SABIR…

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa sûrelerinden biri:

Asr Sûresi…

Rabbim’in kelâmı, az bir sözle sonsuz mânâlar anlatmakta:

“Zamana yemin olsun ki insan zarardadır, ziyandadır, hüsrandadır!..”

Zaman, insan için en büyük sermaye… O sermaye akıp gidiyor. Depolamak mümkün değil; başkasından ödünç almaya, satın almaya imkân yok. Ne yazılmışsa onu yaşayacaksın.

Geri getirmeye de imkân yok. Geriye döneyim de tekrar yaşayayım, hatalarımı düzelteyim, günahlarımı işlenmemiş hâle getireyim, bunlar da asla mümkün değil. Elimizde geçmişe dair sadece tevbe ve istiğfar imkânı var. Rabbim günahlarımızı affeylesin!..

Bu zarardan, bu hüsrandan kim kurtulabilir?

Bu hüsrandan kurtulacakların vasıfları olarak dört husus sayıyor Cenâb-ı Allah:

1. Îmân etmek…

Müslüman olmak, mü’min olmak şart.

Çünkü biz kuluz. En büyük borcumuz; bizi yaratan, var eden, rızıklandıran, sıhhat veren Rabbimiz’edir. O’na îmân etmedikçe asla ebedî ziyandan kurtuluş yok.

2. Sâlih amel işlemek…

Îmân etmek tek başına yetmez. İnanınca, Rabbinin sana tâlimatlarını öğreneceksin. Haramı-helâli, farzı, vâcibi bileceksin ve tatbik edeceksin.

Her işin, Rabbinin emrine uygun olacak. Başta ibâdetleri ihmal etmeyeceksin. Sonra; ailede, işte, sokakta ve cemiyette, her yerde güzel ahlâk ile davranacaksın. İnsanlığa faydalı olacaksın.

İş burada da bitmiyor. Rabbim; «Tavsiye edeceksin.» buyuruyor:

3. Birbirine hakkı tavsiye etmek…

4. Birbirine sabrı tavsiye etmek…

Yaşamak ve başkalarına da yaşamalarını tavsiye etmek. Öğretmek, anlatmak, duyurmak, tebliğ etmek. İyiliği teşvik etmek. Kötülüğün kötü olduğunu ilân etmek.

Güzel ahlâkın birçok maddesi var. Merhamet, muhabbet, tevâzû, hürmet… Burada Rabbimiz bilhassa sabrın üzerinde durmuş. Sabır çok mühim…

Şair der ki:

Müşküllere sabır etmek gerek, ey Ziyâ hâsılı,
Yanıp bu nâr-ı hasretle kara bağrın kebâb olsa.

Başka bir atasözü:

“Sabırla koruk helva, dut yaprağı atlas olur.”

“Sabreden derviş, murâdına ermiş.”

Başka birçok sabır tavsiye eden sözler söylenmiş.

Sabır, sabır, sabır…

•Nefsânî arzulara karşı direnmek, sabır…

•Galeyan eden ve insana yanlış işler yaptırabilecek öfkeye karşı durmak, sabır…

•Başa gelene sabır… Kadere, sabır…

•İsyan etmemek, çığırından çıkmamak, sabır…

•Zorluklarla pişmek, göğüs germek, sabır…

Olgunlaşmak, kâmil bir insan olmanın şartı sabır…

Sabır ile alâkalı mühim bir hâtıram var, askerlik döneminden.

Gelişigüzel askerlik hâtıraları anlatmak hoşuma gitmiyor, fakat içinde mühim bir mesaj varsa; «Onu anlatmakta fayda var.» diye düşünüyorum.

Tarih 30 Mart 1956…

Askere gideceğiz. Gaziantep’te havalar çok güzel. Millet pikniğe gidiyor. Biz de Adapazarı’nda bulunan birliğimize teslim olmak üzere yola çıktık. Trenle Konya’ya oradan Afyon’a geçerken hava tamamen değişti. Kar-kış kıyâmet… Afyon’dan Kütahya’ya, oradan Bilecik’e, oradan da Adapazarı’na.

