İKİ ŞİİR BİR TENKİT

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

Hasan AKTAŞ; Ahmed Hâşim Okulu ve Misyonu adıyla bir kitap yazmış, Ahmed Hâşim hakkında veya onunla ilgili şiirleri de değerlendirmiş, -sağ olsun- bana ait olan Mûsıkî ve Hâşim’in Mısraını Tazmin başlıklı şiiri de değerlendirmeye değer bulmuş.1 Şahsımı neoklâsik olarak niteleyen Hasan Beyin, mezkûr şiirin her bir kıtası hakkındaki mülâhazalarını aktararak imkân ölçüsünde kısa değerlendirmeler yapmak istiyorum. Şiirin ilk kıtası şu:

Zaman mekân susuyor, mûsıkî konuştukça,
Kanatlanıp uçuyor ruh, ferahlı bir havaya.2
Duvarda süslü celî, yerde post manzaraya,
Işık ve renk saçıyor nağmeler uçuştukça.

Hasan Bey, tazmin ettiğimiz;

Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.

mısraı üzerinde 3 sayfa durduktan sonra şöyle diyor:

“Harun ÖĞMÜŞ, klâsik dörtlükler tarzında inşâ etmiş şiirini. Dört bendlik şiirin ilk bendinde mûsıkî, zaman-mekân bağlamında ele alınıyor. Mûsıkî konuşuyor ve zaman-mekân susuyor. İşbu durumda mûsıkî, zamanı mühürlemiş oluyor. Ruh da mûsıkînin verdiği lezzetle kanatlanıp ferahlı olan bir havaya uçuyor. Bilmem; acaba bu ferahlı bir hava nasıl oluyor, ben hayatında hiç görmedim. Şairimiz burada vezne uyacağım diye zevâhiri bir hayli zorlamış. Şiir, yenik ordunun psikolojisi bozuk subayları gibi perişan bir hâlde yerlerde yatıyor. Mûsıkî konuştu, ruh uçtu, yani adam öldü. Mûsıkî adamı öldürür mü bilmem, ben daha çok yaşatır diye biliyordum. Ama burada rûhun ölmesi değil, yükselişi söz konusudur. Mûsıkî ile yükselen ruh bir yana; duvarda süslü celî bir hat yazısı, yerde de bir post var manzara olarak. Yine şair, kafiye için hanımı boşamış zenginlere benzemiş. Şiirde «havaya» kelimesine kafiye ve redif olarak son derece soğuk «manzaraya» kelimesi bulunmuş ve şiir böylece kafiye ile redifin peşine takılarak attâya gitmiş. Şiirdeki fiiller böyle direkt olarak istiflenmiş. Sonra sıra nesnelere gelmiş: Duvardaki süslü celî yazı ile yerdeki post, manzaraya ışık ve renk saçıyormuş nağmeler uçuştukça. İşte burada birinci dizedeki «konuştukça» ve sonuncu dizedeki «uçuştukça» uyak-redifleri de dayanamayıp intihar etmişler. Ama şiir bu şekilde düz okunamaz. Harun ÖĞMÜŞ’ün mezkûr şiirindeki uyak-redifli dizeleri, birbirine eklemlenerek anlamlandırılmalıdır. Bu durumda mûsıkî konuştukça (gerçi mûsıkî konuşmaz, icrâ olunur ama her neyse), zaman-mekân susuyor. Işık ve renk saçıyor nağmeler uçuştukça. Harun ÖĞMÜŞ’ün işbu metninde özne, nesne ve yüklem öylesine birbirine karışmış ki bunların hemen her biri kendi başına farklı bir telden çalan yabancı bir orkestraya benziyor. Şiirde insanın rûhunu süsleyecek bir imge yok.”

Münekkittir, tenkidinde hürdür, hattâ «attâya gitmek» gibi kelimelerle örülen bir üslûp kullanmakta dahî hürdür; ancak Hasan Bey;

“Mûsıkî konuşuyor ve zaman-mekân susuyor. İşbu durumda mûsıkî, zamanı mühürlemiş oluyor. Ruh da mûsıkînin verdiği lezzetle kanatlanıp ferahlı olan bir havaya uçuyor.” dedikten sonra neden;

“Gerçi mûsıkî konuşmaz, icrâ olunur… ” diyor?

