İNFAK

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Rabbimiz buyuruyor:

“(Cennetlikler) o takvâ sahipleridir ki;
•Bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler;
•Öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.
•Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Cenâb-ı Allah; âyet-i kerîmede, varlıkta ve yoklukta infâk edenlere müjdeler veriyor…

Düşünelim; varlıkta infâkı anladık, yoklukta nasıl infak edecek? Yoklukta nasıl infak etsin diye itiraz edilemez. Mevlâ’m söylüyorsa mantıksızlık olmaz, demek ki bu emirde bir sır ve hikmet var.

Mevlâ’m âdeta şöyle buyuruyor:

“Ey kulum!.. Ver de ben de sana vereyim. Elindeki buğday az da olsa hepsini yeme!.. Birazını ek de bitsin, bereketlendireyim. Yani hayır hasenatta bulun ki karşılığını vereyim.”

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de tasdik ediyor. Yanına gelen fakir bir sahâbî;

“–Benim bir şeyim yok. Neyi, nasıl vereyim?” dediğinde;

“–Bir hurman da mı yok? Yarısını ver.” buyurmuştur.

Bir başka fakir sahâbîsine;

“–Çorba pişirdiğinde, tanesini artıramıyorsan, suyunu artır yine de komşularına infak et!..” buyurmuştur.

Yeter ki iste, verirsin. Vermeye alış ki Mevlâ’m da sana versin. Buna inanmak, ihlâslı olmak gerek. Ama Allah rızâsı için vereceksin. Verdiğinin karşılığını hemen beklemeyecek; verdiğine, vereceğine râzı olacaksın.

Bir arkadaşım anlatıyor:

Geçmişte hacca kara yolu ile gidilirdi. Hâli vakti yerinde, varlıklı, İstanbullu birisi, karısı ile birlikte kara yolu ile hacca giderlerken kafile Şanlıurfa’da konaklıyor. Kafilenin vazifelisi hacıları şöyle seslenerek bilgilendiriyor:

“–Burada rahat ederiz. Namazdan sonra Urfalılar hacı adaylarını birer ikişer paylaşır; evlerine götürür, yedirir, içirir, yatırır. Sabah da aldığı yere getirir, bırakırlar.”

Bu âdeti bilen varlıklı hacı adayı;

“–Bizim durumumuz iyi. Niye başkasına yük olalım?” diye düşünüyor ve lüks bir otelden kendilerine yer ayırtıyor.

Kafile Urfa’ya geliyor Halîlürrahmân’da namazlarını edâ etmek için camiye giriyorlar. Denildiği gibi, cami çıkışında Urfalılar cemaati ikişer üçer kapışıyorlar.

Bunu bilen varlıklı adam camide oyalanıyor. «Herkes dağılsın da biz öyle çıkalım.» diye düşünüyor. Nihayet çıkıyor, herkes misafirini almış götürmüş, ortalık sakinleşmiş. Kendileri de bir taksiye binip otele gidecekler, bu arada 10 yaşlarında bir çocuğun hüngür hüngür ağladığını görüyorlar, yaklaşıyorlar çocuğa;

“–Oğlum niçin ağlarsın?”

Çocuk ağlamayı daha da şiddetlendiriyor fakat cevap vermiyor.

Bizim hacılar ısrarcı oluyorlar:

–Oğlum, hayır mı neden ağlarsın?

–Çocuk içini çekerek; benim babam yok, annem misafir getirmem için beni yolladı. Misafirleri de babalar paylaştı, beni çocuk diye dikkate almadılar. Şimdi misafir kalmadı. Eve gidince misafir götürmedim diye, annem kızar, bana; «Beceriksiz!» der. Onun için ağlıyorum…

Hacı adayı ve hanımı bu durumu görünce, otele gitmekten vazgeçerler. Çocuğa;

“–Oğlum, ağlama!.. Biz de hac yolcusuyuz. Evine bizi götür, size misafir olalım.” derler.

Çocuk çok sevinir ve misafirleri neşe içinde eve götürür.

Eve gidince bakarlar. Avlulu, iki küçük odalı bir fakir evi…

Kendi aralarında;

“–Biz lüks otelden yer ayırtmıştık. Parası da üzerimize yazıldı. Ama Mevlâ’m bizi buraya yönlendirdi. Şükürler olsun, bugün burada konaklayacağız.” derler.

Akşam yemeği pilâvla ayran, mütevâzı bir yemek. Fakir evi ama gönülleri zengin. Gece ev sahibi kendi odalarını bunlara verir, kendileri mutfak gibi küçük odada sabahlarlar.