O zaman Sakarya Ârifiye’de yeni bir eğitim birliği kurulmuştu. 7.000 kişilik bir birlik. Türkiye’nin her yerinden acemî askerler orada toplanıyoruz. Gittik oraya, ertesi gün teslim olduk. Bizi hamama alıyorlar, sonra çıkışta;

“Artık yaz mevsimi geldi.” diye bize yazlık elbiseler veriyorlar. Fakat hava soğuk, kar-kış var, onu dikkate almıyorlar.

Asker kalabalık. Bizden sonra bölüğün diğer yarısını hamama almak için bizi de çıkardılar. Üzerimizde yazlık elbiseler, açık havadayız. Buz gibi bir hava, kar, fırtına. Başımızı da tıraş ettiler. O soğukta tir tir titriyoruz. Zatürre olacağım diye korkuyorum. Ben bu tarihte çok zayıf idim. Boyum 172 cm. kilom 55 kg!..

O sırada bir onbaşı geldi. Biz yeni askerlere soruyor:

–Urfalı var mı? Antepli var mı?

Ben cevap verdim:

–Niye soruyorsun? Ne yapacaksın?

–«Hemşehrim var mı?» diye soruyorum, ben de Urfalıyım da…

–Ben Antepliyim, sen Urfanın neresindensin?

–Birecik’tenim. Adım Hüseyin KURTBOĞAN…

Biraz sitemle dedim ki:

–İyi ki hemşehriymişiz. Fakat böyle hemşehrilik olmaz!

–Niye öyle söylüyorsun?

–Yahu sen görmüyor musun burada tir tir titrediğimi? Bize sadece yazlık elbiseler verdiler. Sizin üstünüzde kaput var, yelek var, elbiseleriniz de kışlık. Benim dişlerim birbirine kavuşmuyor titremekten. Zatürre olacağım neredeyse!

Kendisi üşümediği için fark etmiyor tabiî. Benim sitemim üzerine, önce üzerindeki avcı yeleğini verdi. Dedim ki:

–Ben yine ısınamadım! Kaputunu da (pardösünü de) ver.

Allah râzı olsun. Onu da verdi de biraz ısındım. Tabiî bahsettiğim gibi vücudumun zayıf olmasının da tesiri var.

O sırada bir çavuş geldi. Üzerimde onbaşının elbiselerini görünce hemen müdahale etti:

–Sen acemîsin! Bu elbiseleri niye giydin?!.

Bizim Urfalı onbaşı;

“–Ben verdim!” dedi.

–Veremezsin!

–Veririm!.. Adam üşüyor. Hasta olacak.

Böyle tartıştılar, neredeyse kavga edecekler. Fakat daha ilk günden o çavuş, bana ve onbaşıya kinlendi. Onbaşı hemşehrimiz, akşam bizi yatacak bir yere götürdü. O geldi, müdahale etti:

–Olmaz! Bu acemî burada yatamaz!

Aldı, başka yere götürdü. Sürekli müdahale, sürekli zulüm, sürekli haksızlık!..

Hiçbir suçum veya kabahatim olmadığı hâlde:

–Aç elini! Sen zaten acemîsin! Uyanıksın!

Sopa…

Sadece bana değil, bütün acemîlere zulmediyor; fakat bana bilhassa takmış vaziyette. Çünkü o onbaşıyı ezmek istiyor. Ona bir şey yapamıyor, hıncını benden çıkarıyor.

Askerliğin psikolojisi zaten ağır. Fakat bu zulüm ve haksızlık dayanılır gibi değil.

