Aradığımı Buldum!

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR

Hanbelî Mezhebi’nin kurucusu Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh-, 781’de Bağdat’ta doğdu. Yetim kalınca onu; annesi büyüttü, yetiştirdi, hâfız yaptı. Daha sonra Ahmed bin Hanbel, devrin hocalarından İslâmî ilimleri tahsil etti.

Ciddiyeti, takvâsı, sabrı, metânet ve tahammülü ile akranı arasında daima öne çıktı. Basra, Kûfe, Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere, Şam ve el-Cezîre’ye giderek hadis ilmini öğrendi. Hadis râvîlerinden bizzat hadîs-i şerifler alarak bunları kâğıda döktü. Notlarının çokluğunu ve bunları sırtında taşıdığını görerek ne zamana kadar böyle devam edeceğini soranlara;

“Hokka ve kalem ile mezara kadar…” şeklinde cevap verirdi.

İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri, 855’te Bağdat’ta vefat etti. Türbesi yedinci asırda Dicle Nehri’nin taşmasıyla kayboldu.

***

Ahmed bin Hanbel Hazretleri, hadisleri kaynağında zaptetmek için aylarca yol yürümekten zevk alırdı. Bir keresinde uzun bir yolculuktan sonra hadis öğreneceği zâtı buldu. O esnada onun bir köpeğe ekmek verdiğini gördü. Selâmlaştılar. O kişi istifini bozmadan köpeğe ekmek vermeye devam etti. Köpeği doyurduktan sonra, Ahmed bin Hanbel’e dönerek şöyle dedi:

“–Seninle değil de köpekle meşgul olduğuma kızmış olabilirsin. Ama bu köpek aç kalmış. Allah da beni onun karşısına çıkarmış. Hâlinden perişanlığını anladığım bu köpeği doyurmaya mecburum. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

«Kim bir ihtiyaç sahibinin kendisine arz edilen ihtiyacını (elinden geldiği hâlde) karşılamazsa, Allah da âhirette onun ihtiyacını karşılamaz.»

Bu köpek, bana lisân-ı hâliyle ihtiyacını arz etti. Ondan yüz çevirsem, âhirette de benden yüz çevrilir.”

Ahmed bin Hanbel, bunun üzerine;

“–Tamam tamam, işte aradığım hadîsi bulmuş oldum.” dedi.

MÜNASEBETSİZ!

Sultan II. Mahmud Han, 20 Temmuz 1785’te Topkapı Sarayı’nda doğdu. İyi bir eğitim gördü. İcâzetli bir hattattı. Arapça ve Farsçaya hâkimdi. Döneminde Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi ve kılık kıyafete kadar Avrupaî reformlara başlanması gibi, tarihen ciddî hata olarak görülen adımlar atılmıştır. Bu sebeple ömrünün son günlerinde Çamlıca’daki sayfiyesine çekilerek pişmanlık yaşadığı nakledilir. II. Mahmud Han, 1 Temmuz 1839 tarihinde verem sebebiyle vefat etti. Türbesi Dîvanyolu’ndadır.

***

Sultan II. Mahmud devrinde Mehmed Efendi isminde bir zât münasebetsizlikle şöhret bulmuş. Padişah, bir gün bu adamı merak edip huzûra çağırtmış. Uzunca sohbet etmelerine rağmen adamda herhangi bir münasebetsizlik görememiş.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Sultan, faytonuyla Cağaloğlu yokuşunu çıkarken Mehmed Efendi ânîden belirip arabacıya seslenmiş:

“–Hünkâra arzım vardır, bildiriniz.” Sultan Mahmud, Mehmed Efendi’yi sesinden tanıyıp;

«Galiba mühim bir mârûzâtı var.» diyerek arabayı durdurmuş. Ne var ki yokuşun en dik olduğu bu noktada atların zaptedilmeleri bir hayli zor olmuş. Hattâ atların ayakları yokuş aşağı kaymaya başlamış.

Bu sırada Mehmed Efendi gayet sakin bir şekilde padişaha sormuş:

“–Padişahım, acaba zurna çalmasını bilir misiniz?”

“–Hayır, bilmem.”

“–Bendeniz de bilmem efendim.”

“–Öyle mi?” Fayton geri geri kayarken Mehmed Efendi devam etmiş:

“–Evet efendimiz! Bursa’da halamın damadının bir yaşlı teyzezâdesi vardır?”

“–Eee!?.”

“–O da zurna çalmasını bilmez Efendimiz.”

“–Ya!..

“–Vallâhi Efendimiz, hattâ..”

Daha fazla dayanamayan Sultan Mahmud adamlarına;

“–Çekin şu münasebetsizi yolumdan yoksa ya ben bayılacağım yahut atlar!” diyerek oradan uzaklaşmış.

GÜL YAPRAĞI GİBİ…

İranlı âlim ve şair Abdurrahman Câmî, 7 Kasım 1414’te Horasan’ın Câm şehrinde doğdu. «Molla Câmî» unvânıyla tanınır. Câmî ilk tahsiline babasının yanında başladı. Aklı, zekâsı, karşı tarafa tesir kabiliyeti ile öne çıktı. Devrinin meşhur âlimlerinden Arap dili ve edebiyatının temel eserlerini okudu. Gençlik yıllarından itibaren en büyük zevki öğrenmek ve öğretmekti.