«Mûsıkînin konuşması», kendi ifadesiyle «mûsıkînin zamanı (ve mekânı) mühürlemesi», ona hâkim olması ve onlarda sözünün geçmesi demek değil midir? Vezni, kafiye ve redifleri, seçilen kelimeleri ve bütünüyle şiiri beğenmemek elbette herkesin en tabiî hakkıdır. Bu yazıda şiirle ilgili bu tercihleri münakaşa konusu etmeyeceğim.

İkinci kıta:

Yavaş yavaş kopuyor peşrev evvelâ sazdan,
Gururlu, renkli ve âsî semâya dek dalıyor.
Ve sonra inleyerek perde perde alçalıyor,
Ferahfezâ, araban, sûz-i dil ve şehnazdan.

Hasan Bey’in mülâhazası:
“Şiirin ikinci bendinde yine sazdan yavaş yavaş kopan bir peşrev var. Bu peşrev, zikredilen ünitenin son dizesinde şehnaz, ferahfezâ, araban, sûz-i dil makamlarında karşımıza çıkıyor. Bu makamlarda çalan orkestranın sesi gururlu, âsî, renkli semâya dalıyor ve peşinden de inleyerek perde perde alçalıyor. Şiirin bu ünitesi, yapılan karaçuval helvasının içine şeker yerine tuz atmış gibi olmuş ve sonuçta yediğiniz ne helva ne de Nûh’un Ankara makarnasına benziyor.”
Üçüncü kıta:
Füsun mudur Dede’nin, bilmeyiz nedir hüneri,
O san‘atıyla gönüllerde yer eden yüce zât.

Bekāya göçtü, İlâhî, asırlar oldu fakat,
Onun kederleri hâlâ da herkesin kederi.

Hasan Bey:

“Şiirin üçüncü bendi, Dede Efendi’nin sanatının müsbet ve istifham sanatı içinde sorgulanmasıyla başlıyor. Şiirde; şair tarafından Dede Efendi’nin hünerinin füsun/sihir mi olup olmadığı sorularak öncelikle istifham sanatı yapılıyor ve peşinden de Dede Efendi’nin hünerinin füsun, yani sihir mi olup olmadığı bilindiği hâlde bilinmezlikten gelinerek tecâhül-i ârif sanatı yapılıyor. Sonra o; gönüllerde yer tutan bir yüce şahsiyet olduğu yönünde, sıradan bir tanımlamaya gidiliyor ve şiirden hızla uzaklaşılıyor. Biyografik tanımlamaya; onun, âhiret âlemine göçtüğü ve kendisinin âhiret âlemine göçüşünün üzerinden asırların geçtiği tespitiyle devam ediliyor. Sonra onun kederlerinin hâlâ herkesin kederinin olduğu gibi genelleme yapılarak şiir belirsiz bir uzama sokuluyor. Acaba bugün Dede Efendi’nin kederiyle kederlenerek mükedder olan melâl ehli kaç kişi vardır, öncelikle bunun sorgulanması gerekir. Hattâ bundan da çok öte bugün Dede Efendi’yi tanıyan kaç kişinin olduğu sorgulanmalıdır. Maalesef bu dörtlükte de şiirsellik bir hayli zayıf ve şiir, hüneri/kederi ile zât/fakat şeklindeki kurgulanan kafiyelere/rediflere kurban gitmiş. Metinde şiir olabilecek bir kurgu ve estetik maalesef ki yok.”

Hasan Beye göre ben bu dörtlükte de bilerek bilmeyerek birçok seyyiât irtikâb etmişim:

Bilmeyerek yaptıklarımın en başında istifham ve tecâhül-i ârifin yer aldığının bilinmesini isterim. Meğer ben farkında olmadan neler yapmışım? Tövbe estağfirullah! İnanın bilmeden oldu efendim, affediniz. «Biyografik tanımlama»nın da farkında değildim ya, hadi Hasan Beye mücârât olsun diye farkında olduğumu söyleyeyim. Ama «biyografik tanımlama» olarak tanımlanan bu mısralarda Dede’nin vefatı üzerinden asırlar geçmesine rağmen onun sanatının hâlâ hayranlık uyandırıcı oluşuna dair bir hayret duygusu yok mudur? Yoksa ben mi öyle sanıyorum? «Genelleme»ye gelince; şiirin vâkıaya uygun olmasının gerekliliğini bilmiyordum. Bu itibarla bu da bilmeden işlediğim hatalardan mahsûb edilsin ki seyyiâtımız mîzanda biraz hafif gelsin:

Tövbe, yâ Rabbi, hatâ râhına gittiklerime
Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime.