Bölükte zaten iki çavuş var. Biri iyi, fakat bu zâlim fena… Subaylara yaranmak için sürekli acemî askerlere baskı ve zulüm hâlinde. Hele bana öyle haksızlıklar yapıyor ki anlatılmaz!.. Önde dursam; «Niye önde durdun?» Arkada dursam; «Niye arkada duruyorsun?» Ortada dursam; «Niye ortada duruyorsun?» Her şeyim suç, her şeyim hakaret ve zulüm sebebi.

Artık bıçak kemiğe dayandı. Ben normalde halim-selim bir insanım. Gençliğimde de öyleydim. Fakat bu baskı ve hakaret, benim gibi bir insanı da çığırından çıkarmaya yetecek kadar ağır ve vahim idi. Öyle birkaç gün de değil. İki aydır hafiflemeden devam eden bir zulüm.

O günlerde saraçlık için, ayakkabıcılık takımlarımı memleketten istemiştim. Onlar geldi. Bizim takımların içinde, masat, bıçak gibi gereçler var. Normalde ayakkabıcı bıçağının bir tarafı keskin olur, fakat ben hıncımdan iki tarafını da biledim. Normal düşünemiyorum. Artık gına geldi! Diyorum ki:

“Artık dayanamıyorum. Ben buna iki bıçak atarım. Kışlanın oradan geçen kamyonlar oluyor. Onlardan birine biner kaçar memlekete giderim. Oradan Suriye’ye kaçarım!..”

Benim gibi bir insanın düşüneceği şeyler değil bunlar. Büyük bir dengesizlik ve çılgınlık. Fakat yaşananlar beni o hâle getirdi.

Bıçağı yanıma aldım. Kararımı tatbik edeceğim.

İki uyumlu arkadaşım vardı, ikisi de berber. Tıraş yaptıkları bir odaları vardı, yanlarına gittim. Beni görünce hâlet-i rûhiyemden bende bir hâl olduğunu fark etmişler;

“–Sen de bir şey var!” dediler. “Yüzün kıpkırmızı, bakışların bir tuhaf! Söyle bakalım.”

Ne kadar direndiysem de sonunda söylettiler. Hemen müdahale ettiler:

–Hiç öyle şey olur mu? Ne yapıyorsun sen! Hayatını mı karartacaksın! Değmez bu adam için!

Bıçağı da elimden aldılar. Tesellî ettiler;

“Gel şuraya, bir abdest al!” dediler. Birlikte namaz kıldık. Cenâb-ı Allâh’a sığındık. Elhamdülillâh o kötü düşünceden kurtuldum.

İşte Asr Sûresi’ndeki sabrı tavsiyenin güzel bir tatbikatı…

Ben kendi kendime sabrımı kaybetmiştim. Fakat o iki arkadaşım bana sabrı tavsiye ederek, yanlış kararımdan döndürdüler.

Atalarımız ne güzel söylemişler:

“Zâlimin zulmüne bakmayın, ömrünün kısalığına bakın!”

Aynen öyle oldu. Çavuşun yaptıkları yanına kalmadı. İki gün sonra; bir çavuş, bizim zâlim çavuşun ayağına manevra mermisi sıktı. Ayağı parçalandı. Hastahâneye götürüldü. Biz de kurtulduk. Şerrinden ve zulmünden dolayı kimse, onun lehine şahitlik etmedi. «Kaza oldu» diye gösterildi. Onu vurana da zarar gelmedi.

Ben bu hâdisede, öfkenin ne büyük bir belâ olduğunu ve sabrın ne büyük bir devâ olduğunu gördüm. Sabrettim, benden bulacağını başkasından buldu.

Zaman içinde daha önce anlattığım gibi, tavla çavuşu oldum. O subayların hepsi değişti. Askerler gitti, yeni askerler geldi. Tam bir sene geçti. Bir gün o çavuş döndü geldi. Tedaviden sonra askerlikten kalan iki aylık kısmı tamamlaması için aynı bölüğe göndermişler. Onu tanıyan, zulümlerini bilen kimse kalmamış. Bir ben varım, bir de emsâlim arkadaşlar.

