبَّۜ

“Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.” (Tebbet, 1) âyeti var.

Bu sebeple;

Hayranlıklarımızı ve beğenmelerimizi ilâhî terazilerden geçirmeli. «Zevkler tartışılmaz» diyerek tenkit kabul etmediğimiz nefsânî temâyüllerimize ve bomboş heveslerimize çok dikkat etmeli.

Bu sebeple;

Kaybettiren hayranlıkları da kazandıran hayranlıkları da çok iyi tanımak lâzım.

Bu sebeple;

Bizlere Hazret-i Allah, bütün âlemleri gösteriyor ve besmeleden sonra ilk önce «el-hamdü» dedirtiyor.

Israrla idrâk ettiriyor:

Hayranlık O’na, takdir O’na, övgü O’na, senâ O’na, beğenişler O’na, yönelişler O’na.

Açıkça fark ettiriyor:

İnsandaki ruh ve beden âlemi ve âhengi; yegâne ve emsalsiz, yüce ve ilâhî bir sanat! Bu sanatın sahibi olan yüce kudretten daha büyük bir kudret yok! Bunu göremeyen, bir sürü ıvır zıvır şeylere kapıla kapıla, gafil gafil, yuvarlana yuvarlana gidiyor, ne Allah korkusunu biliyor, ne şunu, ne bunu. O gafil, hep nefsine dair korkularla yaşıyor.

«–Rahatım ne olacak?» kaygılarıyla savrulup duruyor.

«–Şöyle olmalı, böyle olmalı, olmazsa olmaz.» endişelerinde boğuluyor.

Hep boşuna!

Çünkü ebedî kurtuluş;

Hayatı, gel-geç dünyanın ve nefsimizin endişeleri ve korkuları etrafında değil, Rabbimiz’in rızâsı, kalbimizin takvâsı ve âhiret endişeleri etrafında tanzim etmek ve müstakîm yaşamaktır.

Bu da;

Hayranlıklarımızı, her şeyden kurtarıp sadece Allâh’a yöneltmeye bağlı. Kendimizi Hakk’a kurban edecek seviyede bir hayranlık ve dostluğa bağlı.

Hâsılı;

Kim neye hayransa, ancak ona dost. Kim kime dost ise ancak ona karşı fedâkâr ve kurban.

Nitekim;

Hazret-i İbrahim, malıyla, canıyla ve evlâdıyla fedâkârlıkta bulundu. Hakk’a dost, yüce bir halîl oldu.

I. Murad Han Kosova’da; «Bu zaferin kurbanı ben olayım!» diyerek şehâdete can attı, böylece haçlıları mağlûp ederek ardındakilere büyük bir zafer bıraktı, ölümsüzleşti.

Fatih’in askerleri; «Şehidlik sırası bizde!» diyerek surlara tırmandı, bir müjde-i Peygamber gerçekleşti, İstanbul fethedildi.

Kezâ 15 Temmuz, fedâkârlığın ve îmânın zaferi olarak milletçe yazılan bambaşka bir destan oldu.

O hâlde;

Bütün mânâlarını ve hikmetlerini idrak ve ihyâ ile «Hamd, Allâh’a» demeli.

Âhirzamanda müslümanların savrulmuşluğunu, dağınıklığını, perişanlıklarını toparlayabilmek için yegâne çare olarak tâ gönülden; «Hamd, Allâh’a aittir.» demeli.

Kezâ âyette buyurulan;

فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۜ
وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

“Zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” (el-En’am, 45) gerçeği etrafında bütün zulümleri bertaraf edebilecek şekilde hakkıyla; «Hamd, Allâh’a mahsus!» demesini bilmeli.

Kezâ Kur’ân’ın besmeleden sonraki ilk ifadesi olan «اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ» ibaresi ile kurban tekbirleri getirirken sonunda ifade ettiğimiz «وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ» cümlesinin bağrındaki sır ve hikmetler şânında hamd edebilmeli!

Tâ ki;

Ömrümüzün özü ve diriliş günümüzün özeti, sadece:

«Elhamdülillâh» olsun!

Yâ Rabbi,

Böyle bir hamdi nasîb et!

Âmîn…