Sabah olunca hacılar yeniden kafileye katılırlar. Gördükleri hâdise, kendilerini çok heyecanlandırır. Evde eşya diye bir şey yok, yiyecek aynı, ama gönül zenginliği var işte… Hacılara ikram etme iştiyakı var. Bu sevap fırsatını kaçırdım diye gözyaşı dökme bahtiyarlığı var.

Mevlâ’m diyor ya; varlıkta ve yoklukta infâk ederler. Nasıl olur? İşte böyle, çok misali var. Sen iste yeter ki…

Bir misali daha var ki, Kur’ân’da Rabbimiz methetmiş:

Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-; kendileri oruçlu yani aç oldukları hâlde, hazırladıkları ekmeği üç gün arka arkaya gelen yoksul, yetim ve esir muhtaçlara verirler. Kendileri de su ile iftar eder, Rablerine şükrederler. İşte yoklukta infak bu.

Cenâb-ı Hak da, bu fedâkârlığı ve mükâfâtını şöyle bildiriyor:

“Kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve (şöyle derler):

«Biz size bunu sırf Allâh rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.»

Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 470)

Misafir hacı adayları, dönüşte kendilerini misafir eden eve hediyeler getirirler. Ayrıca;

“İstanbul’da bir işiniz olursa, bir kardeşinizin olduğunu unutmayın.” derler.

Her sene o dul ve yetim, yoksul ailenin ihtiyaçlarına ortak olurlar. İki aile de birbirlerini unutmazlar.

O küçük çocuk büyür, delikanlı olur. İstanbul’da üniversite kazanır. Bu varlıklı aile okula giderken de çocuğa kol kanat olurlar. Nihayet okulu bitirir. Bu hayır sahibi zengin; çocuğu yakînen tanıdığı, aile yapısını bildiği için onu kendi kızıyla evlendirir. Çoluk çocuğa kavuşur, mutlu bir aile olurlar.

Bu hâtırayı Urfalı bir arkadaşa anlatmış. Arkadaştan da ben dinledim ve duygulandığım için sizlerle paylaştım.

Allah; böyle varlıkta ve yoklukta cömert olanların neslini, sayısını çoğaltsın.

Sık sık anlatırım. Gaziantep’te Ayakkabıcılar Camii inşaat hâlinde iken bir amele;

“–Burada iş var mı? Çalışmak istiyorum da…” deyince, derler ki:

“–İş var da piyasada yevmiye 10 lira. Biz cami olduğu için 9 lira veriyoruz.”

Adam;

“–Fark etmez!” diyerek işe başlar. Üç gün çalışır, ayrılmak ister. Üç günlük yevmiye olarak 27 lira verirler. Adam;

“–Yok almam. Ben burada hayır olsun diye çalıştım.” der. Israrcı olurlar;

“–Fakir olduğun her hâlinden belli. Hayrını Allah kabul etsin yine de paranı al!” derler.

Fakat adam samimîdir;

“–Hayrıma mâni olmayın!” diyerek ayrılır. 50-60 metre gidince orada olanlardan biri;

“–Hey arkadaş, bir dakika bekle!” diyerek yanına gider ve;

“Demin biz senin hayrına, sevabına mâni olmadık. Sen de benimkine mâni olma!” diyerek 100 lira verir, adam parayı alır;

“–Yâ Rab; ne büyüksün! Dört dakikada dört katını verdin!” diyerek şükreder. Bunu sen değil Mevlâ’m verdi dercesine…

Bu samimî fedâkârlıkları mükâfatlandıran Allah’tır. Asıl mükâfâtı da âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi, âhirette olacaktır. Lâkin biz daha dünyada iken verdiği mükâfatları okuyunca Rabbimiz’in keremine şahit olduğumuz için duygulanıyoruz.

Darlıkta infak mevzuunu dile getirmemizin bir sebebi de şudur:

İnsan infak etmeyi, bolluk şartına bağlarsa o bolluk hiç gelmez!.. Eline nice imkânlar geçtiği hâlde, henüz değil, henüz o kadar elim bollaşmadı, diye erteler durur. Nefsine harcayıp durduğu hâlde, Allah yolunda bir türlü infak edemez.

Fakat infak etmeyi hangi şartta olursa olsun gönlüne koymuş ise, ne yapar eder infak eder. Fakir ashâb-ı suffe gibi; gider çalı çırpı toplar, satar, infak eder.

Hiçbir varlığı olmayan bir hanım, örgü örer, hayır çarşısına verir, infak eder.

Bazen gazetelerde haber oluyor: Bir ilkokul çocuğu 1 liralık harçlığını yetimlere, savaş mağduru çocuklara vs. infak ediyor. İşte o küçücük çocuk bu hakikati anlamış.

Rabbim, idrak etmeyi nasîb eylesin.

Cümlemizi ve evlâtlarımızı; cömert, fedâkâr, duygulu kullarından eylesin.

Âmîn…