Takdîr-i ilâhî.

Subaylar;

“–Bunu ne yapalım?” dediler.

“–Verelim Ahmet Çavuş’a… Ona bağlı olsun, onun emrinde askerliğini bitirsin.”

Yâ Rabbî!..

Derler ya; keser döner sap döner, gün gelir hesap döner!..

Adam bana yaptıklarını biliyor. İntikam alacağım, diye korktu. Birkaç defa elime ayağıma sarılıp ağladı, yalvardı. Ben ise;

“–Ben adâletten şaşmam! Sana haksızlık yapacak değilim. İşini düzgün yaparsan, ben sana bir şey demem!” dedim. Hakikaten de asla öç almaya kalkışmadım. Ama vazifesini tam tamına yapmasını da sağladım.

Elhamdülillâh!..

Askerlik geçti gitti, bizim yanımıza, bize kazandırdıkları kaldı.

Askerlik herkese zor gelir, bitmez sanırlar. Ama çabuk geçer. Oranın ulvî bir müessese, peygamber ocağı olduğunu unutmamak gerek. Askerliğin insanları pişirdiğini de unutmamak gerek. Sabırlı olmak, askerlik yapanlara duâ etmek gerek.

Adapazarı’nda Erenler diye bir yer vardır.

İşte o Erenler mevkii bize 3-4 kilometre mesafede idi. Birkaç arkadaş bir pazar günü oraya gitmiştik. Simit vs. aldık. Farklı bir şey yiyeceğiz midemiz bayram edecek! Kahve gibi bir yere oturduk. Arkadaşlardan biri kepini masaya vurdu:

“–Gel tezkere gel! Gelmiyor ki! Gelmez ki!” diye yanık yanık bağırdı. Kahvede yaşlı bir amca vardı. Bu feryâdı duyunca, yerinden kalktı, ağır ağır bizim yanımıza geldi. Bizim dertlenen arkadaşa sordu:

–Ne kadar kaldı askerlik, ne kadarını yaptın?

–Yirmi ay oldu. İki ay kaldı. Fakat geçmiyor vakit!.. Geçmiyor şu iki ay amca!..

Amca, bu cevaba hazin hazin güldü. Ardından dedi ki:

–Oğlum biz askerliği yaptık da Cidde’ye geldik. Memlekete gelebilmek için iki sene orada gemi bekledik! İki ay da gelir geçer evlâdım. Yakınma, şikâyet etme!.. Mevlâ’m beterinden saklasın!..

Hakikaten bu amca gibi, Birinci Cihan Harbi’nde askerlik yapanlar ne çileler çektiler. Sonra Alman Harbi esnasında askere alınanlar da her ihtimale karşı terhis edilmediler ve dört seneye yakın askerlik yaptılar.

1956’da biz iki yıl askerlik yaptık. Bizden sonra yirmi aya, sonra on sekiz aya düştü. Şimdi yüksek tahsil yapmayanlara on iki ay. Yapanlara altı ay. O altı aylık askerliği yapmamak için de niceleri bedelli olmasını bekliyor. Kanun çıkıyor, olacak gibi görünüyor.

Gerçekten daha mühim faaliyetleri olan, ara verilmemesi gereken hizmetleri, yüksek tahsili vs. olan gençleri istisnâ ediyorum; fakat birçok delikanlımız hiç de önemli bir meşgalesi olmadığı hâlde, askerliğini erteliyor.

Askerlik gibi çileli, meşakkatli zaman dilimleri, insanları eğitir. Anlattığımız gibi sabrı imtihan eder. Adâlet kazandırır. Memleketi tanıtır. İnsan sarraflığını öğretir. Tabiî devrin ihtiyaçlarına göre ıslah edilmeli, daha faydalı hâle getirilmeli; lâkin vatan müdafaası için, gençlerimize bir ruh verilmesi de ehemmiyetli.

Anadolu’da askerlik çok mühimdir.