Nakşibendî şeyhlerinden Sa‘deddîn-i Kâşgârî’ye, onun vefatından sonra halefi Hâce Ubeydullah Ahrâr’a intisâb etti.

Sultan Hüseyin Baykara’nın kendisi için yaptırdığı medresede Arap dili ve edebiyatı, hadis ve tefsir dersleri okuttu. Ali Şîr Nevâî ile aynı asırda yaşadı.

Bir eserinde;

“Hâcegân tarîkatına mensup büyük şahsiyetlerin, bilhassa Bahâeddin Nakşibend ve arkadaşlarının söz ve davranışları ile tarîkattaki metotları incelendiğinde bunların Ehl-i sünnet mezhebi akîdesine tamamıyla bağlı oldukları, şerîat ve sünnete uygun bir yol tuttukları açıkça anlaşılmaktadır.”1 ifadelerini kullanan Câmî, bunun tersine saf zihinleri bulandırmak isteyen sûfî kılığındaki cahillerden ateşten kaçar gibi kaçmak gerektiğine söyler.2 Fars şiirinin son üstâdı Molla Câmî, 9 Kasım 1492’de vefat etti. Türbesi, Herat’tadır. (1. Nefehât, s. 413. / 2. Heft Evreng, s. 22, 29, 126-127, 129.)

***

Âlimler ve şairler, «suskunlar meclisi» adında bir cemiyet kurmuştu. İştirakin ilk şartı çok düşünmek fakat çok az konuşmaktı. Kırk kişiden oluşan bu topluluk âzâ sayısını artırmıyordu.

Molla Câmî de bu meclise dâhil olmak istiyordu. Bir gün suskunlar meclisinin bir âzâsının vefat ettiğini duydu. Onun yerine girmek için onların bulunduğu köşke gitti. Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden ismini bir kâğıda yazarak suskunlar meclisine gönderdi. Molla Câmî oraya lâyık bir âlimdi ama ölen âzânın yerine bir başkasını almışlardı. Başkan, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Câmî’ye gönderdi. Bir damla daha olsa bardak taşacaktı. Bunun üzerine o da hemen oracıktan bir gül yaprağı alıp, nâzikçe suyun üstüne koyuverdi. Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi. Meclistekiler bu kibar cevabın üzerine bu kıymetli âlimi de aralarına almaya karar verdiler.

BİR SECDE İÇİN DEĞER

Hâce Musa TOPBAŞ -rahmetullâhi aleyh-, 1917’de (h. 1333) Konya / Kadınhanı’nda dünyaya geldi. Pederinin ticaretle uğraşması sebebi ile İstanbul’a yerleştiler. Elmalılı M. Hamdi YAZIR’dan Kur’ân, Mustafa Âsım YÖRÜK’ten Arapça okudu.

Musa Efendi, ticârî hayatta kardeşleri ile tekstil sanayiine yöneldi.

«Hüsn-i hatt»a merakıyla bilinen Musa Efendi, Hattat Hâmid AYTAÇ’tan hüsn-i hat dersleri aldı. Hat ile meşgul olduğu dönemde oluşturduğu zengin hat koleksiyonunu, tasavvufa girince «kalbimi meşgul eder» düşüncesiyle hat meraklılarına dağıttı.

Topbaş ailesi; âlimlere destek olmak maksadıyla onlara maaş tahsis etmenin yanında, İlim Yayma Cemiyeti gibi birçok hizmet müessesesinin kuruluşunda maddî-mânevî gayret sergiledi.

Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Üstâdı Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU -kuddîse sirruhû- ile 1950’de Bursa’da tanıştı. Bu tanışmadan sonra hayatını tamamen Hak dostlarına, halka ve mahlûkata hizmete adadı.

Musa TOPBAŞ Efendi, 1980’de Erkam Yayınları, 1986’da da Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’nın kuruluşuna öncülük etti.

Sâhibü’l-Vefâ Musa TOPBAŞ Hazretleri, 16 Temmuz 1999 Cuma günü Cuma ezanları okunurken rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Kabri, Sahrayıcedid kabristanındadır.

***

Bir seveni anlatır:

Seksenli yıllarda Karaman’da bir cami inşa edilmesine karar verildi. Bir derneğimiz bu işi üstlendi. Ebûbekir Sıddîk ismi verilen bu caminin yapımı 7 sene sürdü. Musa Efendi -kuddîse sirruhû- Karaman’a ziyarete geldiğinde, rahmetli Hacı Mustafa KAMER Ağabey camiyi Musa Efendi’ye gezdirdi. Bu esnada da; «Şu kadar aynî bu kadar nakdî masraf oldu, şuraya şu kadar buraya bu kadar para harcandı.» diye izâhatta bulundu. Bir bakıma masrafların yüksekliğini ifade etmişti. Musa Efendi bunları dinledikten sonra başını kubbeye kaldırarak;

“–Bir mü’minin secdesi hepsini karşılar.” buyurdular.

«Dünyadaki bütün maddî kazançlar, insanın mânevî kurtuluşu içindir. Hayra harcanan israf değildir.» demek istediler.