Dördüncü kıta:

Bu mûsıkî ile dost olduk aşka, hasrete biz,
Kudûm, kemençe ve tanbur sesiyle mest oluruz.
Gamın da hissesi olmazsa ömrü boş buluruz,
«Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.»

Hasan Bey:

“Şiirin dördüncü bendi, Hâşim’in ünlü;

Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.

mısraının tazmin edildiği ünitedir. Şairimiz, burada Dede Efendi’nin mûsıkîsi ile aşka ve hasrete dost olduklarını söyledikten sonra kudûm, kemençe ve tanbur sesiyle sarhoş oldukları vurgusunda bulunuyor. Peşinden de gamın hissesi olmayan ömrü, boş bulduğunu söylediği dizeyi Ahmed Hâşim’in mezkûr mısraına bağlıyor. Gamsız bir ömür, boşa geçmiş bir ömürdür, böylesi bir ömür geçiren kimseler insanlığın derdinden de birşey anlamazlar; çünkü, kendileri gam/keder çekmemişler ki çile çeken talihsizlerin hâlinden anlasınlar. Harun ÖĞMÜŞ; Hâşim’in sözü edilen mısraını sadece kanonik bir tarz ve yaklaşımla tazmin etmiş, ona herhangi bir artı değer katmamış. Sonuç olarak şiirde ne yazık ki kurgu köpeği havlamamış ve estetik kuşu da ötmemiş.”

Şiirimizi değerlendirmeye değer bulan Hasan Beyin mülâhazaları böyle. Anlaşılan o ki, intikad yazılarının bizi geliştireceğinin şuurunda olarak alınganlık göstermeden ve hiçbir komplekse kapılmadan şiir anlayışımızı ortaya koyacak yazılar yazmamız gerekiyor. Şiirde şekil, vezin ve kafiyeye verdiğimiz yer, dil konusundaki görüşümüz ve kelime seçimindeki ilkelerimiz nedir, edebî sanatlara bakışımız nasıldır?.. sorularını cevaplamamız, kısacası poetikamızı ortaya koymamız zarurî hâle gelmiştir. Sonraki sayılarda inşâallah…

Ancak bu sayıdaki yazımızı okuyucunun mukayese yapabileceği bir şiirle bitirmezsek eksik olur. Özne, nesne ve yüklemleri yerli yerinde, lafız ve mânâsıyla bir orkestra ahengiyle muntazaman bütünleşmiş, üstelik kurgu köpeğinin bangır bangır havlayıp estetik kuşunun biteviye öttüğü, insan rûhunu süsleyen imgelerle yüklü bu şiir bizâtihî muktedir münekkidimiz Hasan Beye aittir. Şöyle söylenmiş efendim:

ATTALARA GİDENLER
üç nallı ata inandım
ve dördüncü nalı ters çaktım atıma
atım o zaman kariyerine başladı
ve yılkıya çıktı
kırbaçlar şaklamadı
yağız atlar kişnemedi
hamal hamdi bey bir dakika yerinde durakladı
hamdi bey’in kaplumbağa terbiyecisi resmi karşısında
ahmet hamdi’nin pınarlar tan vakti akardı
yokuşlara doğru koşan atlar arasından
alman dantelli gelinlikle
hamide hanım aynalı körüğe bindi ve
attalara gitti.
_________________________
1 Yazar, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde doçent olarak vazife yapmakta. Kitabın zarf ve sıfatlardan oluşan uzunca bir ismi var: Osmanlı’nın Âhirinde Ateşler ve Güller İçinde Bir Sivil ve Sıkı Şair Ahmed Hâşim Okulu ve Misyonu, Yort Savul Yayınları, Rize: 2016, s. 236-242.
2 Bu arada bu mısrayı, kafiye hatasından dolayı; «Kanatlanıp uçuyor ruh bir özge dünyâya» şeklinde değiştirmiştim; ancak elbette Hasan Bey bu değişiklikten habersiz olduğundan değerlendirmesini önceki hâline göre yapmış.