Asker ocağı, Peygamber ocağıdır.

Damadım Dr. Abdülkadir ERBALCI, askerliğini subay olarak yaptı. O anlatmıştı:

Bir delikanlı askerde rahatsızlanmış, revire sevk etmişler. Muayene neticesinde, kalbinde delik olduğundan şüphe edilmiş. Kalbi delik olanlar, askerlikten muaf tutulur, «çürük» raporu verilerek doğrudan memleketine gönderilirmiş. Delikanlı bunu duyunca;

“–Aman komutanım! Ne olur, beni memleketime göndermeyin!.. Yalvarırım beni çürük çıkarmayın!.. Ben askerlik yapamazsam ne yaparım! Bana kız bile vermezler!” diye feryat etmiş. Onlar da tam teşekküllü Ankara’daki asker hastahânesine sevk etmişler, kararı onlara bırakmışlar. Sonradan öğrenmişler ki:

Hastahânede başarılı bir kalp ameliyatı yapılan asker, sağlığına kavuşmuş, vazifesini de böylece tamamlamış.

Askerlik böyle bir şereftir.

Hem de bir vatan borcu olduğu için mânevî işaretler de olur. Benim bir onbaşım vardı. Atların olduğu bir bölükte olduğumuz için veterinere ihtiyaç var. O da veterinerimiz idi. Cebinde bir sevk vardı. Sürekli;

“–Ben istediğim zaman buradan çıkabilirim! Çanakkale’ye hastahâneye gidebilirim! Orada da üç ay hava değişimi alırım. Askerliği yerim!..” derdi.

Bir gün bu veteriner; atları sulamadan dönerken, eyersiz olarak ata binmiş, attan düşmüş, sedye üstünde tam da söylediği gibi hastahâneye götürdüler. Kendisini bir daha da görmedik.

Aramızda bir ibret vesilesi oldu. “Askerliğe hile düşünenin sonu iyi olmaz!” diye aramızda bir müddet konuştuk. O; hasta olmadığı hâlde sevk alıp, askerlik hizmetinden uzak durmak istiyordu. Fakat takdir başka gelişiverdi.

Hâlbuki hizmet, izzettir. Hele vatana hizmet daha büyük bir şereftir. O yolda çekilecek her türlü meşakkat de hem mânevî bir ecirdir hem de dünyada insanın gelişmesine vesile olur.

Memleket artık o günleri çok geride bıraktı. Çocuklarımız; ne ailede ne okulda ne askerde ne iş âleminde ne de hayatın hiçbir sahasında, geçmişte çekilen sıkıntılarla hiçbir şekilde karşılaşmıyor.

İyi ki de karşılaşmıyor. Fakat gençlerimiz nerede yetişecek? Nerede olgunlaşacak? Sabrı nerede öğrenecek? Hizmeti nerede hissedecek? Bunlar ehemmiyetli.

İşte Asr Sûresi’nden bu noktaya geldik.

Dünya ne kadar konforlu, kolay, rahat geçerse geçsin; âhirette insanı büyük zorluklar bekliyor. O zorluklardan kurtulabilmenin çaresini tekrar hulâsa ederek yazımızı bitirelim:

•Îman…

•Sâlih ameller, güzel ahlâk, Rabbimiz’e kullukta bulunmak ve insanlığa hizmet ifade eden güzel, faydalı işler yapmak…

•Hakkı yaşamamız ve birbirimize tavsiye etmemiz…

•Sabrı yaşamamız ve birbirimize tavsiye etmemiz…

Bu yazı da sabır tavsiyesinin bir parçası olarak Rabbim katında değer bulur, siz değerli okuyuculara sabrı sevdirir inşâallah!..

Rabbim; cümlemizi ve cümlemizin evlâtlarını, güzel ahlâklı, sabırlı, dîne, vatana, millete hizmetkâr, vefâlı ve sadâkatli eylesin!..

Âmîn…